Zeynep Bilgehan

Toz pembe edebiyat olmaz acı çekilmeden yazılmaz… 40. yılını kutlayan usta yazar Mario Levi

17 Eylül 2023
Yazarlığının 40. yılını kutlamaya hazırlanan, edebiyat dünyamızın usta ismi Mario Levi ile buluştuk; 19 yaşında aşk acısını dindirmek için yazdığı ilk hikâyeden bugüne uzanan yolculuğunu dinledik. Levi, “Yazmak benim için bir hayata tutunuştu. Edebiyatın trajediden kaynaklandığına inanıyorum. Hayat toz pembe diye edebiyat olmaz; bir şey içinizi acıtacak” diyor. Kurgu dışı dünyada mutluluğun formülünü ise, “Sevmek” diye veriyor.

İlk soru; “Nasıl geçti bu 40 yıl yazar olarak?” Mario Levi, “Her şeyden önce büyük bir mücadeleyle” diye başlıyor: “Yazabileceğime inandığım en iyi yazıları, kitapları üretebilmenin uğraşıyla…1984’ten 2024’e elbette inişler, çıkışlar, fırtınalar, çok güzel ve çok kötü günler yaşandı. Yaşadıklarımın tümü yazdıklarıma güç verdi. 1980’den bu yana hep çalıştım. Birçok meslek icra ettim; gazetecilik, reklam yazarlığı, Fransızca öğretmenliği… Ama tüm yaptıklarım ve yaşadıklarım bir yana benim için en önemlisi, beni hayata bağlayan, çıldırmamı engelleyen şey hep yazmak ve yazmaya yüklediğim anlam oldu. Galiba bütün bunlardan yola çıkarak 40 yılın özeti; edebiyata adanmış bir hayat. Ben böyle hatırlanmak istiyorum.”

YALNIZLIĞIN ERDEMLERİ

Miladı Şalom gazetesinde 1984 senesinde yayınlanan ilk yazısı olarak veriyor ama mazisi daha eskiye dayanıyor. Bunun için takvim yapraklarını daha geriye saralım ve hikâyeyi en baştan dinleyelim… Mario Levi, 1957 yılında ev hanımı bir anne ile tüccar bir babanın tek çocuğu olarak Şişli’de dünyaya geliyor. Levi, “Tek çocuk olmanın yıllarca üzüntüsünü yaşadım” diye başlıyor: “Şimdi mutluluğunu yaşıyorum çünkü tek çocukların önemli bir özellikleri vardır; kendilerine yetmeyi öğrenirler. Yalnızlığı ve yalnızlığın erdemini bilirler. Bugün belki de Türk insanının en büyük eksikliklerinden biri yalnız kalamamaktır. Oysa yalnızlığın yaratıcı bir tarafı vardır.”


Zeynep Bilgehan - Mario Levi

FRANSIZCA ANNEANNE DİLİM

Çocukluğu kendi deyimiyle ‘İstanbul’un bugünkünden çok daha fazla kültürlü bir döneminde, çok daha fazla çok kültürlü bir bölgesi’ olan Şişli-Feriköy- Teşvikiye’de geçiyor. Levi devam ediyor: “Anne tarafım has İstanbullu. Anneannem ile dedem Fransız okullarında eğitim görmüş, hayatlarının bir dönemini Paris’te geçirmişlerdi. Evde Fransızca konuşulurdu. Dolayısıyla ben Fransızcayı evde bir ‘anneanne dili’ gibi öğrendim. Babaannem de bana atalarımızın İspanya’dan getirdiği 15. yüzyıl İspanyolcasını yani Ladino’yu öğretti. Fransızca, İspanyolca, Türkçe bedavadan gelince yabancı dilim sadece İngilizce’ oldu. Çok dillilik bir nevi aile geleneğimizdir.”

