Oktay Ekşi

Bir kırmızı çizgi daha

24 Eylül 2010
REFERANDUMUN sonuçlarını Yüksek Seçim Kurulu’nun dün yayınladığı kararında aramayın. Hükümet adına Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in dün Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve yardımcısı Gülten Kışanak’ın yaptığı görüşme, referandumun verdiği ilk sonuçtur. Görüşme ardından basına Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, esas olarak “yeni bir Anayasaya olan ihtiyaçtan” söz ettiğine göre, o yeni Anayasa’nın içine Demirtaş ve Kışanak’ın önerilerini yerleştirmek mümkün mü değil mi sorusunun konuşulduğunu tahmin etmek gerçekçi olur.

Biz Anayasa’nın, tüm hakları eşit bireylerden oluşan tek ve bütün bir Türk milleti için yapılmasından yana olduğumuz için böyle “Bize şu hakları verirseniz”li görüşmelerin ülkemize huzur, özgürlük, demokrasi getireceğini düşünenlerden değiliz. Ama şimdilik çok erken olan o konuyu bir kenara bırakalım da günümüze dönelim:

Çiçek-Demirtaş görüşmesi, tepesine hangi külâh oturtulursa oturtulsun, hükümetin gündemdeki sorunu tek başına ve kendi özgür iradesiyle çözme gücüne sahip olmadığını itiraf anlamına gelmektedir.

Yapılan görüşmeye “Diyalog”dur, “Çok çok görüş isteme”dir filan deseniz de gerçek ortadadır ve dünkü görüşmeye benzer bir senaryonun düşünülmesine bile ateş püsküren hükümet, şimdi masaya oturmuş durumdadır.

Bu kötüdür veya iyidir demiyoruz.

Eğer ortada bir sorun varsa ve siz de bu ülkeyi yönetme durumunda iseniz, tercih ettiğiniz bir meşru yoldan giderek çözüme ulaşmaya çalışırsınız.  Mesele onun “siyasi faturası”nı göze alıp almamaktır.

Hükümet, özellikle de Başbakan Tayyip Erdoğan, referandumdan yüzde 57.8 oranında destek alınca belli ki, siyasi faturayı göze alabilecek kadar halk desteğine sahip olduğunu düşündü ve Çiçek’in, BDP’lilerle görüşmesine yeşil ışık yaktı.

Hoş, PKK’yı İmralı’daki hücresinden yöneten Abdullah Öcalan’la da yıllardır görüşülmekte olduğu zaten ağustos ortalarında ortaya çıkmıştı. O sırada Başbakan’dan duyduğumuz:

“Biz iktidar olarak, siyasi hükümet olarak hiçbir zaman bir terör örgütüyle veya temsilcileriyle masaya oturup görüşme yapmayız. Böyle bir şeyimiz asla olmamıştır, yoktur, olamaz da...” şeklindeki sözlerinde gerçeği “kelime oyunları” ile gizlemeyi amaçladığı belliydi.

Çünkü onu izleyen “Şu veya bu şekilde çeşitli kurumlarıyla, bu tür bazı münasebetler gerekirse devlet onu kendisi yapar. Burada, bunu birbirine karıştırmamak gerekir” şeklindeki cümlenin “tevil” koktuğu aşikârdı.

Bundan anlayabildiğimiz o ki, “kırmızı çizgi”leri kadar, o çizgileri silmesi ile de haklı bir şöhret kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı, şimdi yeni rekorlar peşindedir.

Biz şimdilik gözlem yapmaya devam edelim. Ve bu sürecin altından “Çapanoğlu” çıkmasın diye, sadece dua etmekle kalmayıp gözümüzü de açalım.
Yazının Devamını Oku

Sözde ahlâk adına

23 Eylül 2010
ARKADAŞLARIMIZ araştırmışlar. Önceki akşam, Beyoğlu, Boğazkesen Caddesi’ndeki dört san’at galerisinin açılış kokteyline katılanlara sopayla, taşla saldıran -bunlara “insan” diyemeyeceğimize göre, şöyle devam edelim- “yaratık”ların eylemlerinin gerisinde öyle “din”li, “iman”lı bir motif yokmuş. Mutat üzere “Ahlâk elden gitti”nin gerisinde, “çıkar” kavgası varmış.  

