Zeynep Bilgehan

Atatürk’ün Anıtkabir’e defninin hayattaki tek tanığı anlattı: Yüzü öyle asildi ki sanki dün tıraş olmuş gibiydi

12 Kasım 2023
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 85. yılında tüm yurtta anıldı. Anıtkabir ziyaretçi akınına uğradı. Atatürk’ün naaşı, 10 Kasım 1938’de hayatını kaybettikten sonra 21 Kasım 1938’de geçici olarak Ankara Etnografya Müzesi’ne konulmuş, 10 Kasım 1953’te Anıtkabir’e nakledilmişti. Bu ana tanıklık eden bugün hayattaki tek kişi Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı Yekta Güngör Özden ile konuştuk… Özden, 70 yıl önceki o günü gözyaşları içinde anlattı: “Bugün bile aynı acıyı hissediyorum. Sokaklarda çıt çıkmıyordu. Kuşların kanatları, askerlerin yürüyüşü ve pencerelerdeki, kapılardaki insanların hıçkırık seslerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.”

1- Sene 1953… Günlerden 10 Kasım. Başkent Ankara’da açık, güneşli bir gökyüzü var. Ancak hava kurşun gibi ağır. Ulus, 10 Kasım 1938’deki vefatından 15 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ikinci kez uğurlayacak. Atatürk’ün naaşı, geçici kabri Etnografya Müzesi’nden ebedi istirahat yeri Anıtkabir’e taşınacak. 4 Kasım 1953 tarihinde tabut çıkarılıyor. Anıtkabir’e taşınmadan Etnografya Müzesi’nde altı gün boyunca saygı ziyareti için halka açılıyor. Bu süreçte katafalkın başında nöbet tutanlardan biri de 21 yaşında bir genç… Türk gençliğini temsil etmek üzere burada bulunuyor. Altıncı günün sonunda yapılan devlet töreninde cenaze kortejinin içinde yer alıyor, Anıtkabir’e yerleştirilmesine eşlik ediyor, Atatürk’ü son kez görüyor, gözyaşları içinde üzerine toprak serpiyor.

Zeynep Bilgehan / Yekta Güngör Özden
Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ

GAZETECİ VE SİYASETÇİLERİN AVUKATI

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bu genç daha sonraki yıllarda tüm Türkiye’nin tanıdığı bir isim oluyor; Yekta Güngör Özden. 1956 yılında stajyer olarak katıldığı Ankara Barosu’nda 1972-1974 arasında Başkanlık yapıyor. Ulus Gazetesi, Ankara Gazeteciler Cemiyeti gibi kuruluşlarla beraber İsmet İnönü, Bülent Ecevit gibi isimlerin avukatlığını üstleniyor. 1979’da Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliğine seçiliyor. 1991-1997 yılları arasında AYM Başkanlığı’nı yürütüyor. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanlığı yapıyor. Bugün 91 yaşında hâlâ çok aktif olarak yazıyor, çiziyor, toplantılarda konuşmalar yapıyor… Yekta Bey’i Ankara’da ziyaret ediyoruz. Bizi elinde albümlerle karşılıyor. Beraber 70 yıl önceye, Atatürk’ün ikinci cenaze törenine gideceğiz. Ancak önce hikâyeyi biraz daha başa saralım…

ATATÜRK DESTANLARIYLA BÜYÜDÜM

Yekta Güngör Özden, 1932 senesinde Tokat’ın Niksar ilçesinde başöğretmen bir baba ile ev hanımı bir annenin üç çocuğundan ilki olarak doğuyor. Özden, “Çocukluğum Atatürk destanları dinleyerek geçti” diye başlıyor: “Annemin dedesi İstiklal Savaşı sırasında ilk defa Amerika’ya bağımsızlık telgrafı çeken adam; Hacı Mahir Turhan. Cumhuriyet bayramlarında babamın kürsüye çıkıp konuşmalar yaptığını hatırlarım. Okumaya çok meraklıydım. Ortaokul birinci sınıfta ilk Atatürk şiirimi yazdım. Sonra şiir hastalık oldu. Bugüne kadar 73 şiir kitabım yayınlandı.”

