İlber Ortaylı

Venedik, Bienal ve Marco Polo

12 Mayıs 2024
Venedik, bugün eski saraylarını koruma mücadelesinde. Bir konağı korumak az bir şey değil. Venedik’i korumak için İtalya gayretini tabii ki gösterecek. Ama dünyanın Venedik için gösterdiği gayret hiçbir şekilde istenen düzeyde değil... Venedik Bienali Türkiye Pavyonu hayli orijinal... Marco Polo, dünya tarihinin ilginç bir seyyahıdır. Milattan önce 13. asırdan beri kaleme alınan seyahatnameler var. Onların içinde Marco Polo’nunki en çok tartışılanı...

VENEDİK’teyiz. Mayıs ayının ilk onunda. Yağmur, alışılmamış bir olay değil. Yeni olan yağmurdan sonra Venedik’in muayyen sokaklarını ve başta San Marco Meydanı’nı suyun basması; anında plastik torbaları yetiştiriyorlar, suni çizmelerle geziyorsunuz. Elgiz Müzesi Venedik Bienali’ne bir ziyaret tertipledi müze dostlarıyla birlikte. Ama daha ilginci Demet Sabancı Çetindoğan’ın başkanlığını yürüttüğü T-One derneği, Elgiz Müzesi kurucusu Sevda Elgiz organizasyonunda, Venedik Belediyesi ve Pesce di Pace vakfı başkanı Nadia de Lazzari, Veneto bölgesi Türkiye fahri konsolosu Filippo Olivetti’nin işbirliğinde bir de konferans tertiplendi. Filippo Olivetti ve eşi Türklerin yoğun olarak bulunduğu Veneto bölgesinde Türkiye’yi çok iyi temsil ediyorlar ve yurttaşların işleriyle yoğunlukla ilgileniyor. Bir fahri konsolosun yapacağından daha fazlasını yerine getiriyorlar. Bunun dışında hiç şüphesiz ki Türk Hava Yolları’nın büyük desteği oldu. Milano Başkonsolosu Mehmet Özöktem’in de desteğini belirteyim. Konferansta Venedik Türkiye ilişkileri ele alındı. Asıl önemlisiyse Marco Polo’nun 700. ölüm yıldönümü.

SEYAHATNAMELER İÇİNDE EN ÇOK TARTIŞILANI ONUNKİ

Marco Polo, dünya tarihinin ilginç bir seyyahıdır. Seyahatname yazmak Mısırlı hekim Şinoe’den beri bir adet, yani milattan önce 13. asırdan beri kaleme alınan seyahatnameler var. Onların içinde Marco Polo’nunki en çok tartışılanı. Yüz elliye yakın kopya var. Bunlar matbaadan evvel yazılmış el yazmalarıdır. Marco Polo seyahatnamesinde birbirini tutmaz kelimeler var. Bazı olaylar yazılmamış. Mesela Çin Seddi’nden niye bahsetmiyor diyorlar. E oradan geçmedi çok açık. Ama buna karşılık banknottan (Çin ve Moğol banknotu ilginç bir gelişmedir ve ortaçağların harikasıdır), silahlardan, kağıttan bahsetmektedir. On üçüncü asırdan beri var olan bu seyahatname bazı atlaslara da -Barselona Atlası, Katalan Atlası gibi- yardımcı da olmuştur. Yalnız şu konunun üzerinde duralım. Kendisinden evvel gezenler vardır. Asya’dan bahsedenler vardır.

Mesela, Benjamin Tudela bir Yahudi seyyah olarak Bizans İmparatorluğu ve Türklerin bulunduğu bölgelerden geçti ve çok önemli bilgiler verdi, yorumlar yaptı. Kendisinden sonra Asya’yı gezenlerin içinde de en başta İspanya elçisi yani Katalunyalı Clavijo ve Bertrandon de la Broquiere (15. asır başı), Hans Schildberger (yine 15. asır başı) gibi seyyahlar var. İbn-i Battuta’yı hepimiz tanıyoruz. Türklerin bulunduğu Volga boyu ülkelere ilk giden İbn-i Fadlan’dır. Bu önemli eseri, muhteva ve analizini dünyaya Zeki Velidi Togan tanıttı.