İstanbul Valisi ise, “Trafik sıkışıklığı” diyor. Öyle veya böyle, ortada şaşılacak bir şey yok. 

Ama belki izlememişsinizdir diye, önce olayı özetleyelim:

Beyoğlu’nun söz konusu yöresinde bir süredir “san’at galerileri” gibi, kültüre, yaşama, yaşam sevincine dönük faaliyetler yoğunlaştığı için orada yaşayan insanlar rahatsız olmuşlar. Nitekim yer yer homurdanmalar duyuluyormuş.

Bu gelişme dükkânların kirasını yükseltince, anlaşılan yörede yaşanlardan bazıları çözümü, yeni gelenleri ürkütmekte bulmuş.

Sonuçta, bir san’at galerisinin açılışında düzenlenmesi pek olağan sayılan “kokteyl”i bahane eden bir güruh orayı basmış ve taşla, sopayla, bıçakla katılımcıları darmadağın etmiş.

Böylece herhalde “İstanbulluların san’ata ne kadar düşkün olduğunu”(!) göstermek istediler.

Tıpkı 1994’te Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in, müstehcen olduğu gerekçesiyle “Ben böyle sanatın içine tükürürüm” diyerek bir heykeli bulunduğu parktan kaldırtması gibi.

Neyse ki heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Altınpark’taki heykeli mahkeme kararıyla yerine kondu da, adaletin sillesi ayıbı düzeltti.

Gerçi “hoşgörü”yü, “ifade özgürlüğü”nü, “san’ata saygı”yı hepimiz çok savunuruz ama pratikteki durum maalesef o sözlerimizle pek uyumlu değildir.
Nitekim “sergi basma”, “konferans engelleme” gibi marifetlerimizi saymak hiç de zor değildir.

Böyle “hoşgörülü”(!) bir grubun, anımsayabildiğimiz ilk marifeti Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Basın Müzesi’nde açtığı ve “şeriat”la yönetilen ülkelerdeki kadın yaşamını gösteren fotoğrafların konulduğu serginin, aynı şekilde sopalı, takkeli bir güruh tarafından basılmasıydı.

Sonraki yıllarda -halen Ergenekon sanığı sıfatıyla Silivri’de yargılanan- bir avukatın yönettiği bir güruh, 2005 yılında açılan 6-7 Eylül olayları konulu sergiyi bastı.
Tanınmış piyano sanatçımız İdil Biret’in Aya İrini’de verdiği konseri izlemeye gelenler, verilen arada içki içiyorlar diye (ki müzik konserlerinde verilen arada içki servisi yapılması âdettir) basmaya kalkan “yaratık”lar da bizim “millî, mânevi değer” mücahitleri değil miydi?

Bahaneleri de ilkelliklerinin kanıtıydı.

Zaman zaman kalemimizin altına gelir, biz de yazarız. Galiba yine gerekti:

“Medeni” olabilmek, her şeyden zordur.
Yazının Devamını Oku

Bir yıkım hikâyesi

22 Eylül 2010
BİZ Türklerin iyi bilinen bir hasleti(!) vardır. Çok iyi kurumlar kurarız. Ama başarılı sonuçlar almaya başlayınca ondan bıkarız. Bir yolunu bulup ondan kurtulmaya bakarız. Ve herkes hayranlık duyduğu sırada biz kendi eserimizin cenaze namazını kılarız. ÖSYM’den söz ettiğimizi anlamadınız mı? ÖSYM biliyorsunuz Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi anlamına geliyor.

Söze devam etmeden yıkımlarımıza örnek verelim:

1930’larda kurulan Halkevleri bir büyük “kültür devrimi” kurumu idi. Onları 1951’de kendi elimizle mahvettik.