Yazının Devamını Oku

Haldun Dormen’in Seyyal Taner'i ilk takdimi: Sahnelere bir leopar düştü

10 Eylül 2023
Sene 1970’ler…

Müzik dünyasının kalbi İstanbul’daki Maksim ve Lunapark Gazinoları’nda atıyor. Dönemin yıldızları orkestralar eşliğinde, şık kıyafetlerle sahne alırken İspanya’dan gelmiş bir genç kız ortalığı karıştırıyor; farklı kostümlerle rock müzik icra ediyor, şarkılara danslarla müzikal havası veriyor. Haldun Dormen, onu “Sahnelere bir leopar düştü!” diye tanımlıyor... ‘Son Verdim Kalbimin İşine’, Türk pop müziğinin en klasikleşmiş şarkılarından… Bir ikonla, Seyyal Taner’le beraberiz...


Sene 1978/Bir afiş çekiminden.-Sene 1980'ler

1) Randevu yerimiz, 30 yıldır ikinci evi haline gelmiş olan Bodrum. Hem kıyafetleri hem de müzik tarzıyla ikon olan birinin ev hali nasıldı acaba? Seyyal Taner, denizden henüz çıkmış, ıslak saçları ve yazlık rahat kıyafetleriyle beni karşıladı. Hafif şaşırdığımı görünce gülerek, “Hayatımız son derece sade, sakin” diyor. Geçen yıl dostu, yapımcı Hakan Eren’in ısrarıyla ‘Elma’ ve ‘Armut’ isimli tekli parçalarını çıkaran Taner bugünlerde de üretim sürecinde… Neler yaptığını sorunca, “Yüzüyorum, yürüyorum. Arada bir de gitarı elimize alıp yeni fikirlerle şarkılar çıkarmaya çalışıyoruz” diyor: “İnsanlara hem umut hem de hayat şevki, can verecek şeyler olsun diye uğraşıyoruz ama içinde mutlaka bir eleştiri de oluyor. Eleştiriden ders çıkarıp daha iyiye yönelmek için... Daha temiz, doğaya saygılı, birbirimize daha özenli davrandığımız bir dünyanın özlemini kuruyorum. Bütün bu dertler çerçevesi içinde ‘Haydi eller havaya’ yapamıyorum.”

TILSIMLI MEZOPOTAMYA

Kendi hikâyesi 1952 yılında Şanlıurfa’da başlıyor. Taner, “Doğduğum yer Mezopotamya’nın tam göbeği” diye başlıyor anlatmaya: “Urfa çok tılsımlı, rahmanlı bir şehir. Anne tarafım Urfa’da arazileri, köyleri olan büyük bir aşiret. Annemin babası İsa Küsto isimli önemli bir ağa. Annemin annesi de Gaziantep’te önemli bir Bektaşi’nin kızıdır. Oradan mutasavvıf bir yönüm var. Babamsa Urfa’ya tayinle gelmiş bir subay. O da Kafkas kökenli Erzincanlı bir ailenin çocuğu. Annemle evleniyor ve İstanbul’a yerleşiyorlar. Ben, hasat dönemi olduğundan tesadüfen Urfa’da dünyaya geliyorum. Ancak babamın sürekli tayinleri sebebiyle annem üzülüyor ve evlilik devam etmiyor.” Taner, annesiyle birlikte İstanbul’da Şişli’den Beyoğlu’na, Kartal’dan Kadıköy’e çok çeşitli muhitlerde yaşıyor.

Seyyal Taner, Zeynep Bilgehan

Yazının Devamını Oku

Gastronomi nobeli’ni alan Mardinli Ebru Şef… Bizi minimal tabaklar değil kazanla pişen yemekler doyurur

3 Eylül 2023
Geçen haziran ayında gastronomi dünyasının en en prestijli ödüllerinden ‘Basque Culinary World Prize’a değer görülen sosyal girişimci şef Ebru Baybara Demir ile hem kendi hikâyesini konuştuk hem de gastronomi dünyası kazanını kaynattık. İyi bir şef olmak başarı için yeterli midir? Dünyadaki restoran eğilimleri nereye gidiyor? Başarılı girişimci kimdir? Sunum mu önemli yoksa ürün mü?