Yazının Devamını Oku

Bir şairin objektifinden hayat maratonu... Fotoğrafın ‘Ozan’ı

5 Kasım 2023
Eline fotoğraf makinesini ilk defa 20 yaşında alıyor.

O günden bugüne siyaset, iş, sanat dünyası ve gündelik hayattan anları sonsuzlaştırıyor; İsmet İnönü, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit portrelerini çektiği isimlerden yalnızca birkaçı. Yeni yılın eşiğinde 90 yaşına basacak olan ‘fotoğrafın ozanı’, devlet sanatçımız Ozan Sağdıç ile albümleri karıştırdık. Sağdıç gülerek; “70 yıldır bu başa dert makineyle beraberiz!” diyor.


‘Kutu makine’ denilen ilk fotoğraf makinesi/Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ

1) Ankara’da yaşayanlar onu yakından tanır… Her etkinlikte mesleğe yeni başlamış bir foto muhabiri heyecanıyla kimi zaman etraftakileri endişe ettirerek (konserlerde üst locadan eğilmek suretiyle) fotoğraf çekiyor. Dile kolay tam 70 yıldır! Duayen foto muhabiri, devlet sanatçımız Ozan Sağdıç ile Ankara’daki stüdyosundayız. Sağdıç, söze “Doğum tarihim 30 Aralık 1934. Cumhuriyet’in 100. yılında ben de 90 yaşıma basıyorum. İlk fotoğraf makinemi 1953’ün temmuz ayında aldım. Demek ki 70 senedir fotoğraf çekmekteyim. Hâlâ da çekiyorum, Allah başka türlü çektirmesin (gülüyor)” diye başlıyor. Lâkabı, çektiği şiir gibi kareler nedeniyle ‘Fotoğrafın ozanı.’ Ancak kendisi aynı zamanda gerçekten şair de; hem de şair bir dedenin torunu, şair bir babanın oğlu olarak… Hikâyeyi en baştan dinleyelim.

Ozan Sağdıç, Zeynep Bilgehan

BALIKESİR’İN DİRENİŞÇİLERİ

Sene 1920’ler… Edremit’teyiz. İzmir Yunan askerlerinin işgaline uğramış. Balkan Savaşları sonrasında Varna’dan Edremit’e göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ruhi Naci Sağdıç, Ayvalık’ın düşman tarafından işgal edildiği gün, Edremit’ten cepheye koşup gelen iki atlıdan biridir. Karargâhta Edremit kaymakamı Hamdi Bey ile Burhaniye civarından Pelitköylü Mehmet Cavit Bey vardır. Ruhi Naci Bey, Edremit‘te bir ikmâl örgütü kurmakla görevlendirilir; bir yandan cephedeki savaşçılar için yiyecek temin ederken bir yandan da gönüllüleri cepheye sevk ettirir. Cephe, ‘Müdafa-yı Milliye’ ve ‘Red-di İlhak’ gibi cemiyetlerin gayretleriyle kurulmuştur. Hazırlanan pazubentlere kısaca ne yazılacaktır? Sonunda ‘Kuvayı Milliye’ yazılmasına karar verilir. Ozan Sağdıç, “Ali Çetinkaya’nın da babamın anılarında da ifade ettiği; ilk kez cephede kullanılan bu isim, zamanla bütün Anadolu’ya yayılmış, bu direniş hareketin genel adı olmuştur” diye anlatıyor.

Sene 1950/Fotoğrafçı olmadan ilk otoportre.

Yazının Devamını Oku

100 yılın tanıkları anlattı: Hey gidi Cumhuriyet yılları

31 Ekim 2023
Türkiye Cumhuriyeti 100. yaşını kutluyor. Bundan tam bir asır önce Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Birinci Dünya Savaşı sonunda yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden yeni bir ülke kurdu. Cumhuriyet’in yetiştirdiği nesiller bağımsız, onurlu, gururlu vatandaşlar olarak her alanda başarılara imza attı. Hey Gidi Yıllar sayfamıza konuk olmuş, farklı alanlardan ve Türkiye’nin farklı bölgelerinden duayen isimlerin anı ve değerlendirmeleriyle Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun; daha nice başarılı 100 yıllara!

Altan Öymen – Gazeteci, yazar

BİR GÜN ATATÜRK’Ü UZAKTAN GÖRDÜM...