Köy Enstitüleri bizim gibi -o tarihteki tanımlamayla- “geri kalmış” ülkelerde büyük bir eğitim ve kırsal kalkınma kurumu olarak önce 1930’lu yılların sonlarında kuruldu. Çok kısa zamanda çok büyük bir kalkınma aracı olduğu görüldü. Başarısı bizzat kuranların başını döndürdü. Bu kurumları kendi ideolojilerinin fideliği olarak gördüler. Bu tepki doğurdu. Ve 1950’de Köy Enstitüleri’nin ocağına incir dikildi. 

Bu iki kurum yaşasaydı, Türkiye bugünkünden 50 sene ileride olurdu.

Siz bu listeye -Süleyman Demirel’in ifadesiyle- “son derece iyi kurulmuş” olan modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de ilave ederseniz yanlış olmaz.
Ama onun temeli sağlam olduğu için istedikleri sonucu yıllardır alamadılar. İnanıyoruz ki alamayacaklar da...

ÖSYM de öyle iyi bir kurum idi ama son Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) skandalı bu kurumun belini kırdı.

Bu defakinde “ÖSYM’yi ele geçirme” amaçlı ve uzun vadeli bir tertip mi daha çok rol oynadı yoksa sistemdeki zaaf noktalarını göz ardı eden ihmaller mi sebep oldu, doğrusu emin değiliz.

Eğer ÖSYM sistemini yasal bir zemine kavuşturmak amacıyla 3 yıl önce hazırlanıp hükümete sunulan yasa taslağı önemsenip Meclis’ten geçirilseydi; ÖSYM’ye yeter “kadro” verilseydi; sınava giren adayların ödemeleriyle oluşan maddi kaynağın 80 milyon TL’lik kısmı son 3 yılda YÖK’e (Yüksek Öğretim Kurulu) aktarılmasa da, “kopya” yeni teknolojilerin ve ekipmanların alınmasına harcansaydı, böyle bir skandalı yaşar mıydık?

Bu tabloya bakınca, özellikle de Türkiye’yi son derece meşgul eden “cemaat” örgütlenmelerine ilişkin hikâyeleri göz önünde tutunca insan ister istemez yukarıdaki ihtimalleri düşünüyor.

O ihtimallerin aydınlanması bilmiyoruz ne kadar zaman alır. Ama şimdi önümüzde somut olaylar var.

Anlaşılıyor ki “ortam dinlemesi” yoluyla, sorular da kaçırılmış, yanıtlar da öğrenilmiş.

Anlıyoruz ki bazı sınavlarda kopya çekileceği Emniyet teşkilatına önlem alınması için bildirilmiş. Dahası profesyonel “sınav çeteleri” oluşmuş.

Kendisinde bir kusur olmasa da, Prof. Yarımağan’ın görevden ayrılması bu durumda kaçınılmazdı. Ama ondan önemlisi yeni ve herkese “güven veren” bir sistemin tekrar nasıl kurulabileceğidir.

İyimser olabilir miyiz?
Yazının Devamını Oku

Gül karşı mı?

21 Eylül 2010
DOĞRUSU, bir hafta süreyle gazete okumayan, radyodan, televizyondan uzak duran bir insan sudan çıkmış balık gibi oluyor. Hele Türkiye’de gazeteci iseniz, durumunuz daha zor demektir. Ama telafi ederiz. Çünkü bizde sorunlar çözülmez. Çözülmeyince aynı konu bir süre sonra tekrar karşınıza çıkar. Nitekim daha önce de değindiğimiz Başkanlık sistemi -hoş henüz işin çok başındayız- New York’a giden Cumhurbaşkanı ile beraberindeki gazeteciler arasında konuşulmuş. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, özetle:

“Başkanlık sisteminin kongresi, yetkileri, seçim sistemi, kontrol dengeleme sistemi farklıdır.

Sadece yasa değil onun ötesinde farklılık olur. Milletvekillerinin seçim şekli farklı olur. Tarihimize baktığımızda biz Türklere sempatik gelebilir. Ama buradan da hakanlık, sultanlık anlayışı çıkmamalı. Avantajları da var. Parlamenter sistemin de avantajları var” demiş.
Mutat üzere sözlerini “Onun ya da başka sistemin lehine bir şey söylemek istemiyorum. Zamanı gelince tartışılır” gibi, “tarafsızlık” kokan bir cümle ile tamamlamış.

