Serdar Turgut

Halk yalakalığını bırakın artık

16 Ekim 2002
<B>BİR </B>topluma en fazla zarar veren insanlar her fırsatta halk yalakalığı yapanlardır. Hep süslü püslü laflar kullanılır halk yalakalığı yapılırken.

Soyut, genel laflar kullanılır ki bu yalakalığın temelindeki bozukluğu görenler de susmak zorunda kalsınlar, kalabalıkları gerçek nitelikleriyle dile getirmekten korksunlar.

İşin acı tarafı, özellikle bizim memlekette konuşmalarında durmadan ‘‘halk şöyle halk böyle’’ diye söylenip duranların, özel yaşamlarında halktan en kopuk ve dahası iş pratikte ilişkilere geldiğinde halktan en az hoşlanan insanlar olmasıdır.

Bu iki yüzlü tavrı tespit edebilmeniz için ‘‘halk söylemi’’ yapanları tanımanız gerekir; çünkü onları tanımazsanız yalanlarına kanabilirsiniz. Ancak tanıdığınızda da mideniz bulanır gerçekten; çünkü teorik düzeyde güzel laf konuşur görünmek için ne kadar büyük bir aldatmaca içinde olduklarını fark edersiniz.

Bizim memlekette Marksist düşüncenin, gerçek sol söylemin hiçbir zaman taraftar bulmaması, buna karşılık faşizmin her zaman güçlü olabilmesinin temelinde de bu yatar.

Faşist en azından laf söylediği kalabalıkların gerçek ruh halini iyi tespit etmiştir; ‘‘halk yalakaları’’ gibi onlarda katiyen var olmayan hasletleri, iç güzelliklerini, güzel hisleri var gibiymiş gibi yapıp sırf kendi cemaati içinde sırtının sıvazlanmasını sürekli kılmak için yalanlar söylemez, üçkáğıt yapmaz o ve bu yüzden de hep daha başarılı olur.

* * *

Ne olduğunu aslında bilip de yalan söyleyenlerle işim yok bugün.

Zaten onlara yönelik yapılabilecek fazla bir şey de yok; çünkü ne yaptıklarının farkındalar, yalanlarını bilinçli olarak sürdürüyorlar, bu yüzden de onlarla konuşma girişiminde bulunmak vakit kaybından başka bir şey değil.

Ama bir de büyük ölçüde bu tiplerin söylemlerinden gerçekten etkilenerek yaşamını sürdüren iyi niyetliler var ki bence onlara seslenmek lazım.

Bu iyi niyetliler ‘‘halk yalakalarının’’ konuşmalarından etkilenerek kalabalıkların teoride belirtilen güzelliklere sahip olduklarına gerçekten inanıyorlar.

İyi niyetli oldukları için de bence hálá daha kurtarılabilir durumdalar, diğerleri gibi unutulmaya layık değiller.

Dolayısıyla da bunların yaptıkları yanlışları gerçekleri gören insanların onlara hiç bıkmadan söylemesi ve onları kazanma yolunda bir küçük ihtimal varsa bile bunu kullanmaya çalışması gerekmektedir.

* * *

Bu tür müdahale gerektiren en son haber Antalya'dan geldi.

Uzun zamandır anlaşmazlık konusu olan bir yeşil alan varmış orada.

Askeri alanmış bu ve Antalya barosu dava açarak bu ormanlık alanın askerlerin denetiminden alınması için karar çıkarmış.

Televizyonda iyi niyetli oldukları için bu karardan mutlu oldukları her hallerinden görülen insanların verdikleri demeçleri izledim.

Yeşil alanın halka açılmasını bir zafer olarak görüyorlar. Orman halkın kullanımına açılmayacaksa ormanın güzelliğinin ne yararı varmış, buna benzer laflar söylediler.

Be kardeşim Allah aşkına kendinizi kandırmayı bırakın be!

Bizim halkın genelinde orman sevgisi yok, dahası büyük çoğunluk ormana düşman.

İdam cezası kalkmadan önce idamlık suç olmasına rağmen kendi ormanını yakmaktan çekinmeyen insanların sayısı inanılmayacak kadar fazla bu toplumda.

Bilinçli olarak ormana düşman olmayan da istemeden orman yakar çünkü ağaç olan yerde ateş yakılmaması gerektiğini düşünemeyecek kadar aptaldır önemli miktarda insan da.

Ormanı gerçekten, gönlünün derinliğinden sevenler ise bu memlekette yeşilliği koruyor oldukları için büyük ormanlık bölgelerin askeri alan ilan edilmesine yatıp kalkıp duacı olurlar.

Bu memlekette askeri alanlar da olmasa memleket çoktan çöle dönüşecekti be siz ne diyorsunuz Allah aşkına.

İstanbul'da bugün hálá daha yeşillik görüyorsanız, yalakalar tarafından çok sevilen halkın buralara henüz eli yetişemediği için bu böyledir.

Şimdi şuraya yazın, Antalya'daki orman asker denetiminden çıkıyor ya, ilk yangın mevsiminde orası da cayır cayır yanacak, bakın görün.

Antalya'daki iyi niyetli olduklarını düşünmek istediğim insanlara sesleniyorum, bu yanlıştan dönün, bu memlekette iyi şeyler olacaksa onların var olabilmesinin tek koşulu onları halktan korumaktır.
Yazının Devamını Oku

Yaşasın! Bizimkiler de hazırlanıyorlarmış

15 Ekim 2002
<B>İNSAN </B>bazen fikirlerinde nasıl da yanılabiliyor! Örneğin alın beni.

Şimdi ben son yıllarda sivil tüm kurumlarımızda çözülme olduğunu düşündüğümden, yaklaşan savaşa yönelik anlamlı tedbirler alınabileceği kanısında değildim.

Ancak yetkililerin son yaptıkları bir açıklama bu fikrimde nasıl da yanlış olduğumu, nasıl da önyargılı düşünmeye başladığımı bana gösterdi.

Irak'ta ve bölgemizde işlerin sıcaklaşacağının artık nihayet fark edilmesiyle birlikte sivil savunmadan sorumlu yetkililer bir açıklama yaparak ‘‘memlekette bozuk durumda olan tüm acil durum sinyallerinin tamir edilmesi’’ talimatını yurdun dört köşesine gönderdiklerini açıkladılar sevgili okurlar.