Şunların üzerinde durmamız gerekir. Bazı konularda Marco Polo eğlenceli bir üslup hatta abartıya gidiyor. Eski seyahatnamelerde vazgeçilmez bir unsur. Ama bazı şeylerde de iyi bilgiler veriyor. Çin, Hindiçini, Endonezya ve Seylon Adası gibi olaylar üzerinde. Her halükârda Latinceyi dahi bilmeyen o çağlar için fazla münevver sayılmayacak biri ama iyi bir denizci ve babası gibi tüccar. Dünyadan ticaret kaybolsa, bizim Ömer Lütfü Barkan Hoca’nın dediği gibi, Venedikliler onu yeniden keşfederdi. Bu çok önemli bir unsur. Dolayısıyla Anadolu’da Trabzon ve İstanbul’dan başka bir yeri pek zikretmeyen, ki İstanbul da Haçlılar istilasından geçtiği için Ayasofya ve birkaç manastırın dışında çok aciz bir merkezdi, Anadolu üstündeki kervansaraylardan ve başka şehirlerden söz edemeyen bir yapısı vardır. İran’ı, Kubilay Han prenseslerinden birini İlhanlı Hanları olan kuzene götürdükleri, refakat ettikleri için tesadüfen gördü. Moğol İmparatorunun Çin’de olduğu (Kubilay Han zamanı) ve İran’da İlhanlılar hüküm sürdüğü önemli bir periyoda baktı. Bu nedenle kendisi daha evvelden bu bölgelere giden Plano di Carpini gibi rahiplerden bu yana tamamıyla gözlemci olarak bakan, kilise adamı olmayan biri. Bu bilgilerin çok yararlı olduğu bir gerçek. Ama bütün Orta Çağ yazıtları gibi ihtiyatla değerlendirilmesi gerekiyor. İkinci bir nokta üzerinde durmalıyız, bu bilgiler bizim için orijinal fakat her zaman için yan bilgilerle birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Unutmayalım, orta zaman tarihinin modern zamanlara geçişinde en önemli bir dönem. Türkiye’de bu gibi araştırmalara da bakılması gerekiyor ve bizim kendimiz bu kanala girmeliyiz.

Diğer çok önemli bir husus İstanbul tarihidir.

Yazının Devamını Oku

2. Dünya Savaşı sonrası dünya

5 Mayıs 2024
1950’lilerden beri dünya kirlenmeyi de hızlandıran yeni bir istismar ekonomisine girmiştir. Tabiatın tahribi artmıştır. Dünya kesif bir kirlenme ve asıl beteri beslenme krizine doğru gidiyor. Nüfusun artışında azalma bekleniyor. Ama bu herhâlde öbür çöküşü karşılayacak kadar olmayacak. Gelecekte su ve gıda problemi büyüyecek ve kavgalar bunun etrafında dönecek.

TAHRAN (28 Kasım-1 Aralık 1943) ve Yalta (4 Şubat 1945 - 11 Şubat 1945) konferanslarında mağlubiyetinden sonra Almanya’nın kaderi tayin edilmişti. Franklin D. Roosevelt Tahran’da Almanya’nın ve Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndaki suçlu rollerinden dolayı tehlikeli ulus olduğunun anlaşıldığını bu nedenle Almanya’nın tamamıyla bir ziraatçı ve endüstrisi olmayan memleket hâline getirilmesi tezini ileri sürdü. Winston Churchill bu konuda sessiz kaldı. Stalin ise bir Alman hayranı olduğunu gösterdi; belki strateji bunu gerektiriyordu; Almanya’nın ayakta kalmasını istedi ve Roosevelt’in modeline hiç iltifat etmedi.

Yalta Konferansı / Winston Churchill - Franklin D. Roosevelt - Stalin

Yeni Almanya pek de gerçeği yansıtmayan; daha doğrusu demokratik gelişimine faydası olmayacak federal bir sisteme bürün-dürüldü. Bu gerçek bir federalizm değildir. 1948’de Batılı müttefiklerin işgalindeki Almanya bir cumhuriyet olarak böyle kuruldu. Konrad Adenauer Nazi hayranı olmayan ve onlarla geçinemeyen bir muhafazakârdı (Köln Belediyesi eski başkanıydı). Hitler’in maliye nazırı olan Dr. Hjalmar Schacht da arka planda bu yeni cumhuriyetin iktisadi sorunlarını çözen biriydi. İki ihtiyarın gizli - açık işbirliği vardı ve kuru-cu oldular.

Hitler

SAVAŞTA BİLİM İNSANLARINI MUHAFAZA ETTİLER

Yeni Almanya’nın sıfırdan kurulması sonradan çıkarılmış, abartılan bir kasidedir. Savaş sırasında en mühim üretim unsuru insandır. He-saplı biçimde cepheye sürülenlerin arasında ne o günkü Almanya’nın ne de geleceğin Almanya’sının kolay gözden çıkaramayacağı mühendisler, fen ve bilim insanları cephe gerisinde muhafaza edilmiştir. Hatta ileride Amerikan sanayiini ve harp sanayiini geliştirecek uzmanlar bile böyle ortaya çıkmıştır. Tabii ki Sovyetler Birliği de Doğu Almanya’daki insan kaynağını aynı şekilde kullanmıştır. Yeni Almanya’nın düzenli toplumu müttefik Batılılardan bile daha hızlı bir şekilde örgütlenmeyi becerdi. Daha savaş içerisinde zarar gördükçe hızla onarılan tesisler (meskenler değil) yeniden üretime geçti, savaş sonrası dünyanın ihtiyacını karşılamaya başladı. Fabrikaların dirilmesinden işçiler ve işverenler birlikte çalıştı. Bu nedenledir ki 1948’de kurulan cumhuriyetin sıfırdan inşa edilmediği açıktır. Malî reform; yani bütün tasarrufları silen ve herkese geçerli bir miktarı bağışlayan tedavüldeki paraların fiilen lağvı ve belirli karşılığı olan meblağın yurttaş başına 75 DM verilmesi gibi acı bir ilaçtı. Marshall Yardımı en rasyonel olarak kullanılabildiği ülke Almanya olmuştur. Askerî harcamaların yapılmadığı, kapitalist (hür dünya) veya komünist (esir dünya) diye ayrılan iki blok arasın-da Batı Almanya savaş masraflarından da oldukça kurtulmuştur. Ordusu çok sınırlıydı. Aynı şansın Doğu Almanya için olduğunu söylemek mümkün değildir.