Onu memleketi Mardin’deki AR-GE mutfağında, etrafı domates ve biber kasalarıyla çevrili bir kilerde yakaladım… Bu söyleşiyi yapmak için daha uygun bir yer olamazdı! Ebru Baybara Demir ismini ilk 2000’li yıllarda Mardin’de açtığı Cercis Murat Konağı’yla duymuştuk; turizminin henüz bugünlerdeki popülaritesinden çok uzak olduğu kentte bir kadın girişimcinin açtığı işletme dilden dile yayılmıştı. Aradan 20 yıl geçti. Bu kadın girişimci yalnızca restoranıyla değil sosyal sorumluluk projeleriyle de adını duyurmaya başladı. En son geçen haziran ayında gastronomi dünyasının en prestijli ödüllerinden ‘Basque Culinary World Prize’a değer görüldü. Bu ödül, sektör içinde ‘Gastrominin Nobeli’ olarak anılıyor. Peki gastronomide Nobel nasıl oluyor? İyi bir şef olmak yetiyor mu? Ebru Hanım, kendini kim olarak tanımlıyor; şef, işletmeci, girişimci? Gülerek, “Ben de kim olduğumu bu ödülden sonra keşfettim, ben bir sosyal gastronomi şefiyim!” diyor. Diğer soruların cevapları için önce hikâyenin başına gidelim.

BABAANNEM: AL SENİN OLSUN BU ÇOCUK BİZDE KIZ ÇOK

Ebru Baybara Demir, “Mardinli bir ailenin erkek beklenen üçüncü kız çocuğu olarak dünyaya gelmişim” diye başlıyor anlatmaya: “Annemle babam çok genç evleniyorlar. Annem kalabalık bir eve gelin gidiyor. Baba tarafı esnaf; kuruyemiş işiyle uğraşıyorlar. Babam ailenin yedinci çocuğu ve okumayı çok istiyor ama dedem babamın var olan işi devam ettirmesini istiyor. Dedem ısrarlara dayanamayınca babam okula gidiyor. Meslek lisesi mezunu. Sonra devam edemiyor ama bu bile ona bir vizyon katıyor. Annem üçüncü çocuğunu da yani beni, kız doğurunca aile tepki gösteriyor. Babaannem bile hastaneye gelince, ona kız torunu olduğu müjdesi veren hemşireye, ‘Kız senin olsun, bizde çok” diyor ve evine dönüyor. Eşinin üzülmesine ve dolayısıyla bu düzene isyan eden babam ailesini alıp Mardin’i terk ediyor ve İstanbul’a taşınıyor.”


Ebru Baybara Demir, 6 Şubat depreminden hemen sonra bölgeye gitmiş ve aylarca kalmıştı. Ödülden kazandığı 100 bin Euro da kurulan ‘Gönül Mutfağı Projesi’ne gidecek.

YER SOFRALARI, LEBLEBİ HELVA, CEVİZ KOKULARI

Aile Küçükyalı’da kiralık bir eve yerleşiyor. Baba Zekeriya Bey, memur olarak yeni bir hayata başlıyor. Bu arada dördüncü kardeş geliyor; bir erkek! Ebru Hanım’ın çocukluğu kâh sokaklarda kâh daha sonra amcalarının taşındığı Kumkapı’da geçiyor. Lezzet hafızasındaki ilk anıların bu dönemden olduğunu söylüyor: “Kendimi bildim bileli mutfaktaydım. Hiç yemek seçmediğimden annem en çok bana yemek pişirmeyi severdi. Olağanüstü yemek yapardı. Ev ekonomisini çok iyi bilirdi. Ona pazarda eşlik ederdim. İyi malzeme seçmeyi; örneğin dolmalık biberin küçük olması gerektiğini, patlıcanın doğru rengini annemden öğrendim. Hafta sonlarını da amcamların kuruyemiş imalathanelerinde geçirirdim. Kumkapı’da tattığım limonata ve ayçörekleri, dükkânda yengemin kurduğu yer sofrası, kuruyemiş imalathanesindeki yöresel leblebi, helva, ceviz kokularını unutamıyorum.”

Yazının Devamını Oku

Seyirciyle göz göze 59 sene

27 Ağustos 2023
- Türk tiyatrosunun duayen oyuncusu Göksel Kortay ile eski albümleri karıştırdık… Sahnede 59 yılını geçiren Kortay, tiyatroyu seven ama oyunculuğu tasvip etmeyen bir babanın kızı olarak 1960’lı yıllarda Amerika’da tiyatro öğrencisi olmayı, oda arkadaşı Faye Dunaway’i, ‘Amerika’dan gelen kız’ın Kenterler tiyatrosundaki maceralarını ve 2003’te kaybettiği eşi Kerem Yılmazer’e duyduğu özlemi anlattı.