Evet gözümüz aydın, içiniz rahat olsun, bozuk sinyaller artık önümüzdeki günlerde tamir edilmeye başlanacak,

* * *

Biliyorsunuz bizim İsrail Devleti ile yapmış olduğumuz bir güvenlik işbirliği anlaşması var.

Güvenlik ile ilgili konularda müttefikimiz onlar yani.

Büyük bir savaş çıkması durumunda ortak hareket edeceğimiz İsrail'de adamlar kendi ülkelerine tüm füze saldırılarına karşı koruyacak yepyeni bir savunma sistemiyle kaplıyorlar sınırlarını...

Bizimkiler ise bozuk olan sinyallerinin tamir edilmesi gerektiği kararını şimdi bu aşamada nihayet verebiliyorlar.

İki ülkenin meseleye yaklaşımında hayli önemli farklar var. İsrail'e acilci diyebiliriz bu konuda, bizimkiler ise Akdeniz insanının rahatlığı içinde yaklaşıyorlar meseleye, ‘‘Şu pazar bir geçsin de bakarız meseleye’’ der gibi bir halleri var.

* * *

Aslında sinyallerin tamir edilme kararının alınması ve bu kararın büyük ihtimalle önümüzdeki günlerde uygulamaya konulacak olması hayatın genel akışı içinde önemsiz bir karar olarak görünse de durum öyle değil.

Düşünsenize bize bugüne kadar hep dünyanın en sıcak bölgesinde yaşadığımızı, bizi içimizden ve dışımızdan sürekli olarak bölmek isteyenlerin olduğunu, tüm sınırlarımızın aslında bize karşı iyi fikirler beslemeyen ülkelerle çevrilmiş olduğunu anlatıp durdular.

Buna rağmen acil durum sinyalleri bozukmuş bunca zamandır.

Yani Allah korusun bir durum olsaydı, yaklaşan tehlikeden bile haberdar olamadan ve büyük ihtimalle de o anda haberlerde magazin programı seyrediyor durumda olduğumuzdan ağzımızda aptalca bir gülümseme olarak ölüp gidecektik bu dünyadan.

Ama yetkililer şimdi aldıkları kararla bu ihtimali ortadan kaldırdılar.

Artık bir tehlike olduğunda bize biraz önceden haber vererek en azından yüzümüzde bir panik ifadesiyle ölme tutarlılığını yakalama şansını tanıdılar bize.

* * *

Büyük ihtimalle bir ay içinde filan sinyallerin tümü tamir edilmiş olacaktır.

Bu ilk adım bir atıldıktan sonra sinyali duyan insanların ne yapacaklarını araştırma aşamasına da geçilecektir yakın zamanda, buna eminim.

Benim tahminim önümüzdeki günlerde tüm illerimizde sivil savunma tatbikatlarının yapılmaya başlanacağıdır.

Biliyorsunuz değil mi, biz dünya tatbikat düzenleme şampiyonuyuz.

Gerçek yaşamda olmayan, olamayan tüm tedbirleri tatbikatlarda alarak, olmayan hazırlıklar varmış gibi rol yapıyoruz nedense.

Adım gibi biliyorum ki yarın öbür gün bir kimyasal saldırı karşısında halkın ne yapması gerektiğini anlatan bir tatbikat da düzenlenecektir.

Ve bu tatbikatta son model gaz maskesi giymiş tam teçhizatlı uzmanlar rol icabı ölmek üzere olan (ki bizim tatbikatların en başarılı olduğu bölüm budur, gerçek yaşamdan talimli olduğumuz için ölme rolünü çok iyi başarıyoruz genelde) insanlara hızla en modern müdahaleleri filan yapacaklardır.

Sonra bu gezgin tatbikat ekibi büyük ihtimalle elde sadece birer adet bulunan malzemelerini büyük bir dikkatle toplayıp başka bir şehre, oradaki halkı aydınlatmak için gidecektir.

Eskiden sirk dolaşırdı taşrada, şimdi postmodernleştik, kimyasal saldırıya müdahale ekibi dolaşacak şehir şehir.

Ve benim tahminim şehre gelen her yeni atraksiyonu alkışlayan halk bu tatbikatı da alkışlayacaktır aynı şevkle.

Ha seçim meydanındaki komedi, ha tatbikattaki komedi ne fark eder ki Allah aşkına değil mi ama.
Yazının Devamını Oku

Yetkileri yeteneklerinden çok fazla

14 Ekim 2002
<B>KÖRFEZ </B>Savaşı'ndan önce Baba <B>Bush'</B>un başkan olarak Türkiye'ye gelmesinden bir hafta önceydi. Bir pazar günü Hürriyet Ankara bürosunda akşam saatlerinde arkadaşlarla otururken, polis telsizinde anormal bir hareketlenme oldu. Yüzlerce polis bir evi çevirmişti, içerde ‘‘teröristlerin’’ olduğu söyleniyordu, operasyon yapılacaktı. Arada çok önemli detaylar var, bazılarını sonradan anlatacağım ama sonunda operasyon yapıldı ve iki ölü çıktı evden. Bu olayın bunca yıldır aklımdan çıkmamasının bir nedeni de biz oraya vardığımız andan operasyonun tamamlanmasına kadar evin içindeki kişiler tarafından tek bir silah atılmamış olmasıydı. Dolayısıyla polisin bu operasyonu üzerine kuşkularımı aradan neredeyse 12 yıl geçmiş olmasına rağmen hálá taşıyorum çünkü o dönemde bu kuşkulara cevap bulmamız mümkün olmamıştı.

***

Bu olayı şimdi neden hatırlattığıma gelince...

Adana'da karısını 55 yerinden bıçaklarken etraftaki polislerin olan biteni seyrettiği olayı ben de televizyonda izledim ve direkt olarak 12 yıl önceki olay geldi aklıma. Ankara'daki o olayda da evin etrafında yüzlerce polis vardı ya, aslında onların orada bulunmasına gerek yoktu çünkü zaten bir işe yaramıyordu çoğu. Biz görev gereği olayı izliyorduk, onlar da film izler gibi bakıyorlardı olan bitene. Olay sona doğru yaklaşırken dört-beş kişiden oluşan ‘‘iş bitirici’’ tim gelmişti olay yerine ve onlar içeriye girerek son noktayı koymuşlardı.