Uzak Doğu’da da Japonya benzer bir durum yaşadı. Savaş sonrası komünizm Birinci Dünya Savaşı’ndan farklı olarak en önemli problem hâline gelmiştir. Dünyanın nüfus olarak yarıya yakını, coğrafya olarak da önemli bir kısmı yeni bir bloğun içindeydi. Soğuk Savaş dönemi Batı’da sosyal harcamaların felaketi önleyici maksatlarla bir ölçekte arttırılmasını bir yandan da komünizm korkusu-nun birlikte artmasını sağladı.

Demokrasiler ilginç bir döneme girmişti. 1 Mayıs’ın işçi bayramından çok bahar bayramı olması adı öyle konmasa da bir sokak şenliği hâline çevrilmesi Türkiye’de de “bahar ve çiçek bayramı” denmesi böyle bir anlayışın örneğidir. Aslında “1 Mayıs’ın” ortaya çıkışı herkesin bildiği gibi Amerika’da kanlı biten ilk büyük işçi mitinginin yıldönümü olmasından ileri gelir.

Yazının Devamını Oku

Yeşil Bursa!

28 Nisan 2024
1963 yılında henüz lise ikinci sınıf öğrencisiyken gördüğüm Bursa bir rüyaydı. Ahalisinin zarafeti, ucuz otellerin bile sakız gibi temizliği yemeklerin çeşnisi, ister gündüz ister akşam vakti olsun yeşillik, yeşillik, yeşillik... O yeşilliğin içinde şehrin panoraması başka renk ve asaletti. Ecdadın niye burayı başkent, payitaht olarak seçtiği, fethi için Osman Gazi’nin neden bu kadar heyecanlandığını anlamamak mümkün değildi. Bu kadar önemli bir vilayetin bugün dahi aynı öneme sahip olmasına rağmen sanayi ve tarım çevreleri açısından hâlâ ciddiye alınmaması bir faciadır.

11 Eylül 1922’de Bursa şehri iki yıllık Yunan işgalinden kurtuldu. Bu işgal tıpkı İzmir gibi fakat daha gürültüsüzce tamamen İngiliz Yüksek Komiserliği’nin tertiplediği bir operasyondu ve İstanbul’un yanında Bursa’nın açıkta ve kontrolün dışında bırakılması onlar açısından uygun görülmemişti.

Mücadele uzun sürmüştür. Bursa’nın kurtuluşu bizde artık manasını yitiren birtakım yerlerin kurtuluşundan bahsetmekten epey farklıdır. Bursa, İstiklal Harbi’mizin önemli bir merkezidir. İstiklal Harbi’mizin merhum ve muhterem komutanları arasında Bursa-Antalya-İzmir hattı konusunda farklı mütalaalar ileri sürülmüştür. Anadolu’da birçok yerin kurtuluşundan sonra bu bölgeyi de zorlamanın bizi aşacağı ve başarısızlık söz konusu olduğu belirtilmiştir. Batı Anadolu hattının kurtulması ani ve “yıldırım harekâtı” denen harekât planlarıyla önplanda Mustafa Kemal Paşa’nın başarısıdır. Türkiye mareşali asıl bu safhada yeni Türkiye’nin dâhi bir komutanı ileri görüşlü insan olduğunu ispat etmiştir.

6 Nisan 1326’da Söğüt ve Bursa’yı başkent edinen küçük Osmanlı Devleti evvela, Koyunhisar Muharebesi (Bafeon) ile 1304’te bir kuvvet ve devlet olduğunu ispat etmiştir ve Batı Anadolu’da Bursa’nın etrafındaki birçok yeri ilhak etmeye başladıktan sonra Osman Gazi’nin tam ölümü anında Bursa’nın fethi Orhan Gazi tarafından tamamlanmıştır. Sultan Orhan sikkesi basılan ve Bursa gibi önemli bir merkezi fetheden ayrıca da Doğu Roma imparatorunun kızı Holofiera’yla Kantakouzenoslardan gelin getiren biridir. Bu ûnvan ortaçağlarda önemliydi. “Sultan” ûnvanını kullanmıştır ve ondan o şekilde bahsedilmiştir. Bu artık Türk İmparatorluğu’nun kuruluşunda ilk beylik (principote) devrinin kapanmasıdır. Bundan sonra tahtı devam ettirenler Hüdâvendigâr ûnvanlı I. Murad ve Yıldırım ûnvanlı I. Bayezid’dir.