Doğma büyüme Nişantaşılı… Söyleşi için de Nişantaşı’ndaki evinde buluşuyoruz. Tiyatromuzun usta ismi Göksel Kortay söze, “Pandemi beni çok etkiledi; panikli stresli bir insan oldum. En son Haldun Dormen’le 10 yıldır oynadığımız ‘Kibarlık Budalası’nın 670. oyundaydık. Pandemi geldi ve 10 Mart 2020’den beri bu kanepede oturuyorum” diye başlıyor. Evine kabul ettiği ilk misafirler biziz! Neyse ki izleyicileri için de hasret bitiyor. Kortay, sahnelere dönmeye, yakında İzmir’de sahneye konacak ‘Çifte Kumrular’ oyunu için hazırlanıyor. Bu geçen üç sene hariç dile kolay tam 59 yıldır sahnelerde! Kortay, “Bu bir tutku işi, aşk işi… Her tiyatrocu sahnede ölmek ister” diyor. Peki her şey nasıl başlamış? Başlıyoruz eski albümleri karıştırmaya…

KÜÇÜK HANIMDAN HANIMEFENDİYE

Göksel Kortay, 1939 yılında Muazzez Hanım ile Zinnur Bey’in iki çocuğundan ilki olarak dünyaya geliyor. Yedi kuşak İstanbullular. Kortay, “Annem Ticaret Akademisi mezunu, akıllı, dirayetli, etkileyici, güçlü, muhteşem bir Cumhuriyet kadını. 1930’lu yıllarda Galatasaray’da kürek sporu yapıyor. İzci… Babam Zinnur Kortay da iki üniversite mezunu; Deniz Harp Akademisi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi. O da aydın, kültürlü ve güzel sanatlara meraklı…” diye anlatıyor: “Nişantaşı’nda herkes tanıdıktı. Eskiden, bir dükkâna girince, ‘Buyurun küçük hanım’ derlerdi, sonra ‘Buyurun Göksel Hanım’ demeye başladılar. En sonra ‘Buyurun Hanımefendi’ başlayınca ‘Ha, büyüdük!’ dedim.” İlkokul ve ortaokulu mahalle okulunda okuyor. Bunun kendisi için büyük şans olduğunu söylüyor: “Bu sayede bugün övündüğüm çok iyi Türkçemi öğrendim. Şimdi Türkçe’nin yozlaşmış olmasına çok üzülüyorum. Televizyon seyrederken kendi kendime ‘O öyle söylenmez! Yanlış söylüyorsunuz’ diye kavga ediyorum.”


Göksel Kortay - Zeynep Bilgehan

NEREDE BİR MÜSAMERE ORADA BEN

Babasının en büyük zevki tiyatroya gitmek. O da sahnelerle küçük yaşta tanışıyor. İzleyici olarak kalmıyor ilkokuldan itibaren nerede bir müsamere varsa orada yer alıyor. Lise eğitimine Robert Kolej’de devam ediyor. Burada tiyatro aşkı perçinliyor: “Her yıl sekiz Türkçe, dört İngilizce oyun oynanırdı. Tiyatronun her şeyini çok sevmiştim. Bu arada Haldun Dormen Amerika’dan dönmüş ve tiyatro kursu açmıştı. Ona katıldım. Yıl sonunda da Metin Serezli’nin sahneye koyduğu oyunda oynadım. Ondan sonra oyuncu olmaya karar verdim.”

Yazının Devamını Oku

Ünlü cerrah Prof. Dr. Uğur Türe’nin laboratuvarına girdik... Dünyanın beyni ona emanet

20 Ağustos 2023
Beynimizin sadece yüzde 10’unu mu kullanıyoruz? Zeki insanların beyni daha mı farklı? Dünya Beyin Cerrahisi Federasyonu Onursal Başkanı Prof. Dr. Uğur Türe’nin laboratuvarında hem en gizemli organ beyne dair sorulara yanıt aradık hem de eski albümleri karıştırdık…  Beynin ulaşması en zor bölgesi olan ‘talamus’ ameliyatı teknikleriyle tıp dünyasında adından söz ettiren Uğur Hoca, “Beyindeki olaylara tam hâkim değiliz. Ama son 20 yılda beynin ak maddesi, yani derin yapılarıyla ilgili çalışmalar çok ilerledi. Artık beynin içini daha iyi öğreniyoruz” diyor.