Telsizden operasyon başlayacak sinyali geldiğinde dışarıda ayakta kalan bir tek gazeteciler vardı, çünkü orada işsiz olarak durmakta olan yüzlerce polis tam siper yere yatmıştı.

Ayakta kalmamız belki teknik anlamda yanlıştı ama yine de bizler o anda korkumuzu tamamen unutmuş, kendimizi işimizde kaybetmiştik.

***

Adana'daki olayda polisin karısını bıçaklamakta olan adamı sadece seyretmek zorunda kalması gayet de normaldir... Çünkü 1990'lı yılların başından itibaren polisin içinden ne yaptığını bilen uzmanlar yetiştirme girişimi ne yazık ki aralarından kendisini öne çıkartarak güce kavuşanların Susurluk cehennemine düşmeleriyle sonuçlanmıştır.

Becerileriyle yükselen ama yanlış yerlere gidenler dışında kalan on binlerce polis ise ne yazık ki eğitimsiz, parasız ve meslek kurallarından bihaberdir.. Dünyadaki hiçbir gelişmiş toplum gerektiğinde insanı vurma yetkisini verdiği insanı açlık sınırında mücadele etmek zorunda bırakmazken Türkiye'de bu olmuştur. Bugün polis teşkilatı içinde küçük bir azınlık dışındaki büyük bölüm eğitimsiz, mesleğini öğrenmemiş ve geçim sorunuyla boğuşması nedeniyle içi öfkeyle dolu insanlardan oluşmaktadır. Bu insanların mesleklerini bilmedikleri yaşamımızın her alanında örneklerle ortaya çıkmaktadır. Örneğin bizde polisin büyük bölümü gözaltına alınan bir insanı nasıl tutup götüreceğini bilmez. Geçenlerde İstanbul Üniversitesi'nin açılış gününde protestocu gençler öyle bir gözaltına alındılar ki gören mahalle kavgası yaşanıyor sanırdı.

Sadece bu ülkede trafikte durdurulan insanlar polisle kavga edebilmektedirler. Örneğin Amerika'da arabası durdurulan kişi polise bizde yaptığının yüzde birini yapsa onu kesinlikle vururlar. Espri yapmıyorum gerçekten vururlar.

Geçenlerde yine televizyon haberinde gördüm, bir bayan arabasını park etmiş arka bagaja yatmış dinleniyor. Bizim polis nedense buna da müdahale etmeye karar verdi, arkadaki kadını yakalamaya çalıştılar anlamadığım bir nedenden dolayı.

Kadın da eline geçirdiği bir demirle önüne gelen her polise vurdu. Daha sonra oraya gelen bir amir polisin bu kadına müdahale etmesi için yasal bir neden olmadığını hatırlattı da Allah'tan olay polisin az dayak yemesiyle sonuçlandı.

***

Her konuda olduğu gibi polislik işini de olması gereken yerde olmaması gerekeni, olmaması gereken yerde de olması gerekeni gündeme getirerek yapmaya çalışıyoruz. Hiç gerek olmayan yerde insanı gözünden vuracak uzman getirirler olay yerine, insanın vurulması gereken yerde de olan bitene aval aval bakacak polis koymakla yetinirler. Ha tabii bir de olayın başka bir boyutu var. O gün Adana'da olay yerinde bulunan polislerden bir tanesi daha sonra yaptığı açıklamada neden vurmadınız sorununa cevap verirken ‘‘İstanbul'da bankayı soymaya çalışanı vuran koruma görevlisini hapse koyduklarından bu yana bütün teşkilatta silah kullanılması gereken yerde de bir şey yapmamayı tercih etme eğilimi hákim’’ demiş. Bu tespit ne kadar doğru bilemiyorum ama doğruysa bizdeki her meselenin açıklamasını sosyo ekonomik faktörlere bağlayarak haydutluğu bile ‘‘anlayışla karşılama’’ yanlısı olan insanlar düşünsün bence bu laflar üzerine. Her türlü barbarlığı ‘‘açlık, fakirlikle’’ açıklamaya çalışan insanları tanımasam onların belki saf bir iyi niyet taşıdıklarını düşüneceğim de onları tanıyorum ne yazık ki. Ders verir gibi konuşmaya, yazmaya pek meraklıdır bunlar, ancak kendilerine yönelik bir yanlış harekete de en büyük tepkiyi verirler, kendileri bir meseleyle karşı karşıya kaldıklarında teoride sevdikleri halkı sizin benim aklımıza gelmeyecek laflarla yerin dibine batırırlar.

Sonra yine ‘‘toplumsal’’ bir olay söz konusu olduğunda aynen, büyük bir ikiyüzlülükle dersler vermeye çalışırlar.

Bence toplumdaki en iğrenç kesim de bunlar, çünkü ikiyüzlülüğü kalite diye sunuyorlar ya işte bu had safhada mide bulandırıcı.
Yazının Devamını Oku

Uzaktan ateşle seri cinayet

13 Ekim 2002
Amerika'nın başkenti ve hemen komşusu Maryland eyaletinde yaşayanlar 10 gündür dehşet dolu günler geçiriyorlar. Seri cinayet işleyen katil, Amerika'ya özgü olan ve daha çok bu ülkede görülen bir fenomendi.

Bugüne kadar ortaya çıkan her seri cinayet olayında ise hepsine ortak olan bazı özellikler olurdu.

Son olay ise hepsinden farklıydı çünkü cinayetleri işleyen insan (ki bu yazının yazıldığı Cuma sabahı saatlerinde henüz yakalanmamıştı) uzak menzilli tüfekle ateş eden bir keskin nişancıydı.

Kurbanlarını tek bir kurşunla vuruyor ve öldürüyordu. Sadece iki kurbanında hedefi azıcık şaşmıştı ama onlar da ağır yaralıydı.

İşi daha ürkütücü yapan nokta ise başkaydı.