İSTANBUL’UN KADERİNİ YAŞIYOR

Bursa her hâliyle Osmanlı mülküne intibak etmiştir ve mazideki kalıntılarına rağmen tipik bir Osmanlı şehri olarak ortaya çıkmıştır. Bereketli bir bölgedir. Bugün de öyledir. Mesela İnegöl’ün mobilyacıları bile neredeyse Çukurova kadar ihracat geliri getirmektedir. 1960’lardan itibaren acele bir kararla otomotiv sanayii oraya kuruldu. Bunda bölgeye yerleşen Tuna Boyu Türklerinin içinde mekanik ustaların bulunması başlıca rolü oynamıştır. Dokuma sanayii konusunda da önemli bir bölge. Ne var ki Bursa’nın geleceğini karartan da bu otomotiv endüstrisi oldu. Şehrin etrafında dünyanın en bereketli bahçeleri ve tarım alanları yutuldu. Aşırı nüfus artışı bugün Bursa’yı problemli şehir hâline getirmiştir. İstanbul’un kaderini yaşamaktadır.

1963 yılında henüz lise ikinci sınıf öğrencisiyken gördüğüm Bursa bir rüyaydı. Beni çarpmıştı. Ahalisinin zarafeti, ucuz otellerin bile sakız gibi temizliği yemeklerin çeşnisi, ister gündüz ister akşam vakti olsun yeşillik, yeşillik, yeşillik... O yeşilliğin içinde şehrin panoraması başka renk ve asaletti. Güneşli havalar kadar sisli havalarda da Bursa efsanevi şehirdi. Ecdadın niye burayı başkent, payitaht olarak seçtiği, fethi için Osman Gazi’nin neden bu kadar heyecanlandığını anlamamak mümkün değildi.

Bugün o şehrin yarattıklarından geçiniyoruz ama o yarattıklarımız bir yerde altın yumurtlayan tavuğu kesmek gibi.

Yazının Devamını Oku

Türkiye kıyıları ve milletimiz

21 Nisan 2024
Galata Projesi maalesef çok müsrif bir kullanımdır. Kıyının bir köşesine sığınıp etrafı seyredecek gençleri, talebeleri, orta şeker insanları sıkıntıya soktular. Bu yetmezmiş gibi o dar alanın önüne bile bir nehir ziyafet gemisi monte edildi. Bu meseledeki en büyük rezalet bu lokanta gemisini işleten şirketin bir de rıhtımı kendine “özel” diye ayırması, halkın geçişini engellemesi. Bu haydutlukların bitmesi lazım. Kıyıları mümkün mertebe halkın gezebilmesine açmalıyız.

TÜRKİYE kıyılarının eni boyu bellidir. Uzunluk itibariyle ne Yunanistan ana kıtası ve adalar kadar geniş ve bakir sahillerimiz var, ne de İtalya kadar. İspanya’nın nüfusu ise neredeyse bizden yarıdan azdır. Daha Turgut Özal’ın devrinde Türkiye turizminin öncülerinden merhum Mukadder Sezgin kıyılara rastgele otel yapılması, bunun için krediler açılması, kıyıların kullanılması konusunda eli sıkı (muktesit) davranılması için gerekli raporları verdi.

Şimdi nüfusumuz 80 milyonu aştı. Belki daha da büyüyecek ama kıyılarımız büyümüyor ve Karadeniz’in kıyıları ile Akdeniz’in kıyıları, Ege ve Marmara arasında hem iklim bakımından fark var hem de Marmara’da olduğu gibi nitelik açısından fark var. Çünkü bizim kuşağın şahane Marmara Denizi artık kirlilik içinde.

Hâl böyleyken kıyılarla ilgili anayasal hüküm ortada. Kıyılara bina yapılması hoş mümkün değil ama bunu dinleyen yok. Sık sık hem de turizm otoriteleri tarafından otellerin hem tabiatın dengesini bozacak hem kıyıları kapatacak şekilde her yere yapıldığı görülüyor. Bu alışılagelmiş gibi görünüyor. Ne var ki alışılagelmiş gibi değil. Mukadder Sezgin raporunda 1980’lerde belirtildiği gibi Türk halkı gittikçe denize yönelir oldu. Bu onların hem hakkı hem de sağlık bakımından, eğitim bakımından görevi. İnsanlarımızı etraflarındaki denizi tatmak ve hayatlarına almak durumundalar. Çok yakın bir gelecekte bu açıdan kriz yaşanır.