Cumhurbaşkanı Gül, bildiğiniz gibi “İki kere iki dört eder” gibi, itiraz olanağı bırakmayan bir üslup sahibidir. O nedenle yukarıdaki sözleri de “itirazsız kabul edilecek” türden görüşler gibi görünmektedir.

Ama cümlelerinin dokusundan anladığımız yanlış değilse Gül, “lehinde veya aleyhinde” konuşmak istemediği Başkanlık sisteminin “aleyhinde”dir.

Eğer öyle olmasaydı, “başkanlık” sisteminin bizde uygulanan “parlamanter sistem”den farklı yanlarına işaret ettikten sonra:

“Tarihimize baktığımızda biz Türklere sempatik gelebilir. Ama buradan da hakanlık, sultanlık anlayışı çıkmamalı. Avantajları da var. Parlamenter sistemin de avantajları var” demezdi.

Gerçi “başkanlık” sisteminin Türklere neden “sempatik” geleceğini anlayamadık. Daha doğrusu Cumhurbaşkanı’nın değindiği, “hakanlık, sultanlık” anlayışının “marjinal“ birkaç grup dışında kaç Türk’e “olumlu” göründüğünü bilmiyoruz.

Cumhurbaşkanı Gül, haklı olarak o sisteme göre yasama organı için yapılacak üye seçimlerindeki farklılık dahil pek çok farklılığın, “başkanlık” sistemiyle birlikte söz konusu olacağına değiniyor.

Doğrudur ama aslında, yasama organı (parlamento) üyeleriyle ilgili seçim sistemini veya kurallarını değiştirmek için “başkanlık” sistemine kadar gitmeye hiç gerek olmadığını hepimiz biliyoruz.

Türkiye’ye “gerçek” demokrasinin gelmesi için ele alınacak ilk iş, budur:

Adayları belirleme yetkisi, parti liderlerinin iki dudağından alınıp parti örgütüne veya parti üyelerine bırakılırsa sorun bizde de biter. Çünkü şimdi “lidervekili” olanlar ancak o zaman “milletvekili” olur. Üstelik o zaman, örneğin Parlamentonun, Radyo-Televizyon Üst Kurulu’na, Sayıştay’a, Anayasa Mahkemesi’ne gidecek üyeleri belirleme yetkisine kimse itiraz etmez. Çünkü o organlara giden üyelerin “tek seçici”nin keyfine değil, “milletin vekillerinin” tercihine göre belirlendiğini herkes kabul eder.
Yazının Devamını Oku