Bundan önceki seri cinayet olaylarında katil hep birbirine benzeyen kurbanlar seçerdi kendisine.

Kurbanların belirli ortak özellikler taşıması sonunda katilin yakalanmasına yol açan en büyük deliklerden bir tanesi olurdu hep.

Bunların ortak özelliklerinden yola çıkan FBI uzmanları, katilin bir profilini ortaya çıkarırlar ve zanlı bu profile uygunluk doğrultusunda aranmaya başlanırdı.

Keskin nişancı olan katil ise bugüne kadar genç, yaşlı, kadın, erkek hiç fark etmeden, ayrım yapmadan seçti kurbanlarını.

En sonunda bir de 13 yaşında çocuğu ağır yaralayınca otoriteler iyice paniklediler çünkü seçilen kurbanlar arasında ne cinsiyet, ne yaş, ne ırk, ne de siyasi ve dini inanç açısından ortak, üstüne gidilebilecek tek bir nokta bile kalmamıştı.

'Normal' seri katillerde görülen belirli bir coğrafyaya bağlılık bile bu katilde yoktu, uzak nişancı 75 kilometrelik çapı olan bir alanda hareket ediyordu.

*

Uzaktan ateş söz konusu olduğu için bir görgü şahidi bulmakta imkansızlaşmıştı olayda.

Polis bu konuda resmen bir açıklama yapmadı ancak sızan bilgilere göre katil ya tüfeğini her cinayetten sonra değiştiriyormuş, ya da yeni bir silah ediniyormuş.

Çünkü balistik uzmanları kurşunlar üzerinde yaptıkları incelemeler sonucunda her ateşin farklı bir tüfekten veya en azından her ateşten sonra ağzı testereyle kesilerek farklılaştırılan bir 'yeni' tüfekten yapıldığını ortaya çıkarmışlar.

Komşu eyalet olan Virginia'da silah satın almak neredeyse bakkaldan ekmek almak kadar kolay olduğundan isteyenin istediği zaman silahını değiştirmesinin önünde bir engel olmadığı sonucuna varılmış.

Dolayısıyla katil, ateş ettiği noktalarda bir delil bırakmadığı takdirde cinayeti işleyenin yakalanması hemen hemen imkansız hale gelmiş.

*

Tabii bölgede yaşayan insanlar son derece paniklediler.

Her an her noktadan ateş açılabileceğini düşünerek sokaklarda dolaşmak cesaret isteyen bir iş haline geldi.

Okulu önünde çocuk da vurulunca veliler çocuklarını okula göndermekten, katil yakalanana kadar, vazgeçmeye başladılar.

Uzmanlara göre son derece profesyonel bir nişancıydı bütün bunları yapan.

Ya eski bir asker, ya da polis olması ihtimali de büyüktü çünkü profesyonel bir uzaktan ateşçi gibi hedefi tek atışta vurmayı başarıyordu.

Bu yüzden katilin ateş ettiği noktada bir delil bırakmasına da fazla ihtimal verilmiyordu.

Ancak sonunda ilginç bir gelişme oldu.

Katilin son kurbanını vurmak için mevzilendiği noktaya Tarot iskambil destesinde ölümü sembolize eden kardı bıraktığı ve arkasına da 'Ben Tanrı'yım' diye yazdığı ortaya çıktı.

Bu da ilginçti çünkü bu yeni ve tek delilin ortaya çıkmasından bir gece önce FBI'ın daha önce bu tür seri katillerin peşine düşmüş olan uzmanı televizyona çıkarak bu tür katillerin bir tanımını yapmış ve konuşmasının bir noktasında 'Bunlar cinayet işledikçe kendilerini Tanrı gibi görürler' demişti.

Bu konuşmanın hemen ertesinde 'Ben Tanrı'yım' yazılı delilin bulunmasının tesadüf olamayacağı belirtiliyor.

Uzmanlara göre katil kendisi hakkındaki haberlerde söylenenleri büyük bir dikkatle analiz ediyor ve belki de bir sonraki kurbanını da orada seyrettiklerine dayanarak seçiyor.

Dolayısıyla da televizyona çıkıp demeç veren her polisin daha önce bir FBI seri katil uzmanıyla konuşup, nasıl demeç vermesi gerektiğini öğrendiği, ona göre konuşarak katilin yakalanmasına yol açabilecek adımları atmak için tahrik edici cümleler kullandığı da perşembe gecesi ortaya çıktı.

Dahası, kartı oraya koyanın katilin kendisi bile olmayabileceği, bu tür olaylarda her zaman ortaya çıkan 'olaya dahil olmaktan hoşlanan' ruh hastalarından bir tanesinin bu işi yapmış olabileceği veya daha da kötüsü katili kontrol eden ikinci bir kişinin bulunabileceği ve kartı onun oraya yerleştirmiş olabileceği ihtimali de ortaya çıktı ve insanların kafası daha da karıştı gayet tabii ki.

*

Katilin iyi bir televizyon izleyicisi olduğu ortaya çıkınca polis medyadan işbirliği istedi ancak olay o kadar büyüktü ki haber sızmalarını önlemek de imkansızdı.

Haberler sızdıkça da polisteki gerginlik arttı, haberlere sınırlandırma getirmek istediler ama bu da bir sonuca varmadı.

Sonunda gayet tabii ki bu katil yakalanacak. Aslında şu anda öldürmeyi kestiği anda hiç yakalanamama ihtimali de var çünkü şu ana kadar tek bir delil bile yok hakkında.

Yani polis bir yandan yeni bir cinayet olmaması için var gücüyle çalışıp dua ederken bir yandan da katilin kendisini ele vereceği yeni bir cinayet işlemesini istemek gibi zor bir ikilem içinde kaldı.

Ama genelde biliniyor ki bu tür katiller bir kez öldürmeye başladılar mı duramazlar ve bu da sonunda yakalanmalarının en büyük garantisidir.