1) Önce bu alana uzak olanlar için bir giriş yapalım. Türkiye’de geniş kamuoyu onu 2017’de, eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın rahatsızlığı sırasında şu haberle tanıdı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, tıkalı damarı nedeniyle beyninde pıhtı oluşan Baykal’ın tedavisi için dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Uğur Türe’nin Ankara’ya gelmesi için talimat verdi.” Yeditepe Üniversitesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Bölümü’nün hem kurucusu hem de başkanı, aynı zamanda Dünya Beyin Cerrahisi Federasyonu Onursal Başkanı Prof. Dr. Uğur Türe, yüzlerce bilim insanının yetişmesini sağlayan, dünyada modern beyin ve sinir cerrahisinin kurucusu, efsane isim Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in de 33 yıldır yanından ayırmadığı öğrencisi. Hocası gibi o da söyleşilerden imtina ettiğinden, laboratuvarına sızmayı bugünlerde İstanbul’da ev sahipliği yapacağı ‘Mikro Cerrahi Kongresi’ vesilesiyle başardık.


Fotoğraf: Emre YUNUSOĞLU

HASTANELERDEN KORKARDIM

Prof. Dr. Uğur Türe’nin hikâyesi 1963 senesinde Ordu’nun Fatsa ilçesinde başlıyor. Türe, kendini de okutan ilkokul öğretmeni bir baba ile ev hanımı bir annenin dört çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Çalışkan ve çok yönlü bir çocuk; resim yapmayı, keman çalmayı seviyor. Bu dönemde tıbba olan ilgisi hem yakın hem mesafeli! Hoca’dan dinleyelim: “Evimiz Fatsa Devlet Hastanesi’nin hemen yanındaydı. Fatsa’da o zamanlar her gece ya bir trafik kazası olurdu ya da biri vurulurdu! Mahallenin bütün çocukları, korna çala çala araba gelince kime ne olmuş diye bakmaya hastane önüne üşüşürdü. Hastanenin tek genel cerrahı Osman (Memecan) Amca da her akşam bir acil ameliyatı yapardı. Ben hastanelerden çok korkardım; doktor olmak aklımın ucundan geçmezdi ama Osman Amca’ya hepimiz hayrandık. Onun bende çok etkisi oldu.”


Zeynep Bilgehan, Prof. Dr. Uğur Türe

HAYATIMI DEĞİŞTİREN KONSER

Yazının Devamını Oku

1990’ların beste fabrikası

13 Ağustos 2023
Henüz 7 yaşındayken bir yandan okula gidiyor bir yandan konservatuvara devam ediyor bir yandan da Türkiye’nin ilk ‘pop’ yıldızlarından Erol Büyükburç’un yanında sahne eğitimi alıyordu. 9 yaşında gazinolarda şarkı söylüyordu. Türkiye onu 1990’lı yıllarda ‘Seninle Olmak Var Ya’, ‘Eğlen Güzelim’ gibi şarkılarla tanıdı ve çok sevdi. Müzisyen, besteci, şarkıcı, yapımcı pek çok sıfatı bulunan Metin Özülkü ile eski albümleri karıştırdık. Hem ‘pop’ müzik tarihçesine göz attık hem de 1990’ların muhteşem geri dönüşünü konuştuk.