Seçilmiş padişahlık

12 Eylül 2010
BEKLİYORDUK ama Başbakan Tayyip Erdoğan’ın torbadaki turpları çıkarmak için bugün yapılacak halkoylaması sonuçlarını görünceye kadar sabredeceğini sanıyorduk.<br><br>Aldanmışız. Daha önce ağzından kaçırmış gibi, iğreti bir ifadeyle sözünü ettiği Başkanlık sistemine geçmeyi iyice aklına koyduğunu, önceki gün CNN Türk’e verdiği mülakattan öğrendik. Konunun teknik kısmına gelmeden, Başkanlık sistemine geçilirse nasıl bir  Türkiye’de yaşayacağımızı özetleyelim:
Tabii o sisteme boşuna değil Tayyip Erdoğan’ı “Başkan” yapmak için geçeceğiz. Sistemin gereği “hükümet etme” ile ilgili tüm yetkiler Başkan tarafından kullanılacağı için, öyle bir Türkiye’de Tayyip Erdoğan kısaca “Seçilmiş Padişah” olacak.
“Peki ya Başbakan? Bakanlar?” demeyin, Çünkü “Başbakan” değil ama “Bakan”lar olacak. Onları da Başkan, Meclis dışından, beğendiği adamları “Bakan” yaparak dolduracak.
Anlaşılan Parlamenter sistemin mekanizmaları tamamen unutulacak. Başkan ülkeyi, -aynen Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan günü kendi koltuğuna oturan Elgin Koçubaba isimli kız çocuğuna “Yetki artık senin, ister asarsın, ister kesersin” dediği gibi-  ister asarak, ister keserek yönetecek.
Eh... Türkiye’de bugünkü duruma bakarsanız, o zaman nelere tanık olacağınızı kolayca tahmin edersiniz.
Modelin “hukuki” boyutuna gelmeden değinmeye değer bir nokta daha var:
O sisteme geçilince anlaşılan, siyasi hayatımızda Abdullah Gül diye biri olamayacak.
Hukuki açıdan bakınca:
Başbakan Erdoğan’ın sözlerinden anlaşıldığına göre, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun tavsiyesine uygun olarak Fransa’daki “Yarı Başkanlık” sisteminden de esinlenen bir model getirilecekmiş.
Fransa’da güçlü bir “Başkan” ve bir de Parlamento’ya karşı sorumlu bir “Başbakan” var. Keza orada Başkan (yahut Cumhurbaşkanı) isterse “seçimlerin yenilenmesine” karar verebiliyor. Böylece “Başkan” aşırı güçlü hale geliyor.
Oysa Burhan Kuzu modelinde “başbakan yok”, yani “Parlamentoya karşı sorumluluk söz konusu değil” deniyor.
Doğrusu böyle bir modeli bizim aklımız almadığı için bunun “ne menem bir şey” olduğunu tanınmış Anayasa profesörü Erdoğan Teziç’e sorduk. “Rakının üstüne şarap koyarak içmek gibi bir şey olmalı” dedi.
Yeri gelmişken açıklayalım:
Bir önceki yazımızda Sayın Teziç’in görüşlerini aktarırken Jaques Chirac’ın “Meclis” tarafından seçildiğinden söz etmiştik. Chirac’ı da halk seçmiştir. Kısaca hata Teziç’e değil, bize aittir.
Konuya dönersek:
Her şey Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi gelişirse elbet Türkiye, “Başkanlık” sistemine de geçebilir.
Geçebilir de, o sistemin iyi işlemesi için “yasama-yürütme-yargı” erklerinin birbirine karışmaması temel koşuldur. Karışmazlar ama birbirlerinin gücünü dengelerler. Oysa bizde “hukuku” bile ayağına takılmış “pranga” sayan bir zihniyet egemen... Onun elinde “Başkanlık” neye döner?
Yazının Devamını Oku

Torbadaki turplar

11 Eylül 2010
ELEŞTİRİRİZ meleştiririz ama hakkını yemeyi istemeyiz. O nedenle Başbakan Erdoğan’a, Wall Street Journal’a verdiği demeç nedeniyle teşekkür borcumuz var. Çünkü -dün de değindiğimiz gibi- kendisinin “değiştiğini” zannedenlere “Ben 1994’te hangi görüşleri savunuyorsam, bugün de aynını söylüyorum” mesajını vererek tereddütleri giderdi.

Nitekim, “Bizim bir kimse aynı anda hem Müslüman hem de laik olamaz bakışımız aynı ve hiçbir şey değişmedi” demiş. Çünkü “Bir kimse laik olamaz”mış. Ancak “Devlet laik olur”muş. Kendisi “Müslüman -yani laik olması düşünülemeyen- bir Başbakan olarak, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin savunucusu” imiş.
Öteki sözlerine gelmeden bu nokta üzerinde biraz duralım:
Bu “İnsanlar laik olmaz, devlet laik olur” safsatası aynen Erdoğan gibi “laikliği” katiyen içine sindiremeyen Turgut Özal’a aittir. Hem o zaman hem de daha sonra Erdoğan’dan aynını duyunca defalarca söyledik ki:
Bir insan nasıl “demokrat” olursa, nasıl “liberal” olursa, nasıl “sosyalist” olursa aynen onun gibi “laik” de olur. Çünkü “demokrat” diye, “demokrasiyi” benimseyene, “liberal” diye, “liberal sisteme” inanana, “laik” diye de “laik sistemi benimseyip savunana” denir.
Ama siz “laikliğe -aslında- düşman” olduğunuzu gözlerden saklamak isterseniz böyle “İnsan laik olmaz, devlet olur” gibi, değil çocukların, kargaların bile güleceği bir gerekçeye sığınırsınız.
Ortada öyle bir gerçek varsa, hepimiz “laik Anayasal rejimin” Tayyip Erdoğan iktidarda kaldığı sürece çok büyük bir tehdit ve tehlike altında olduğunu görmeli, ona göre hareket etmeliyiz.
Gelelim öteki sözlerine:

Yazının Devamını Oku

Değişmediğinden emindik de...