Yazının Devamını Oku

Savaşın ekonomi politiği

11 Ekim 2002
<B>TÜRKİYE'</B>yi de içine çekecek olan savaş yaklaşırken bazı şeyleri unutmamak lazım. Medyatik nedenlerden dolayı son zamanlarda savaşlara çizgi filmi izliyor gibi bakıyoruz, olan biteni çizgi film ideolojisi ile sınırlı biçimde algılıyoruz. Halbuki gayet tabii ki her savaşın bir de ekonomi politiği vardır. Ekonomi politiği hatırlamadan olacak biteceği belirli bir zihinsel kapsama koyamayız, anladığımızı sandığımız şeylerin temelinde olan başka belirleyicileri kaçırırız, eksik bilgiyle ve dolayısıyla da zayıf tavır alarak olaylara bakarız. Aşağıda Irak'ta yaklaşan savaşın ekonomi-politik temellerini oluşturabilecek bazı gerçekleri sırayla vereceğim.

Bunlar hakkında yorum da fazla yapmayacağım çünkü bu gerçekler kendilerini açıklıyorlar zaten ve isteyen en uç yoruma da götürebilir bu gerçeklerden herhangi birini seçerek. Bunları da bilelim de ülkemizin son derece zayıf olduğu bir dönemde mecburen içine düşülecek bu savaşın anlamını kavrarken eksik bilgiyle kalmayalım.

* * *

İşte bazı gerçekler:

Amerika'nın bölgede kuklası olan Suudi Arabistan'da ilginç gelişmeler yaşanıyor. Ülkenin genç prensi Washington'da deyim yerindeyse parmakları ısırtacak kadar tedirginlik yaratan işler yapıyor. Prens, çevresindeki insanlara ‘‘Amerika'dan daha bağımsız olarak politika oluşturmaları gerektiğini’’ anlatıyor mesela. Bu çerçevede Suudi Arabistan bir sürpriz yaptı ve Suriye ile son derece sıcak diplomatik bağlantılar kurdu. Prens IMF'ye özel mesaj göndererek, kurumun Suriye'ye yönelik esnek politikalar geliştirmesini, kredi açmasını istedi ve dahası ‘‘IMF ile Suriye arasında gelişecek ilişkilerin arkasında garantör olarak ben duruyorum, endişe etmeyin’’ de dedi.

Prens bununla da kalmadı Washington'da parmakların ısırılarak koparılma noktasına gelinmesine yol açacak başka bir şey de yaptı. İran ile bağlantıya geçerek, yeni petrol politikalarının oluşturulması sürecinde iki ülkenin ortak hareket etmesini önerdi. Bu konuda ciddi görüşmeler sürüyor ve bu gerçekleşirse iki ülke OPEC'i istedikleri gibi yönlendirebilir.

Acaba ABD Irak'ta kendisine bağlı bir yönetim oluşturarak bu ülkenin güçlü petrol rezervlerini bu yüzden mi kontrol etmek istiyor ki?

Bilmem yani, sadece bir sorayım dedim de...

* * *

Amerika'nın girdiği her savaştan büyük para kazanan Amerikan şirketlerinin başında Kellogg Brown and Root geliyor.

Bu şirket Amerikan askerlerinin yurtdışına savaşa gönderildikleri her durumda onların tüm altyapı sorunlarını, nakliyelerini, yemek içme sorunlarını çözmek için hükümetin açtığı kontratı kazanmış durumda. Bu Haliburton adı verilen şirketin yan kuruluşlarından bir tanesi.

Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney bu görevine gelmeden önce Haliburton şirketinin yöneticisiydi. Haliburton yukarda bahsettiğim kontratı Cheney'in başkan yardımcılığı döneminde kazandı. Askerlerin tüm lojistik desteğini sağlamakla yükümlü olan şirkete kontratın verilmesinde Cheney'in büyük etkisinin olduğu söyleniyor. Şirketin bu kontrat nedeniyle ne kadar para kazandığını ve Irak'ta ne kadar kazanacağını kimse bilemiyor, çünkü Amerikan medyasının bu yöndeki sorularına ‘‘Devlet sırrıdır’’ denilerek cevap verilmiyor.

* * *

Amerikan yönetimi Saddam'ın devrilip de Amerika'ya yakın bir kişinin yönetime geçirildiği Irak'tan büyük paralar kazanacağını biliyor.

1980'li yılların ikinci yarısında Amerika sadece Irak'a pirinç satışından 4 milyar dolar kazanmıştı. Bu miktar söz konusu Irak piyasasının nasıl da iştah kabartıcı olduğunu gösteren küçük bir örnek. Rusya'nın Irak'tan 12 milyar dolar alacağı var, ayrıca 4 milyar dolar da petrol taşımasından olan borcun peşinde Rusya.

Rus LUKoil petrol şirketi büyük bir iştahla Irak'ta çalışmalara başlamak için uygun fırsat bekliyor. Fransız petrol şirketi Totalfinaef de Irak'ın güneyinde iki alanda petrol arama çalışması yapmak için planlar kuruyor. Vietnam'ın Petro Vietnam, Çin'in National Petroleum Corporation'ı ve Endonezya'nın petrol şirketleri de Irak için sıradalar. Tabii onlar ‘‘kurtarılacak’’ Irak'ta Amerikan petrol şirketlerinden fırsat kalırsa bölgeden büyük paralar kazanmayı düşünüyorlar.

Amerikan şirketleri ise şu anki ABD yönetiminin başta olmasından dolayı kendilerini çok şanslı görüyorlar, çünkü yönetimde Başkan da dahil tüm önemli koltuklarda oturanların tamamı politikaya atılmadan önce petrol şirketlerinin üst yönetiminde görev yapmış olan dolayısıyla da ‘‘halden anlayan’’ insanlar.

* * *

Ekonomi politiği ihmal etmeye hiç ama hiç gelmez. Bilmem anlatabiliyor muyum?

(Bu yazının ana kaynağı ‘‘Village Voice’’ gazetesinde James Ridgeway'in yazmış olduğı ‘‘The Spoils of War’’ yazısıdır. Nedense artık ana gazetelerde bu tür analizler pek görülmüyor son zamanlarda. Neden ki acaba?)
Yazının Devamını Oku

Sevseniz de terk edin ya, ne olursunuz!