Benim ister istemez sık sık tekrar ettiğim General Franco’nun işi sosyalistlere bile bırakmadan kıyılarda üzerindeki sert uygulamasını ve prensiplerini zikrediyorum, kıyılara bina yapılmıyor. İspanya’da kıyıları kullanmak durumunda olan art plandaki lüks oteller ancak oraya markalı şezlonglarını koyabilirler. Hepiniz artık gezmeye başladınız, İspanya’da kıyılar nasıl kullanılıyor gözlerinizle görüyorsunuz. Eğer böyle yapılmaz ise önemli gerilimler hatta çatışmalar çıkar. Çatışmaları engellemek sadece İçişleri Bakanlığı’nın görevi değil, başka kurumlardaki insanlarımız da kurallara uymak zorunda.

Kıyıların korunması bakımından bugünlerde yeni CHP’li belediyelerden Beyoğlu Belediyesi ve Başkanı İnan Güney önemli bir karar aldı. Galata Projesi maalesef çok müsrif bir kullanımdır. Baştan ayağa lüks restoranlar, Kılıç Ali Paşa Camii ve Nusretiye’ye bile zarar veriyor. Alımlı restoranlar, kafeşantanların bulunmasına kimse itiraz edemez ama bütün sahilin birbirine benzeyen blok binalarla dolu olması bence isabetli bir karar değil.

BU HAYDUTLUKLARIN BİTMESİ LAZIM

Boşuna konuşmayayım;

Yazının Devamını Oku

Divanhane’nin geleceği

14 Nisan 2024
Kasımpaşa’daki Divanhane, Deniz Kuvvetleri Yüksek Konseyi gibidir. Geniş bir binadır. Bakımı da son derece zordur. Şu ara zaten yeniden bir restorasyon geçirdi. Ne olacağı konusunda kamuoyunda tartışmalar sürmektedir. Divanhane’nin tarihçiler tarafından teklif edildiği gibi Deniz Kuvvetleri Müzesi olması uygundur. Çünkü Beşiktaş’taki Deniz Kuvvetleri Müzesi artık fonksiyonunu yerine getiremeyen bir yapı haline dönüşmüştür. Buraya nakli daha doğru olur.

Osmanlı zamanında denizcilerin yerleştiği bölge esas itibariyle Kasımpaşa, Dolapdere ve bugün maalesef Polat İnşaat’ın Piyalepaşa İstanbul adlı sitesinin ve Kasımpaşa Büyük Piyale Paşa Camii’nin yer aldığı bölgedir. Bu bölgenin mülki ve idari amiri de Kaptan Paşa’dır. Yani oradaki karakolhanelerde oturanlar adı üzerinde Yeniçeri karakollukçularının değil, doğrudan doğruya donanma leventlerinin ve onların başındaki ricalindir. Semtte de zaten ekseriyetle donanmaya mensup insanlar otururlar. Bu 19. asırda da böyleydi. Hatta bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde de birtakım bahriye subayları Kasımpaşa’da otururlardı.

TİPİK BİR OSMANLI MAHALLESİ

Kasımpaşa fakirin, zenginin okumuş ile okumamışın bir arada bulunduğu tipik bir Osmanlı mahallesidir. İstanbul’un en renkli yerlerindendir ve İstanbul’un her semti gibi onun da kendine has bir şivesi vardır. Bu şive daha çok birtakım argo kelimelerden de oluşur. Şaşılacak bir şey değil. Osmanlı donanması lügat olarak İtalyanca kullanırdı. O yüzden dilimizdeki birtakım İtalyanca kelimeler, donanma deyimleri gibi hayatımıza girmiş. “Façanı alırım”, “Bu işin raconu budur” gibi laflar da Kasımpaşa sayesinde Türk diline girmiştir. Yani “façanı alırım” yüzünü yırtarım demek; “bu işin raconu” doğrusu budur demek. İtalyanca “ragione”den gelir.

Divanhane’nin yerindeki Osmanlı Bahriye Nezareti diyeceğimiz bölümü ilk defa Cezayirli Hasan Paşa yeniden teşkil etmiştir. Daha evvelden burada kaptan paşalık yok demek değildir. Divanhane Bahriye zabitlerinin, amirallerin Kaptan Paşa başkanlığında toplandıkları Deniz Kuvvetleri Yüksek Konseyi gibidir. Donanmanın bütün zabitleri, ofisleri, mali bölümleri de orada bulunurdu. Geniş bir binadır. Bakımı da son derece zordur. Şu ara zaten yeniden bir restorasyon geçirdi. Şu an ne olacağı konusunda kamuoyunda tartışmalar sürmektedir. Osman Öndeş “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Divanhane ve Bahriye Nezareti Müzesi” olarak tüm milletimize, devletimize armağan edilmesinin uygun olduğunu deniz tarihi alanında önemli bir uzman olarak söylemektedir.