10 Eylül 2010
GAZETECİNİN görevini “adam gibi” yaptığını daha ikinci sorusundan anlıyorsunuz.<br><br>Ciddiyeti ve kalitesiyle tanınan Wall Street Journal’ın (WSJ) bir mensubu Başbakan Erdoğan’la mülakat yapmış. Haftada en az beş mülakat veren Başbakan Erdoğan’a uzun yıllardır hiçbir Türk gazetecinin sormaya cesaret edemediği sorular yöneltmiş. Birçoğumuz gibi biz de, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1994’ten beri bildiğimiz Tayyip Erdoğan’ın, “Anayasal sistemle kavga etmekten vazgeçmek gerektiğini görünce” görüşlerini değiştirdiğini ve “demokratik rejimi benimsediğini” sanıyorduk değil mi?
Meğer böyle düşünenler kendilerini aldatır dururlarmış.
Bakınız arkadaşımız Razi Canikligil’nin özetlemesiyle WSJ’a dediklerini okuyalım:
 WSJ: 1990’lı yıllardaki konuşmalarda söylediğiniz bazı şeyleri muhtemelen bugün tekrarlamazsınız. Türkiye AB üyesi olmamalı söyleminiz, NATO’ya karşı olmanız, “Şeriatçıyım” ve “Müslüman ve laik olunmaz”. 90’lı yılların ortalarından sonuna doğru, dramatik bir şekilde değiştiniz. Niye ve ne zaman değiştiğinizi anlatır mısınız?
Erdoğan: Tabii ki... Bizim bir kimse aynı anda hem Müslüman hem de laik olamaz bakışımız aynı ve hiçbir şey değişmedi. Çünkü İslam bir din, laiklik ise bir din değildir. Bir kimse laik olamaz. Devlet laik olur. Bir kimse dindar veya Müslüman olabilir. Bu iki şeyi karıştırmamalıyız. Şu anda dindar bir Müslüman başbakan olarak, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı ve onun savunucusuyum.
Bu sözleri geçmişte başka liderler de söyledi. Eski Cumhurbaşkanı olan Özal ve Demirel’e baktığınızda, aynı açıklamaları görürsünüz. Ben söylediğim zaman tartışma yaratıyor.
Diğer konuya gelince... 1970’lerde AB’ye karşıydım. Neden, çünkü o dönemde Birliğe sadece bir pazar olacağımız, AB’nin de satıcı olacağı tezi vardı. (...) O dönemde AB değil, Avrupa Ekonomik Birliği vardı. Sonradan siyasi ve sosyal birliğe dönüştü. (...)
Şimdi onun vazifesi değişik, şartları değişik. Bizim, partimiz kurulduğundan beri, bu konuya bakışımız epeyce değişti. (...)
WSJ: Öyleyse 1990’lı yılların başından bu yana görüşlerinizi hiç değiştirmediniz?
Erdoğan: Tabii ki değiştim. AB’ye yönelik yaklaşımlarımda değişiklik olmasaydı, bugünkü gibi olmazdı. (...)
WSJ: Tekrar 1990’lara dönersek, demokrasinin hedef değil bir araç olduğunu söylediniz. Buna hâlâ inanıyor musunuz?
Erdoğan: Hâlâ aynı görüşteyim. Bence WSJ de aynı görüştedir diye umuyorum. Hedef insanların mutluluğudur. (...) Sadece demokrasi için söylemiyorum, tüm sistemler için konuşuyorum. Tümü araçtır. Hedef insanlık ve insanlığın mutluluğudur.
Mademki Başbakan “Bir insanın hem laik hem Müslüman olamayacağını” ısrarla söylüyor... Ve mademki “demokrasi” sonunda bir otobüs yahut tramvay türü bir araçtır şeklindeki görüşlerinin değişmediğini söylüyor... Biz de yarın onlarla ilgili düşündüklerimizi paylaşalım.
Yazının Devamını Oku