1- PEK çok sıfatı var; müzisyen, besteci, şarkıcı, yapımcı, Eda Özülkü’nün eşi... Geniş kitleler onu en çok 1990’lara damga vuran ‘Seninle Olmak Var Ya’, ‘Eğlen Güzelim’ gibi şarkılarla tanıdı. 30 yıl sonra yeni jenerasyonlara da velinimet oldu; müzik dünyasında ‘1990’ların muhteşem geri dönüşü’ yaşanıyor. Canlı müzik mekanlarında 1990’lı yılların şarkıları çalınıyor, partilerde 1990’larla dans ediliyor. Rağbet olunca kendi deyimiyle ‘dönemin sahip’lerinden Metin Özülkü de yapımcı Hakan Eren’le ‘Şimdi 90’lar’ projesini sahneye koydu; Jale, Reyhan Karaca, Sibel Alaş, Ümit Sayın, Hazal, Erdal Çelik ile konserler veriyorlar. Özülkü, “İnanın 1990’lardakinden daha çok talep görüyoruz. Konser verdiğimiz mekanlarda bizden önce günümüzün popüler müzisyenleri çıkıyor. Ertesi gün biz de en az onlar kadar ilgi görüyoruz. Bu çok mutlu edici” diyor. Peki 1990’lara olan bu ilginin sebebi ne? Bu sorunun cevabından önce Özülkü’nün kendi hikâyesini dinlemek üzere eski albümleri karıştırıyoruz.

Metin Özülkü - Zeynep Bilgehan

ABİDEN YADİGAR MANDOLİNLE BAŞLADI

Metin Özülkü, 1962 yılında Mersin’de TCDD’de çalışan memur bir baba ile ev hanımı bir annenin beş çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Müzikle tanışması aslında bir trajediyle oluyor. Özülkü anlatıyor: “Ben 4-5 yaşlarındayken büyük ağabeyimi kaybettik. Varto depreminde asker olarak depremzedelere yardıma giderken enkaz altında kalarak şehit oldu. O, çok güzel mandolin çalıyormuş. Ben de hayal meyal hatırlıyorum. Mandolini bana yadigar kaldı. Ailede müzisyen yok ama herkesin kulağı iyidir. Ben mandolinde yetenek gösterince babam bir müzik öğretmeni tuttu. Öğretmenim babama ‘Çocuk çok yetenekli, kulağı da iyi, bunu kemana geçirelim’ diyor. Keman için iyi kulak lazımdır. Bir sene de keman dersi aldıktan sonra yeni hoca da babama ‘Konservatuvara gitmeli” deyince benim müzik eğitimim için hep beraber İstanbul’a taşındık.”

EROL BÜYÜKBURÇ OKULUNA KAYIT

Özülkü, o dönem İstanbul’daki tek olan belediyenin konservatuvarının sınavına giriyor ve birincilikle kazanıyor. Bir yandan normal ilkokula giderken bir yandan konservatuvarda yarı zamanlı keman öğrencisi oluyor. Bu arada Türkiye’de ‘popüler müzik’ yeni başlamış. En büyük yıldız da Erol Büyükburç. Baba Ramiz Bey ortak bir dostu vesilesiyle çok sesli Batı müziğine de hayran olan yetenekli oğlunu bir konser çıkışı kuliste Erol Büyükburç’la tanıştırıyor. Büyükburç, dinlediği genç hayranından çok etkileniyor ve onu babasından yanında yetiştirmek üzere ‘istiyor’. Böylece Özülkü, normal ilkokulu ve yarım zamanlı konservatuarın yanında bir de ‘Erol Büyükburç okulu’na kaydolmuş oluyor. Henüz yedi yaşında!


Yazının Devamını Oku

Vekillerin, bakanların hocasından siyaset dersleri

23 Temmuz 2023
Bu yaz uluslararası ilişkiler gündemi yoğun.

Geçen hafta yapılan NATO toplantısının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu hafta Körfez ülkeleri ve Kıbrıs ziyaretleri vardı. Diğer tarafta Avrupa Birliği ve Rusya-Ukrayna müzakereleriyle ilgili gelişmeler var. Bir yandan da yarın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi sayılan Lozan Anlaşması’nın imzalanmasının 100. yıldönümü. Bilgi Üniversitesi eski rektörü, Emeritus Profesör Dr. İlter Turan’ın kapısını çaldık. Hem eski albümlerini karıştırdık hem de dünya gündeminin sıcak konularına eğildik.


Fotoğraf: Murat ŞAKA

1) Hem havanın hem de uluslararası gündemin çok sıcak olduğu bir günde buluştuk… Bilgi Üniversitesi eski rektörü, Emeritus Profesör Dr. İlter Turan’ın kapısını aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesi Lozan Anlaşması’nın yıldönümü vesilesiyle çalmıştım.