“Çocukluğumda Ulus’a yakın oturuyor ve her gün Atatürk heykelinin yanından geçiyorduk. Bir gün babam bana Atatürk’ün kendisini gösterdi. Kalabalık içinde hangisi olduğunu bir türlü anlayamadım çünkü heykellerdeki gibi üniformalı ve ötekilerden büyük olmalıydı! Sonra babam “Atatürk’ün büyüklüğü yaptıklarındandır” diye anlatınca ikna olmuştum.”

Prof. Naci Görür -Jeoloji mühendisi

ATILIM YILLARINI BİZZAT YAŞADIM

“Elazığ’da, 1947’de doğdum. Çevremde ilkokulu bitirmemiş çok kişi vardı ama okumuş insana sevgi ve saygı ileri boyuttaydı. İkinci Dünya Savaşı henüz bitmişti ve yokluk vardı. O yıllar Cumhuriyet’in atılım dönemleriydi. Ülkeyi kalkındırmak, yol, köprü, baraj, fabrika yapabilmek için mühendislere büyük ihtiyaç vardı. O nedenle hepimizin ideali mühendislikti. Devamlı İTÜ’ye çalışırdık…”

Yazının Devamını Oku

Primadonna annenin diva kızı

22 Ekim 2023
Tam da 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde, doğumhanede Tosca operasından aryalar eşliğinde dünyaya geliyor. Adını Nâzım Hikmet koyuyor. Çocukluğu, annesi Türkiye’nin ilk primadonnası Semiha Berksoy ile sahnede, kuliste, sanatla dolu bir ortamda geçiyor. Tiyatro dünyamızın usta ismi Zeliha Berksoy ile beraberiz… Eski albümlerini karıştırırken bir yandan da önümüzdeki hafta 100. yılını kutlayacağımız Cumhuriyet’in ilk kuşak kültür-sanat atılımlarını birinci elden dinledik.

1- Evinin kapısından girer girmez bir ‘diva ışığı’yla karşılaşıyorsunuz… Duvarlarda annesinin yaptığı rengarenk resimlerin asılı ol-duğu salonun ortasında kendi de bir tablo gibi duruyor. Zeliha Berksoy için bu yıldız ışığı bir aile geleneği; Cumhuriyet döneminin sanat simgelerinden opera sanatçısı Semiha Berksoy ile piyanist Ercüment Siyavuşoğlu’nun kızı olarak dünyaya geliyor. Hayatı bir tiyatro oyunu olsa… İlk perdenin adı ‘Semiha Berksoy’un kızı Zeliha’, ikincisininkiyse ‘Tiyatronun Brechtyen divası Zeliha Berksoy’ olurdu! Öyleyse perde açılsın… Sene 1946. Üsküdar’da yeni açılan Zeynep Kamil Doğum Hastanesi’nin kapıları bir hışımla açılıyor. İçeri meşhur opera sanatçısı Semiha Berksoy giriyor. Karnı burnunda, doğurmak üzere… Doktoru, bu meşhur anne adayının heyecanını yatıştırmak üzere “Aman Semiha Hanım sakin olun, siz en iyisi bir arya seslendirin” diyor. Berksoy, Tosca söyleyerek kızını dünyaya getiriyor.

Fotoğraf: Murat ŞAKA

İSİM BABASI NÂZIM HİKMET

Bebeğin ilk günleri Semiha Hanım ile Ercüment Siyavuşoğlu’nun Kadıköy’deki bahçeli evlerinde geçiyor. Komşuları Nâzım Hikmet’in annesi Ce-lile Hanım. Hapisteki oğluna bir mektupla dostları Semiha Berksoy’un doğum yaptığı haberini bildiriyor. Nâzım, cevaben çok mutlu olduğunu söyleyip, “Umarım bundan sonra Semiha kendini daha az beğenir” diyor. Bir de isim önerisi yolluyor: Türk köylüsünün adı; ‘Zeliha.’ Aileler, “Acaba Züleyha mı demek istedi?” diye sorunca ikinci mektup geliyor: “Hayır, Zeliha’dır.” Ve Zeliha’nın hikâyesi başlıyor. Burada kendi hikâyesine ara verip içine doğduğu aileyi anlatıyor: “Babamın ailesi 13 göbek geride Çavuşpaşa ahvadından geliyorlar. Benim de soyadım Siyavuşoğlu’ydu fakat Devlet Tiyatrosu’na geçince annem, babama ‘Avrupa’da adettir; tanınmışlık soyadı sanatta önemlidir’ deyince soyadım olarak Berksoy’u kabul etti.”