10 Ekim 2002
<B>GENÇ </B>Parti'nin önemli yararlarından bir tanesi de cahil cühela takımını birbirine düşürmesi oldu. Bu takımın doğal sözcülüğünü yıllardan beri yapmaya alışmış olan MHP, yeni partinin oylarını çalmaya başlamasından çok rahatsız. Cem Uzan'ın partisi barajı aştığı takdirde bu memleketi terk edeceklerini bile söylemeye başladılar etrafta. ‘‘Ya sev ya terk et’’ diye büyük bir zeká ürünü olan bir sloganları vardı ya onu da herhalde ‘‘Sevsen de terk edebilirsin’’e dönüştürürler o durumda.

O zaman da bize ‘‘İnşallah o parti barajı aşar’’ diye umutlanmaktan başka çare kalmıyor. Ben hayatta her türlü olumsuzluktan iyi bir şeyler bulmaya, yaşamı bu şekilde şıklaştırmaya çalışırım hep ve nüfusun bu bölümü Genç Parti yüzünden gurbete gidecekse eh bu da şık olur yani! Onlardan başka türlü kurtulabilmemiz mümkün değil zaten, bari bu şekilde belki ileriki yıllarda kafamız biraz rahat eder.

* * *

Bizim Marksistler, ‘‘cahil insanlar’’ lafına kızıyorlar. Cahil denilenlerin cahil olmadığı iddiasında değiller de bunun nedenlerini hatırlamamızı istiyorlar hep. Fakir oldukları için cahillermiş, bunlar öyle diyorlar. Gayet tabii ki öyle olabilir ancak fakirlik cahilliği belki açıklayabilir ama aptallığı açıklayamaz. Türkiye'de bugün oy verme hakkını elde etmiş olan nüfusun önemlice bir bölümü sadece kara cahil değil, hem de kelimenin tam anlamıyla saf kan aptal. Bunların cebi parayla dolsa da aptal kalmaya mahkûmlar, tavırlarından öyle anlaşılıyor.

Bizim bebek 10 ay sonra filan konuşmaya başlayacak, o konuşmayı öğrendiğinde Genç Parti'nin meydanlarda insanlara anlattıklarını ona anlatsam büyük ihtimalle kahkahayla güler, ama onlar bu lafları ederek oy patlaması yaşayabiliyorlar. Miting alanını dolduran kalabalıklar, bu lafların olabileceğini gerçekten düşünebiliyor, bunları makul buluyor ve ‘‘oyum size’’ diye tavır alabiliyor.

Sevgili okurlar, size yemin ediyorum Genç Parti'ye bayılıyorum yahu, yani benim yıllardır yapmayı düşündüğüm işi, bu ülkede siyaset adına yaşanmakta olan ikiyüzlülüğü abuk aşırı ucuna taşıyarak insanların suratına vurmayı başardılar sonunda.

Diğer bütün partilere ‘‘Öyle mi, siz cahillere yalan söyleyerek iktidar mı olmaya çalışıyorsunuz, ben size bir yalan göstereyim de dudağınız uçuklasın’’ dediler ve dediklerini yaptılar. İnsanların aptal olduklarını suratlarına vura vura da yapıyorlar üstelik bunu. Diğer partiler de popoları üzerine oturdular şimdi, çünkü yıllardır oynadıkları aşağılık oyun ellerinde patladı, riyakárlıklar ortaya serildi, politika diye insanlara anlatılan yalanlar ortaya çıktı.

Genç Parti nedeniyle Türkiye'ye hákim olan siyasi söylem kesin olarak iflas etti.

* * *

Anarşist ruhlu iseniz bu seçimde Genç Parti'yi var gücünüzle desteklemeniz gerekiyor. Çünkü onlar barajı aştıklarında sadece Türkiye'de düzen sarsılmakla kalmayacak, aynı zamanda dünyada da büyük bir sallantı yaşanacak.

Şuna inanıyorum ki Genç Parti iktidar olduğu takdirde Türkiye IMF'ye borcunu katiyen ve kesinlikle ödemez. Bu partinin neler yapabileceği konusunda benim en net olarak görebildiğim olası icraatları budur, bilmem anlatabiliyor muyum?

Hatta daha da ötesi Türkiye IMF'ye borcunu katiyen ödemeyeceği gibi sonuçta IMF'yi Türkiye'ye borçlu çıkaracaklardır, buna emin olun.

Askeri borcu da ödemezler, başka kimin borcu var ise onu da vermezler ve hatta Türk vatandaşlarının gavurlarla alacak verecek problemi varsa alacaklarını alırlar vereceklerini de vermezler.

Ve bu olduğu takdirde Türkiye bir anda Üçüncü Dünya'nın lideri olacak ve Cem Uzan da yeni Mandela olarak algılanmaya başlanacaktır ki bu da Batı áleminde son derece ilginç gelişmelere neden olabilecek bir gelişmedir, bunu da kabul edersiniz herhalde!

Batı medeniyetinin çöküşünün de Türkiye'den başlaması benim özel olarak göğsümü kabartacak ve her sabah ‘‘Dağ başını Duman Almış’’ marşı eşliğinde yataktan kalkarak ilk laf olarak ‘‘Ne Mutlu Türküm’’ diyerek pencereden dışarıya bağırmama yol açabilecek şık bir olaydır.

* * *

Bana kalırsa Cem Uzan yapmakta olduğu şeyi de pek ciddiye almıyor. Bunu da nereden çıkardın diye sorarsanız onu da anlatayım. Her mitingin sonunda kalabalığa bir şeyleri tekrarlattırıyor ya... Basit cümlelerden oluşuyor bu, en fazla iki üç kelimeden ibaret her cümle.

Anladığım kadarıyla onların seçim kampanyasını düzenleyenler cümlelerin dört kelimeyi aşması durumunda bunu duyan beyinlerin algılama sorunu çekeceğini düşünüyorlar. Olan bitene bakarsanız da haklılar, beş ve fazlası kelimeden oluşabilecek cümleler bu beyinlerde kısa devreye yol açabilir. Tamam bunu yapıyor Cem Uzan ama daha hálá onlara her mitingin sonunda tekrarlattığı basit lafları kendisi ezberlemeye lüzum görmedi. Bunları da önündeki ekrandan okuyor hálá.