Divanhane’nin tarihçiler tarafından teklif edildiği gibi Deniz Kuvvetleri Müzesi olması uygundur. Çünkü Beşiktaş’taki Deniz Kuvvetleri Müzesi artık fonksiyonunu yerine getiremeyen bir yapı haline dönüşmüştür. Üstelikte trafiği tıkamaktadır. Buraya nakli daha doğru olur.

Kaptan Paşalık yine adı üzerinde Kaptani Paşa yani Bahriye’de Bahriye kuvvetlerinin komutanı, Divan-ı Hümayun azası olan büyük amiralin ofisidir. “Kaptan Paşalık” ismi Sultan Abdülaziz devrinde kaldırıldı ve Bahriye Nezareti’ne çevrildi. Kayserili Ahmet Paşa ki Kaptan Paşa’ydı bu unvan ve isim değişikliğinden hiç hazzetmedi. “Bahriye Nazırlığı” gibi bir ismi istemediğinden darbenin taraflarından biri olduğu bile söylenir.

RASTGELE GELİŞİME TERK EDİLMEMELİ

Kasımpaşa İstanbul demektir.

Yazının Devamını Oku

Sandıktan ne çıktı

7 Nisan 2024
Seçmen profili değişiyor. Siyasete küskün olan gençlik bile iş belediye seçimine gelince daha çok ilgi duydu. Kadın belediye başkanları sayıca arttı; ama hâlâ oran Millet Meclisi’nin altında. Medya ve küçük istisnaisiyle kamuoyu ölçüm şirketleri Türk halkının gözünde yara aldı. Ümidimiz bu seçimde olumlu belirtileri görülen genel merkezlerin “Biz kimi istersek o aday olur, gösterdiğimiz aday da kim olursa olsun kazanır” sloganını unutmaları gerektiğidir çünkü abes zihniyet her tarafta ilk darbeyi yedi.

BELEDİYE seçimleri çok az kişinin umduğu kadar CHP’nin galebesiyle sonuçlandı. Bu sonuçtan ders alması gerekenler umumî söylemin aksine politikacılardan ve hükûmetten evvel sorumsuzca konuşan, propaganda yapan, kamuoyunu çocuk yerine koyan basın ve medyadır. Medya ve küçük istisnaisiyle kamuoyu ölçüm şirketleri Türk halkının gözünde adamakıllı bir yara aldı. Herkes daha dikkatli yazmak ve haber vermek durumunda.

İkincisi bürokrasiyi oluşturan nepotizmin (adam kayırmacılığı) çıkış noktası olmadığı anlaşıldı. Kimse Türkiye’yi kayırma ve yerleştirme yöntemleri ile ele geçiremez. Güney Amerika usullerinin eski bir imparatorluğun kalıntısında sökmeyeceği, önünde sonunda patlak vereceği açık. Eğer ciddi tedbirler alınmazsa doğacak sonuçların herkes altında kalır.

Şüphesiz ki seçimden galip çıkan parti dahil herkesin belediyelerin muhtariyetine saygı duyması gerekir. En başta belediye başkan adaylarını tayin etmekten genel merkezlerin vazgeçmesi şarttır. Eskişehir’de Büyükerşen Hoca’nın tasvibiyle adaylığa konan Ayşe Ünlüce Hanım ümit vadediyor. Tebrik ederiz. İnşallah selefinin yolunda, onun mirasını iyi değerlendirecektir. Nitekim Büyükerşen’in yarattığı kurumları ve manzarasıyla âdeta bir Orta Avrupa şehrine dönen Eskişehir’in bu niteliğinin kaybı çok acı tepkiler yaratır. Eskişehir’in gelişen hâli civar kasabaları da etkiledi, CHP’ye rey verenlerin sayısı arttı. Başarılı belediye olan Sivrihisar’da CHP az farkla kazandı. Fakat bu zamana kadar AK Partili belediye başkanı yaratıcı biçimde çalışmıştı.