Zeliha Berksoy - Zeynep Bilgehan

SANATKÂR BİR AİLE

Anne tarafına gelince… Semiha Berksoy’un hikâyesini bir de kızından dinleyelim: “Annemin babası Ordinaryus Profesör Kemal Cenap Berksoy. Meşhur fizyoloji âlimi. Annesi Saime Hanım da çok sanatkâr bir kadın fakat 26 yaşında İspanyol gribinden haya-tını kaybediyor. Annem İstanbul Kız Lisesi’ni bitiriyor. Yaptığı resimleri Akademi’de Namık İsmail’e gösterince hemen ‘Kızlar Sınıfı’na alınıyor. Dârülbedâyi’nin açtığı Tiyatro Okulu’nun sınavını kazanıyor. Cemal Reşit Rey’in şan öğrencisi oluyor. 1934’te Atatürk’ün isteğiyle Ankara’da ilk opera sahneye konuyor; Özsoy. Atatürk onu Avrupa’ya gönderiyor. 1936’da girdiği Berlin Yüksek Müzik Akademisi’ni üç yılda bitirip Türkiye’ye dönüyor. O sırada konservatuvar henüz kurulmuş. Başlarında Carl Ebert var. An-nem opera sanatçısı olarak ona yardıma geliyor. 1941 senesinde Ankara Halkevi Sahnesi’nde Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde Tosca’nın ikinci perdesi sahneleniyor. Orada başrol oynuyor.”

SENE 1941 - İlk ‘Tosca’; İsmet İnönü, Semiha Berksoy, Carl Ebert, Cüneyt Gökçer, Mahir Canova, Ragıp Haykır, Ahmet Adnan Saygun

Yazının Devamını Oku

Contemporary Istanbul’un kurucusu Ali Güreli... Nam-ı diğer ‘Sanatsever Ali Paşa’

15 Ekim 2023
Pek çok şapkası var; işinsanı, turizmci, koleksiyoner, sanatsever… Bu ay başında 18. edisyonu gerçekleşen Türkiye’nin en kapsamlı çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul’un kurucusu Ali Güreli ya da yaygın bilinen lakabıyla Sanatsever Ali Paşa ile eski albümlerini karıştırdık; 1950’li yılların Ankara’sından 1980’li yıllarda Paris’te Mübin Orhon, Komet, Mehmet Nazım gibi isimlerle komşuluğuna, oradan bugünün çağdaş sanat tartışmalarına bir yolculuk yaptık.

1- Sizin de sosyal medyanız zaman zaman çağdaş sanat sağanağı etkisi altına giriyor mu? Sonbahar, aynı zamanda sanat sezonunun açılışı demek… Türkiye’nin çeşitli yerlerinde pek çok yeni sergi açılıyor, bienaller, inisiyatifler, kültür yolları...

Etkinlikler, İstanbul’da bu ay başında 18. kez düzenlenen Türkiye’nin uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary Istanbul ile başladı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen 67 galeri, 591 sanatçı ve 1537 esere ev sahipliği yapan fuarı altı günde 54 bin 500 kişi gezdi, 900’ün üzerinde eser satıldı. Sanat pazarının dünyadaki büyüklüğü 68 milyar doları buluyor. Türkiye de bu furyanın dışında değil. Çağdaş sanat hem bir yatırım aracı olarak hem de günlük hayatımızda yükselişte. 90’lardan bugüne çağdaş sanat koleksiyonu yapan Ali Güreli’nin renkli hikâyelerini dinlemek için kapısını çaldık.

ÇOCUKKEN ‘CİN ALİ’YDİM - “İlkokul lakabım: Cin Ali. Sonraki yıllarda ‘Sanatsever Ali Paşa’ oldu.”