Kendi dediklerini ezberlemeye değer bulmuyor, bunları ciddiye almıyor. Bu da bu partiyi sevmek için ilave bir neden oluşturuyor benim açımdan. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku

Kozmik kasada eksik olan belge

9 Ekim 2002
<B>GAYET </B>tabii ki bizim yetkililer de Irak konusunda kafa patlatıyorlar. Yani görünürde bir şey yapıyor gibi değiller ama bizde ádettir, bu işler çaktırmadan kapalı kapılar ardında yapılır.

Amerika savaşa hazırlanırken burnumuzun dibinde olup biteceklere karşı bizim üst düzey yöneticiler neler yapıyorlar diye merak ediyorsanız siz de benim gibi, buna cevabı Hürriyet Gazetesi verdi geçen gün.

Kasada gizli olarak tutulan kozmik Irak belgesini çıkarmışlar dışarıya ve bu belgede devlet politikası olarak yazılmış olan planı uygulamaya başlamışlar.

Belgenin adı bile insana korku veriyor. ‘‘Kozmik’’ onun adı, son derece ciddi bir ad bu, insan kelimeyi telaffuz ederken bile devletin ağırlığını üzerinde hissediyor.

* * *

Bizim devletin böyle hemen her konuda ‘‘kozmik’’ belgeleri bulunuyor, bunu biliyorum.

Dolayısıyla Irak ile de ilgili hedeflerimizin, devlet politikamızın olması da çok normal..

Çok normal de bir konuyu anlamadım.

Deniliyormuş ki bu belgede Türkiye Cumhuriyeti'nin Irak ile ilgili hedefi, demokratik bir Irak oluşturmakmış.

Böyle bir tuhaf hedef neden konuldu kozmik belgeye anlamadım...

Yani Irak demokratik olsa ne olur, olmasa ne. Ve ayrıca ‘‘Demokratik Irak’’ bir oxymoron yani bir arada kullanıldığında anlamsızlaşan iki kelimeden ibaret değil mi?

Demokrasi Irak'a yakışıyor mu ki?

Ve biz işimizi gücümüzü bırakıp orada demokrasi olması için neden uğraşalım ki.

Yani devletimiz böyle bir hedefi bize neden işaret ediyor ki hiç gerek yokken.

Bu kozmik belgeyi ben kaleme almış olsaydım Irak'ın demokrasiden mümkün olduğunca uzak tutulması hedefini devlet politikası olarak oraya yazardım ve bu konuda da ciddiyim ha, espri filan yapmıyorum.

* * *

Neyse, aslında Irak ile ilgili olarak ne düşündüğüm önemli değil.

Aslında başka bir meseleye kafayı takmış durumdayım.

Irak meselesi ortaya çıkınca anlamış olduk ki bizim devletin başka ülkelerde demokrasi olması gibi hedefleri de varmış.

Bunu duyunca insan üzülmeden edemiyor sevgili okurlar.

Düşünsenize o kozmik kasaya Türkiye ile de ilgili bir belge zamanında konulsaydı ve bizim için de tam demokratik olma hedefi zamanında ilan edilseydi resmi politika olarak ne kadar da iyi olurdu değil mi?

Yani kozmik kasamızda böyle bir belge var olsaydı Türkiye ile ilgili bunca zaman kaybetmez, bunca acıyı çekmez ve bazı konularda hálá daha yerimizde sayıp durmazdık.

Değil mi ama?

Bu nedenle devletin kozmik kasasında demokratik Türkiye ile ilgili resmi bir hedef bulunmazken durup dururken Irak ile ilgili böyle bir hedef olduğunun ortaya çıkması en hafif anlatımıyla trajik bir olaydır bence.

Kozmik kasadaki Türkiye ile ilgili hedefler bölümünde bu eksikliğin en kısa sürede giderilmesini diliyorum.

İşin kötü yanı ne biliyor musunuz?

Bildiğim kadarıyla bu kozmik belgeler gayet ciddidir ve ciddiye de alınırlar.

Şimdi ister misiniz Türkiye'nin zorlamasıyla Irak'ta değişim başlasın ve onlar bizden önce tam demokrasiye ulaşsınlar.

Olmaz demeyin olur, çünkü bizim devlet istediğini yapacak güçtedir ve hele kozmik belge söz konusu olduğunda orada belirtilen hedefler önünde durmak söz konusu bile olamaz.

Böyle bir şey de olursa ve onlar bazı hedeflere hem de bizim zorlamamızla önceden ulaşırlarsa bu utançla nasıl yaşarız onu da bilemem artık.

* * *

Sözlerimi bitirirken bir noktaya daha değinmek istiyorum.

Türkiye'de işkence meselesi her ortaya çıktığında bazı yetkililer ‘‘Tamam biliyoruz, bazı sorunlar var ama iyileştirmeler de oluyor’’ türünden açıklamalar yapıyorlar hep.

Avrupa Birliği raporunda da konu yer alınca yine aynı şey oldu.

Allah aşkına şuna cevap versenize: Etraftaki abuk ülkelerle ilgili olarak kasasında kozmik belgeler tutabilen, o abuk ülkelerde demokrasi yaratma hedefini kendisine koyabilen bir devlet kendi içinde işkencenin kökünü nasıl olup da tamamen kazımayı başaramaz.

Böyle bir şey olabilir mi ya!.

Yani benim bilmediğim bir sorun varsa o zaman bir kozmik belge de bu konuda kaleme alın ve ‘‘Türkiye'de işkence kesin olarak yasaktır’’ deyiverin de şu iş çözüme ulaşıversin yahu!

Bu belgeyi kaleme alma konusunda bir mesele varsa o zaman ben bunu yazmayı üstüme seve seve alabilirim ve üstelik de bunun karşılığında para talep etmem.