Oylamada hileyi önlemek

9 Eylül 2010
REFERANDUMA birkaç gün kala ister istemez insanın aklına, sandığa giren oyların başına bir şey gelip gelmeyeceği sorusu geliyor. Malum, bizim demokrasi “kör”dür, “topal”dır ama yeterince gelişmemiş demokrasilerle kıyaslarsanız bizde seçimlergöreceli olarak “temiz” geçer. Elbet istisnaları var. Onlara değineceğiz. Ama “göreceli olarak temiz” seçim yapma geleneğini, demokrasi tarihimizin en kirli seçimi olan 1946’dan alınan derslere borçlu olduğumuzu kaydetmeliyiz.
O seçim “kirli” idi ama o tarihte iktidarda olan CHP bundan ders aldı ve 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’yi iktidara getiren “gizli oy-açık sayım” ilkeli yasayı kabul edip uyguladı.
O tarihten sonraki 1957 seçiminde Demokrat Parti iktidarının kendi taraftarı seçmenlere -İstanbul’da ve bazı illerde- çift oy kullandırdığı iddia edildi ama konu resmi bir soruşturma sebebi sayılmadı.
1977 seçimlerinde “seçmen sayısı”nın bir öncekinden 3 milyon kadar fazla olduğu açıklandı ama bunun sonuçları etkileyen bir hile içerip içermediği tartışılmadı.
Keza o seçimle Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidara getiren 3 Kasım 2002 seçim akşamı tüm Türkiye’de elektriklerin yarım saatten fazla süre kesilmiş olmasının sonuçları ne kadar etkilediğini soran olmadı.
Bir de 1994’te Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu “yerel yönetim” seçimi var. Orada da özellikle CHP’ye verilmiş binlerce oyun şehrin muhtelif yerlerindeki çöp konteynerlerinden çıktığı bilinmektedir ama o oyların o konteynerlere nasıl girdiği hâlâ bilinmemektedir.
Keza 22 Temmuz 2007 Milletvekili Genel Seçimi’nde oy sayım sonuçlarını elektronik sistemle Yüksek Seçim Kurulu’na iletmek için kullanılan “SEÇSİS” isimli sistemin ne kadar “güvenilir” olduğuyla ilgili tartışmalar devam etmektedir.
Son olarak 29 Mart 2009’da yapılan Yerel Yönetim Seçimi’nde oy kullanan seçmen sayısının bir öncekine göre 6 milyon kadar yüksek olmasının nedeni henüz açıklanamadı.
12 Eylül’de yapılacak “referanduma” gelince:
“SEÇSİS” sistemi bugün de tartışılıyor. Nitekim Demokratik Sol Parti (DSP), Yüksek Seçim Kurulu’na başvurarak “Partilerin Yüksek Seçim Kurulu’nda uzman gözlemci bulundurmasını” istedi ama başvurusu reddedildi.
Konunun uzmanı CHP Adana milletvekili Tacidar Seyhan, “SEÇSİS”te uygulanan sistemin benzerinin “güvenilir” olmaması yüzünden Yunanistan’da terk edildiğini söyledi, tek çare olarak “Yüksek Seçim Kurulu tarafından sandık sonuçlarının da internette tek tek yayınlanmasını” önerdi ama henüz sesine kulak veren olmadı.
Şimdi geriye kalan tek çare var:
Parti gözlemcisi, görevli olduğu sandıkta sayım bitip sonuç ilçe seçim kuruluna götürülünceye kadar görevini terk etmeyecek. Bir de sonuçlara ilişkin tutanaktan bir suret alıp, partisine teslim edecek.
Yahut da kaybedince ağlamayacak.
Yazının Devamını Oku