Duayen siyaset bilimci Turan’la dünya tarihinde yolculuk edelim istedim; Lozan Anlaşması neden önemlidir, dünyanın seyrini değiştiren en önemli olaylar nelerdi, değişmez siyaset kuralları var mıdır, tarih tekerrürden mi ibarettir, siyasette teoriyle pratik ne kadar örtüşür? Peki ya önümüzdeki günlerde bizi neler bekliyor? Siyaset öğretilebilir bir konu mudur? Kendi bu işlere nasıl girdi? Son soruyla başladık; zira onun kendi hikâyesi de pek çok uluslararası olayı barındırıyor!


Sene 1942/ Sene 1959 ABD’de öğrencilik 

MİLLİ KÜTÜPHANENİN EN ÇALIŞKANI

Yazının Devamını Oku

Beni çizer yapan babamın aynalı mektupları

16 Temmuz 2023
Çizimleri Türkiye ve dünyanın önde gelen gazete ve dergilerinde yayınlanmış, çok sayıda kitap ve albüm kapağında imzası bulunan uluslararası üne sahip sanatçımız Selçuk Demirel ile geçmişine yolculuk yaptık. Son kitabı ‘Ağaçname’ye ilham veren çocukluğunun Artvin’ini, babasının ‘Aynalı mektupları’nı, Ankara’daki öğrencilik dönemini ve halen yaşadığı Paris’teki hayatı anlattı.

1- Geçen nisan ayında çıkan son kitabının adı: “Ağaçname- Sen ne güzel bir ağaçsın!” Uluslararası üne sahip çizerimiz Selçuk Demirel, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan kitabının girişinde kitabı şöyle anlatıyor: “Ağaçlara hep büyük bir hayranlık duymuşumdur. Heybetli gövdeleriyle kollarını açmış, bizi kucaklayacakmış gibi bekleyen, gündüz başı bulutlarda, gece olunca da bizim için yıldız toplayan ağaçlar...


Selçuk Demirel’in çocukluğundaki ağaçlardan ilhamla Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son kitabı; Ağaçname

Çocukluğumun ilk altı yılını geçirdiğim Artvin’deki bahçemizdeki ağaçları tek tek hatırlıyorum. Bu ağaçlar benim düşünce dünyamda yaşamlarını sürdürüyor.” Kitaptan yola çıkarak, Paris’te yaşayan Demirel’den bizi eskilere götürmesi, onu bugünlere getiren yolculuğu anlatması için aradım. Sorularıma cevaben, insana kendini bir Selçuk Demirel çizimine bakmış gibi sıcak hissettiren, el yazısıyla yazılmış 20 sayfalık bir mektup geldi…

SENE1955 - “Babam ve ben”

MÜSTAKİL EVDE GENİŞ AİLE

Hikâyesi, kitaba ilham veren Artvin’de başlıyor: “1954 yılında doğdum. Osman Dedem, Melek Babaannem ve iki halamla birlikte yaşıyorduk. Altı dönümlük bahçesiyle bu küçük, iki katlı evi çok genç yaşta evlenince dedem satın almış. Annem ve benden bir buçuk yaş küçük kardeşimle üste katta, diğer aile üyeleri alt katta oturuyorlardı. Babamın muhtelif meslekleri vardı; Artvin’deki ender şoförlük ehliyeti olanlardandı. Güzel yazısı vardı. Tabelacılık da yapıyordu. Altın varaklı tipografiler yazdığını hatırlıyorum. İki elini aynı oranda kullanabiliyordu. Sağ eliyle soldan sağa doğru yazarken sol eliyle de aynı metni sağdan sola doğru tersten yazabiliyordu. Aynaya tutarak okuyabiliyorduk. Bazen mektup olarak da gönderirdi. Bu mektuplara; ‘Aynalı mektuplar’ diyorduk.

SENE1965 - “1958-1959 yıllarında Erzurum’da yaşadık. Erzurum denilince evlerin çatılarında koşturduğumuzu, uçurtma uçurduğumuzu, hatta çok büyük uçurtmanın ipini tuttuğum için uçtuğumu hatırlıyorum!”

Yazının Devamını Oku