ANKARA’YA ÜMİT VERDİ

Üçüncü kere Fatma Şahin Hanım Gaziantep Belediye Başkanı oluyor, olumlu ve yapıcı. Bana sorarsınız en olumlu yanı da belde başkanlarıyla çok uyumlu çalışması. Belediye seçimlerinin yükselen gerçek portresi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’tır. Küçük tarihî bir beldeyi diriltti, Ankara’ya da ümit verdi. Cumhuriyet’in başkentini sessiz sedasız reklamdan uzak bir biçimde daha iyi yerlere götüreceği açık. Seçimi şöhret değil hatta destek de değil çalışmak ve didinmek kazandırır. Safranbolu’da her dakika halkın içinde esnafın önünde turizmin getireceği olumsuz unsurları ustalıkla önleyen Elif Köse Hanım tekrar başkan. Antalya ikinci kere Muhittin Böcek Bey’i seçti. Aydın halkı her şeye rağmen tenkitleri dinleyen, eksikleri anında düzeltmeye çalışan Özlem Çerçioğlu Hanım’a belediye başkanı olarak güvenoyu verdi. Tokat belediye başkanlığına Recep Yazıcıoğlu valimizin oğlu Mehmet Kemal Yazıcıoğlu seçildi. Örnek, yaratıcı bir idareci ve güvenilir bir devlet adamı olan babasının mirasını devam ettireceği açık. Tokatlılar isabetli bir seçim yaptı. Bilecik Belediye Başkanlığı’na Melek Mızrak Subaşı seçildi. Bu güven oyudur. Kadın belediye başkanlarının sayısının artması yerel yönetimler için olumlu bir gelişme ve etkisi kısa zamanda görülecektir. Üsküdar, İstanbul Şehir Hatları A.Ş’nin başarılı eski Genel Müdüresi Sinem Dedetaş’ı seçti. İsabetli bir seçim, iyi çalışmalar...

YEREL DEMOKRASİYE DÖNÜŞ

İLK

Yazının Devamını Oku

Türk Tarih Kurumu

31 Mart 2024
Bizim Tarih Kurumu’nu taşıyacaklar. Lüzumsuz bir tasarruf. Biz aksine kendi kafalarımızda Türk Tarih Kurumu’yla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni yan tarafta boşaltılan Olgunlaşma veya eski adıyla İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nün binasıyla birleştirip Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin arkasındaki saçma sapan kısmı yıkıp Bruna Taut’un, Turgut Cansever’in Cumhuriyet mimarlarının özgün eserlerini bir arada Ankara Üniversitesi’nin Atatürk Bulvarı kampüsü gibi Beşerî Bilimlerin beynelmil, unutulmaz bir merkezî olarak planlamıştık. Şimdi ise bu dala el atanlar daha başka yapmışlar. Şehrin ta dışında kutup yıldızı gibi beş köşeli bir bina yapmaya başlamışlar ki bana kalırsa hiçbir işlerliği olmadığı temininden belli oluyor.

TARTIŞMASI bile lüzumsuz. Târîh-i Osmânî Encümeni’nden sonraki kademeyi temsil eder. Târîh-i Osmânî Encümeni bir mecmua çıkarırdı. Yapabildiği şey bazı metinleri yayımlamaktı. Şüphesiz ki Arap harfleriyle yetişen nesiller ve Osmanlıca dediğimiz bürokratik dili bilenlerin daha fazla şeyler yapmaları ve geliştirmeleri mümkündü ama bu saygın faaliyetler bugün Türkiye’deki genç kuşak tarihçilerin yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek durumdadır (sayı olarak, devir olarak, araştırma alanı olarak).

Âsâr-ı Atika Müzesi, Osman Hamdi Bey ve yardımcıları arkeolojik kazı yapmışlardır; bunu biliyoruz. Mesela Aziz Bey’in kızı sonraki Perge’nin kazıcısı Prof. Jale İnan’dır. Dolayısıyla ikinci kuşak arkeologlardan bahsederken çok küçük bir grup da olsa Türkiye’de tarihçilik bakımından üzerinde durmalıyız. Ama şurası bir gerçek ki Türkiye’de kazıları genişleten, bu kazıları üstelik filolojik materyalleri değerlendirerek gerçekleştiren kurum evvelen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve onun yanıbaşında İstanbul Edebiyat Fakültesi’ydi. Bugün artık Yunan-Roma alanında epigraf yetiştirmek, Hititoloji dalında tanınmış uzmanlar yetiştirmek ve Sedat Alp gibi bir Hititolojinin babasından söz etmek mümkündür. Bütün bu faaliyetin içinde 15 Nisan 1931 tarihinde kurulan Türk Tarih Kurumu’nun rolü başta gelir.

ANADOLU SELÇUKLU MEDRESELERİNDEN ESİNLENDİ

Benim ilk gençliğimde bu kurum, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin birinci kattaki konferans salonunda çalışırdı. Genel sekreter ve birkaç memur bitişikteki odadaydılar. TTK’nın unutulmaz kütüphane müdürü ve gerçek anlamda bir kütüphaneci olan merhume Mihin Eren Lugal müdire olarak yardımcılarıyla birlikte orada otururdu. Kütüphanenin bastığı eserler fakültenin bodrum katında sergilenir, satışı oradan yapılırdı. Müracaat kitapları salonun içindeydi. Seneler sonra yan tarafta millî mimarimizin önemli simalarından Turgut Cansever’in Anadolu Selçuklu medrese modellerinden esinlenerek yaptığı ve sonraları iyi ve kötü taklitleri çokça görülen bir mimarî üslupta bina ortaya çıktı. Cansever hakiki bir sanatçıdır. Binanın hiçbir köşesi lüzumsuz ve hiçbir köşesi de ihtiyaca cevap veremeyecek kadar aciz değildi. Hatta çalışma odalarındaki raflar, masa ve sandalyelerini bile tersim etmişti. Bunlar bugün yok olmuştur, nereye gittiğini çok merak ediyorum. Çünkü bence hakiki sanat eserleriydi. İddialı boyutları olmayan ama göze çarpan, tevazularında ihtişam olan çalışma masaları.