HOLZMEISTER’IN YARDIMCISI MİMAR BABA

Ali Güreli, 1953 yılında Ankara’da İstanbullu mimar bir aileyle Ankaralı hukukçu bir ailenin buluşmasıyla dünyaya geliyor… Babası Muhittin Güreli, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni (TBMM) ve Ankara’nın başlıca kamu binalarını yapan Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister’ın yanında tek Türk mimar olarak çalışırken annesi Semra Hanım’la tanışıyor. Hikâyeyi Ali Bey’den dinleyelim: “Babamın aile ağacı Osmanlı döneminin gerilerine gidiyor. Büyük, büyük dedem 16. yüzyılda Üsküdar’da yaşamış olan Aziz Mahmud Hüdayi. 1911 doğumlu olan babam, Güzel Sanatlar Akademisi’ni 1934’de bitirip Türkiye’nin ilk kuşak mimarlarından oluyor. 1940’ların sonunda TBMM’nin inşası için Prof. Clemens Holzmeister davet ediliyor. Babam, Holzmeister’in kapısını çalıyor ve TBMM mimari projesinde yer alma isteğini söylüyor ve projenin sonuna kadar görev alıyor. Bunun için Ankara’ya taşınıyor. Bu sırada annem Semra Ansay ile tanışıp, evleniyorlar. Annemin babası da Cumhuriyet’in ilk anayasasını yazmış hukukçulardan Ord. Profesör Sabri Şakir Ansay.”

FRANSIZCA YATILIDAN UCUZ KURTULDUM

Çocukluğu, babasının inşa ettiği Ankara’nın meşhur Gaziosmanpaşa Mahallesi’nde geçiyor. Güreli, “Dört kardeşin üçüncüsüydüm. İlk iki çocuk Ankara Koleji’nde Anglosakson kültüründe yetiştiğinden babam ilkokuldan sonra beni ve kız kardeşimi Fransız Okulu’na verdi. Ben bir anda Fransa’nın nehirlerini, öğrenmeye başladım! (gülüyor) Sonra yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne gönderilecektim ama boyum küçüktü. Babam ‘Ali yatılıda zorlanır’ derken Fransızca eğitim veren Tevfik Fikret Lisesi Ankara’da açılınca yatılıdan kurtuldum.”

Yazının Devamını Oku

Arka Sokaklar’ın Rıza Babası hayatının ilk iki sezonunu anlattı

8 Ekim 2023
- İsmini Reşat Nuri Güntekin koymuş. İlk yapımcılık tecrübesi 10 yaşlarındayken… Sahneye oyuncu olarak 14 yaşında adım attıktan sonra tiyatroya tam 50 senesini vermiş. Son 18 yıldırsa onu Türkiye’nin en uzun soluklu dizilerinden Arka Sokaklar’ın ‘Rıza Baba’sı olarak izliyoruz. Dizi setlerinde ‘Ankara’dan gelen adam’ olarak nam salan Ergin, “Rolü yüceltmek aktörün işi. Oyunculuk bu zaten. Öbürü odunculuk olur” diyor...

Hasret sona erdi. Kısa bir aranın ardından Türkiye’nin en uzun soluklu dizilerinden Arka Sokaklar Kanal D’de ekranlara geri döndü. Sevenleri, ‘Rıza Baba’ karakterini canlandıran usta oyuncu Zafer Ergin’e kavuştu. Ergin, tam 18 yıldır bu rolü canlandırıyor; Rıza Baba, başkomiser olarak başladığı ‘Arka Sokaklar’ mesaisinde üçüncü sezondan dokuzuncu sezona kadar emniyet amiri olarak görev yaptı. Son dokuz yıldır da emniyet müdürü. Bu istikrarla yükselişte olan rolü canlandıran Zafer Ergin’in gerçek hayattaki prensipleriyle de son derece uyumlu! Zira, dizi setlerinde ‘Ankara’dan gelen adam’ olarak nam salan Ergin yaşamı boyunca hep “Her ne olacaksam onun en ilerisi olmak” idealinin peşinden koşmuş. Uzun soluklu Arka Sokaklar’dan önce tam 50 sene Devlet Tiyatroları’ndaydı! Gönlünün hâlâ tiyatroda olduğunu söyleyen Ergin’le eski albümleri karıştırdık… Kendi deyimiyle ‘hayatının ilk iki sezonu’nu dinledik.