Çünkü Hürriyet'te çalıştığım için fazladan yazı yazdığımda karşılığında para almamaya zaten alışığım, bir de devlet için yazı yazmışım, ne olacak ki yani.
Yazının Devamını Oku

Irak meselesini iyi anlayalım

8 Ekim 2002
<B>AMERİKA,</B> Irak'ı mutlaka, hiçbir engel tanımadan vuracak. <B>‘‘Birleşmiş Milletler'de ne olur, Rusya ne der, Irak denetleyicileri koşulsuz kabul ederse savaş önlenir mi’’ </B>gibi düşüncelere dalarsak bence yanlış yapmış oluruz. Bunlar tali olaylar; çünkü Amerika ne olursa olsun Irak'a müdahaleye çoktan karar vermiş durumda. Bunu bilelim, Amerikan yönetiminin atmakta olduğu adımları iyi anlayalım da yanılmayalım, hazırlıksız yakalanmayalım hiçbir şeye.

Anlayacağınız, yanı başımızda savaş kaçınılmaz artık, bu gerçeği kabul edelim. Bir başka şey daha var ki bunu da iyi anlamamız gerekiyor. Hatta bu meseleyi iyi tespit etmiş olmamız, savaşın kaçınılmaz olduğunu tespit etmiş olmaktan daha da önemli. Irak'a yapılacak Amerikan müdahalesinin, ‘‘uluslararası terörle savaş’’ amacıyla uzaktan yakından bir alakası yok.

Alakası yok; çünkü Amerika'nın Irak'a müdahale edeceği, bir devlet politikası olarak 1992 yılında kararlaştırıldı. Bunu ben kafadan atmıyorum, bu Amerikan yönetiminin kendi yayınladığı resmi belgelerinde yer alıyor.

İnanmayanlar bakınız: Defense Planning Guidence for the 1994-1999 Fiscal years (Office of the Secretary of Defense, 1992)

Defense Strategy for the 1990's, (Of the secretary of Defense, 1993)

Defense Planning Guidence for the 2002-2009 Fiscal Years, (Office of the Secretary of Defense, 2002).

* * *

Peki ama Amerika ortada bir neden yokken ta 1992 yılında bugün uygulamaya konulmasına fırsat bulunan bu stratejiyi neden geliştirmişti? Bunun nedenlerini ararken de spekülasyona, yorum yapmaya gerek yok; çünkü kendi nedenlerini açıkça yazmışlar. Demişler ki, Soğuk Savaş'ın bitmesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla dünyada yeni bir durum ortaya çıktı. Bir düzensizlik oldu.

Amerika Birleşik Devletleri, tek başına dünyada yeni bir düzeni kurmak zorundadır. Gerekirse güç kullanılarak ve ‘‘önleyici güç’’ kullanılmasından kaçınılmadan dünyada düzen sağlanacaktır. Amerika'nın yeni sağlanacak dünya düzeninde gücünün tartışmasız kabul edilmesini sağlayacak adımların atılması gerekmektedir. Amerika'nın bu niyeti gizli değil, yeni değil, görmek ve anlamak isteyenler için her şey ortada aslında.

Ve bu yeni Amerikan düzeni sağlanırken dünyanın yumuşak karnı olarak tespit edilen Ortadoğu'da da bütün güç dengeleri, rejimler baştan aşağıya değiştirilecek. Bu yapılırken de bölgede oldukça yoğun olabilecek bir savaş bekleniyor.

Amerika'nın bu savaş planlarından uzun zamandır haberdar olan İsrail, işte bu nedenle dünyada ilk kez kendi ülkesinin hava sahasının tamamını füze saldırılarına karşı koruyacak yepyeni bir sistemi kurmaya başladı. İlk batarya şu anda operasyonel, ikinci batarya kuruluyor. Üçüncü de kurulduğunda İsrail'in yakın menzilli füzelerle vurulması imkánı artık kalmamış olacak. Patriot savunma sisteminin çok daha ileri biçimi olan bu yeni füze savunma sisteminin adı ‘‘ARROW’’.

2 milyar dolara geliştirilen bu sistem kısmen Amerikan yönetimi tarafından finanse edildi; yani ABD de yeni savaşta bu sistemi İsrail'de deneyecek bir anlamda. Bu benim bir fantezim değil; konuyla ilgili haber detayıyla pazar günkü New York Times'ta manşet olarak yer aldı. Yani atılan her adım açık oynanmakta dediğim gibi.

* * *

Net olarak görülüyor ki yeni dünya düzenini tek başına kurmaya karar veren ABD; bölgede bu işi birlikte yapacağı İsrail'le çok ileri adımlar atmış durumda yeni savaş için. Burada bizi ilgilendirmesi gereken durum açık aslında. Türkiye'nin İsrail ile askeri anlaşması var. Amerikan yönetimiyle de bölgedeki tek müttefik.

Durum böyleyken, Amerikan yönetimi niyetini net ve açık olarak ortaya koymuşken, İsrail büyük savaş için teknik hazırlıklarını tamamlama aşamasına gelmişken; bizimkiler ‘‘aman savaş olmasın’’, ‘‘turizm gelirleri darbe alır’’, ‘‘ekonomik zararımızı kim karşılayacak’’ türünden konuşmalarla vakit geçiriyorlar.

Açıkça söylemek gerekirse, bunlar Türkiye dışında kimseyi ilgilendirmiyor; çünkü dünyaya yeni bir yön vermek için ortaya çıktığı iddiasında olan bir zihniyetin Türkiye'nin turizm gelirini düşünerek bu işten vazgeçeceğini herhalde kimse beklemiyordur. Bunu bilelim de ona göre Amerikan yönetimine ne diyeceğimizi, neler yapacağımızı rasyonel biçimde kararlaştıralım.

Açıkçası, Türkiye'nin şu aşamada Amerika'yı niyetinden döndürecek gücü yok. Bu nedenle boş işlerle vakit harcamak yerine gerçekçi olup sıcak geçeceği kesin olacak günlere ulusça hazırlanmalıyız. Dahası Rusya ve Çin'de de büyük ihtimalle benim gibi Amerikan yönetiminin resmi belgelerini okuyan insanlar vardır herhalde ve okuduklarından onlar da hoşlanmamış durumdadırlar büyük ihtimalle.

Onlar dünyada en büyük düzenleyici gücün Amerika olması gerçeğini kabul etmediler bence ve bu da dünyada 21'inci yüzyılda olmayacağını düşündüğümüz şeylerin bile olabileceği anlamına geliyor.
Yazının Devamını Oku