Türk Tarih Kurumu Başkanlığı Binası

Türk Tarih Kurumu dört yılda bir yapılan kurultayları dışında 1960’lardan sonra beynelmilel konferanslara da açıldı.

Yazının Devamını Oku

Üniversitelerimiz

24 Mart 2024
2018-2022 yılları arasında 1 milyon 967 bin üniversite öğrencisi okulu bırakmış. Burada bütün kusur YÖK’ün kontenjanları artırıp talebelerin eğitim hayatını zorlaştıracak bir sorumsuzlukla haddi aşan bir kapasiteyi yüklemesidir. İkinci sorumluluk tabii ki YÖK’ü aşar; malî imkânı bulunmayan öğrenciler hayatın zorluğu karşısında devlet üniversitelerinden ayrılıyor. Çözüm açık; ama onu yürütmeye niyet var mı?

TÜRKİYE’nin 2018-2022 yılları arasındaki beş yıllık yüksek eğitim istatistiklerine göre; bu süre içinde 1 milyon 967 bin üniversite öğrencisi okulu bırakmış. 2015 yılında 98 bin öğrenci üniversiteyi bırakırken bu sayı beş yıl sonra 390 bin hemen hemen 400 bin oldu. Son yıl, yani 2023’te ise sayının daha da artacağına dair işaretler var. Hazin bir tablo... Bunun birinci nedeni ise YÖK’ün üniversitelerin kontenjanını popülist bir politikayla devamlı artırması.

Meslektaşlarımıza bir noktayı anlatamıyoruz; zekâ ve gayret bir ana babanın dört çocuğu arasında bile aynı olmaz. Birisi ne yapsan etsen tırmanır işini yapar, öbürüne yalvarsan da tam anlatamazsın. Buna karşılık hiçbir çocuğunuzu felakete bırakmanız gerekmez. Birisi matematik şampiyonudur, biri müzik. Öbürü ise kabiliyetini keşfedersen eline aldığı çekiç, keski ile harikalar yaratan bir marangoz olur.

ELİT KAVRAMI

Türkiye’de elit (seçkin) kavramı çok değişik. Paralı insanların ehliyetsiz araba kullanan çocuğunu bu gruba sokuyorlar. Çocuklarıyla üst sınıf üyeliklerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Seçkin olmak için bürokrasinin üst kesimlerinde oturacaksın. Bir ilkokul öğretmeninin harikalar yaratacağına, insanların zihninde yer edeceğine inanmıyorlar. Bu mutlaka üniversite hayatının parlak hocalarından biri olmalıdır. Bana ve kime sorsanız hayatımızın en önemli ve başarılı öğretmenini ortaokul sıralarından, lise sıralarında gördüklerimizden seçeriz. Bana göre en seçkin ve becerikli insanlardan biri rahmetli döşemeciler kahyası Hüsnü Usta’dır. Zanaatına getirdiği teknik ilaveler ve yaptığı eserler hâlen hatırlardadır; “Hüsnü Usta dikişi” gibi. Bu beynelmilel sosyolojide Gaetano Mosca ve Vilfredo Pareto elit teorilerinde de belirlenen bir durumdur. İş bölümüne göre sınıflanan dikeyine sınıfların üstündeki insanlar seçkini meydana getirir.

Türkiye halkının iyi çocuğun hukuk fakültesinden çıktığına dair sabit fikrini değiştirmesi lazım. Sayısı 200’e yaklaşan hukuk fakülteleriyle gülünç bir rekor düzeyindeyiz. Bu, Avrupa’daki en yüksek üniversite sayısıdır. Bu rapora göre talebe terkinin yaygın olduğu ilk 25 üniversitede özel okullar pek göze çarpmıyor ama kuyruk aşağı doğru indikçe çarpacaktır. Hazin olan bu değil; ilk 25 üniversitenin içinde Anadolu Üniversitesi 78 bin, sonra 65 binle Antalya Akdeniz Üniversitesi, Ankara Gazi Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi geliyor. Marmara Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve İzmir Ege de üst sıralarda.

Görüşümü bildireyim; Anadolu Üniversitesi iyi bir kurumdur, Gazi Üniversitesi de pekala yetiştirdikleriyle bürokraside ve özel sektörde göze çarpıyor. Antalya Akdeniz Üniversitesi ise tıp fakültesi, tarih ve arkeoloji bölümleri ile sınırları aşan bir şöhrete sahip. Ankara Üniversitesi’ne de denecek yok. Marmara ve Ege Üniversitesi de gidiyor.

Yazının Devamını Oku