İSİM BABASI REŞAT NURİ GÜNTEKİN

Zafer Ergin, ikisi de devlet memuru Tatar asıllı bir anne ile Makedonya göçmeni bir babanın iki çocuğundan ilki olarak Ankara’da dünyaya geliyor. Hangi sene? Gülerek, “1900 bilmem kaç! Hatırlamıyorum. İstersen 1950 yazabilirsin” diyor. Fiziksel görünüşüne bakacak olursak 1960 bile yazılabileceği konusunda hemfikir oluyoruz. Hangi günde doğduğu konusundaysa şüphe yok; 30 Ağustos. İsminin konmasının da çok özel bir hikâyesi var. Zafer Bey’den dinleyelim: “Annem Milli Eğitim Bakanlığı’nda Reşat Nuri Güntekin’in yanında çalışıyordu. Annem doğumdan sonra ona ‘Oğlan oldu, 30 Ağustos’ta doğdu, henüz isim koymadık’ diye haber vermiş. O da, ‘Herif ismiyle gelmiş zaten, ne düşünüyorsunuz?’ demiş ve ismimi Zafer koymuşlar.”


Zafer Ergin - Zeynep Bilgehan

AKIL BALİ OLDUĞUNDA…

Ergin çocukluğunu anlatmaya, “Eskilerin deyimiyle ‘akil baliğ olduğunda’ yani yaşamıma göz açtığımda…” diye devam ediyor: “Biraz hırçın bir çocuktum. Dediğim dedik, çaldığım düdük! Bütün öğrenim hayatım Ankara’da geçti. Anafartalar Caddesi’nde bahçeli, eski bir Ankara evinde otururduk. Her şeyi gözlemleyerek büyüdüm. Her şey dikkatimi çekerdi. Küçük yaştan itibaren, belki uzun boyumdan dolayı, hep lider pozisyonundaydım; okulda bayrağı bana taşıtırlardı filan… 10-11 yaşından itibaren tiyatro merakım başlamıştı. Hem okurdum hem de eve Karagöz takımı aldırmıştım. Yenimahalle’de üç katlı bir eve taşınmıştık. Alt katı boştu. Orada mahalledeki arkadaşlarımla beraber çocuklara Karagöz oynatırdık. Giriş iki buçuk kuruştu. Bilet koçanlarımız vardı. Mum yakıyorduk. Bir arkadaşım mandolin, diğeri tef çalıyordu. Ben de “Hay Hak” diye Karagöz oynatıyordum. Çok eğleniyorduk.”

Yazının Devamını Oku

Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’yle müzik ve edebiyat tarihine yolculuk... Babam Kürk Mantolu Madonna’yı beğenmezdi

1 Ekim 2023
Müzisyen, müzik bilimci, akademisyen, piyanist, profesör, yazar…

Bunlar Prof. Filiz Ali’yi tanımlayan sıfatlardan birkaçı. O aynı zamanda Türk edebiyatının en önemli yazar ve şairlerinden, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna gibi kült eserlerin sahibi Sabahattin Ali’nin kızı. Dün  85 yaşına basan Prof. Filiz Ali’yle eski albümleri karıştırdık; hayat hikâyesi Türkiye’nin edebiyat ve müzik tarihinde bir yolculuk yapmak gibiydi…


Fotoğraf: Levent KULU

1) Ayvalık’ta, her odasından müzik sesi gelen iki katlı, eski bir evdeyiz… Denizle bahçeyi buluşturan avlu yılın belli zamanlarında öğrencilerle hocalarını ağırlıyor, hem müzik yapılıyor hem sohbet ediliyor. Ev sahibi; bu yıl 25. yılını deviren Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin (AIMA) kurucusu Prof. Filiz Ali. Dün 85. yaşını kutlayan Ali’yi tanımlayan pek çok sıfat var; müzisyen, müzik bilimci, akademisyen, piyanist, profesör, yazar. Ve tabii Türk edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden Sabahattin Ali’nin kızı. 11 yaşında babasını kaybettikten sonra yaşadığı trajediden, bugün yüzlerce öğrenci yetiştirmiş Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi kuruculuğuna kadar tüm hikâyesini dinledik, albümleri karıştırdık. Duygulanmadan dinlemek de anlatmak da zordu; aile öyküsüyle başladık.


Filiz Ali, Zeynep Bilgehan

CUMHURİYET’İN AKLI

Filiz Ali, 1937 yılında gazeteci-yazar Sabahattin Ali ile Aliye Hanım’ın tek çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Filiz Hanım, “Tipik bir Osmanlı karışımı” diye başlıyor anlatmaya: “Ailede Rumeli göçmenleri, Kafkasya’dan gelenler, Çerkezlik var, bir yan da Trabzon’un Of ilçesinden… Babam, yazdıkları sebebiyle girdiği cezaevinden 1933’te çıkıyor. ‘Sakıncalı’ olduğundan bir türlü iş bulamıyor. O zamanın, Cumhuriyet’in bir aklı var; her ne kadar bu genç adamın düşüncelerinden memnun değilse de değerini yadsıyamıyorlar. Babam da inatçı. Onu Almanya’ya gönderdiklerinden ‘Devlete borcumu ödemek istiyorum. Bana iş verin’ diyor. Sonunda Musiki Muallim Mektebi’nde Almanca hocası oluyor. 1935’te annemle evlenip Ankara’ya geliyorlar.”

Yazının Devamını Oku

‘Karadeniz’in İncisi’ni yöneten Hilmi Güler: Ne zaman uykum kaçsa Ordu’nun dereleri gelir aklıma

24 Eylül 2023
Ordu’nun uçsuz bucaksız fındık bahçelerinde tabiatla tatlı bir mücadeleyle geçen çocukluk, ODTÜ’de 1968 kuşağı öğrenciliği, TÜBİTAK ve TUSAŞ’ta milli savunmanın temellerinin atılması, İstanbul’da doğalgaza geçiş çalışmaları, AK Parti’nin kuruluşu, yedi yıllık Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı… Ve ayrıldıktan 53 yıl sonra kentine belediye başkanı olarak dönüş... Karadeniz’in incisi Ordu’nun Belediye Başkanı Hilmi Güler ile eski albümleri karıştırdık...

1) Maviyle yeşilin buluştuğu muhteşem bir şehirdeyiz. Faaliyetler say say bitmiyor; sanat sergileri, cam atölyesi, çikolata markası çıkarmışlar, limanlara kruvaziyerler yanaşıyor, tekne üretiyorlar, dalgalardan enerji üretim çalışmaları yapıyorlar, fındık kabuklarını aktif karbona dönüştürüyorlar… Karadeniz’in incisi Ordu son yıllarda bir kültür ve sanayii devrimi geçirmiş. Detaylarını, şehir buluşmaları kapsamında Hürriyet Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan anlatmış, “Herkes fırsat bulur mu bilmiyorum ama Ordu’ya gelip de Hilmi Güler’le muhabbet etmemek olmaz. Hilmi Güler’in anılarını dinlemek, Ordu’da yapılacak en güzel 10 şeyden biri” demişti. AK Parti’nin kurucularından olan Ordu Büyükşehir Belediye Başkanı Hilmi Güler’i kamuoyu 2002-2009 yılları arasındaki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı döneminden tanıyor. Biz sohbete daha geriden, çocukluğundan başladık…



Fotoğraf: Levent KULU

PASLI TENEKEDE MİDYE YAPARDIK

Hilmi Güler, 1949 senesinde Ordu’nun Taşbaşı Mahallesi’ndeki Menekşe Sokak’ta, deniz dalgalarının yamacına vurduğu bir evde Baha Bey ile İrfan Hanım’ın iki çocuğundan biri olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu kâh deniz kenarında kâh onlarca çeşit meyvenin olduğu bahçelerinde geçiyor. Güler, “Çok mutlu bir çocukluktu” diye başlıyor: “Sokakta bilye ve futbol turnuvaları yapar, sahilde paslı tenekelerde midye pişirirdik. AR-GE’ye ilgim de o zaman başlamıştı; zeytinyağı ve ispirto gibi maddeleri karıştırıp icatlar çıkarırdım. Okumaya da meraklıydım. Babamın hem yazar çizerliği vardı hem muhasebeciydi. Çok güzel keman çalardı. Bizim aile siyasi görüş olarak iki parçaydı; babam Demokrat Partili, amcam CHP’liydi. Sofrada normal yemek yenemezdi, masadan kalkıp kitaplar karıştırılacak kadar derin fikir tartışmaları olurdu. Mahallede cami olmadığı için teravih namazları dedemin evinde kılınırdı. Atatürk’ün ilk dönem milletvekillerinden Avukat Hamdi Şarlan Bey Amca ile tarihi sohbetler yapılırdı. Ben limonlu çay dağıtır, merakla dinlerdim.”

Hilmi Güler, Zeynep Bilgehan

O ZAMANLAR NE YOL VAR NE KÖPRÜ

Yazının Devamını Oku