Serdar Turgut

Tekrar yayınlanmayı hak eden yazı (2)

8 Kasım 2002
<B>AŞAĞIDAKİ </B>yazı 14 Ağustos 2002 tarihinde bu köşede yayınlanmıştı. ‘‘AYNI TÜR TEPKİLERDEN SIKILDIM

(13 Ağustos tarihinde yayınlamış olduğum dün de bu köşeden tekrar verdiğim yazıdan sonra) Geleceğini tahmin etmiş olduğum tepkiler akmaya başladı.

Vay ben nasıl olur da AKP'ye destek verirmişim? Nasıl olup da onların takıyyeci olduklarını göremezmişim?

İktidara gelince önceden dediklerini unutup başka şeyler yapacaklarını nasıl bilmezmişim.

Bu tepkiler sürpriz oluşturmuyor bana. Ama sürpriz oluşturmuyorlar diye de tepkilere önem vermeden, bunları unutup gitmek de bir işe yaramaz.

Çünkü bu otomatik, neredeyse ‘‘içgüdüsel’’ olan tepkilerin Türkiye'nin önünü kapadığını düşünmekteyim ve bu konuda bir mesafe alınmadığı takdirde ne yaparsak yapalım ülkede mesafe alınamayacağını görüyorum.

***

Açıkça söylemek gerekirse bu tür tepkiler gerçek korkulara dayanmakla birlikte sonuç itibarıyla anlamsızlar.

Anlamsızlar, çünkü ülkenin gerçek sorunları hakkında düşünmeye çalışan insanların beynini kilitleyip rafa kaldırma amacını taşıyorlar isteseler de istemeseler de.

Türkiye'nin meseleleri, ülkenin geleceği üzerine düşünme sürecinde ve nasıl bir vatan arıyoruz sorusuna cevap arayışlarında din meselesini tamamen unutmanın, bunu yok saymanın nasıl olabileceğini samimi olarak söylüyorum anlayabilmiş değilim.

Yani biliyorum, bazı insanlar bu konunun katiyen gündemde olmadığı ve hiç de gündeme gelmeyeceği hayali bir ülkede sanal yaşamlar sürdürme çabası içindeler.

Onları da anlayışla karşılıyorum; çünkü çoğumuzun tam da anlamadığı ve bu yüzden de bizi korkutan bir konuda tek çıkar yolun meseleyi tamamen yok farz etmek olduğu bir tepkicilik içindeler.

Ama çoğunun iyi niyetli olduklarına inandığım bu insanların ülkenin sorunlarına çözüm arayışlarında sonuç itibarıyla her zaman kafalarını duvara çarpıp, görünmez engellerle karşılaşmaları da kaçınılmaz.

Çünkü unutmaya çalıştıkları, yok farz ettikleri bu sorun ülkenin gündeminde hem de gündemin tam da göbeğinde ve bazı meseleleri 28 Şubat türü müdahaleler ile aşmanın da artık mümkün olmadığı hatırlandığında bundan sonra meseleye biraz daha zinde, yaratıcı ve yeni düşüncelerle bakmanın yararlı olacağına inanıyorum.

***

Ortadaki mesele tabii ki yeni bir konu değil.

Bu ülkenin nice beyinleri makul çözümler üretmek için çalıştı durdu bu konu hakkında

Ama çözüm nihai analizde hep siyasi düzeyde olmak zorunda olduğundan ve ‘‘resmi’’ ideolojiyi savunduğunu söyleyen partiler de söylemlerini sadece korku yaratmak, öcüler oluşturmak üzerine kurduklarından kilitlendik kaldık bugüne kadar.

***

Şimdi bir seçim yaklaşıyor.

Bana göre bu seçimden Türkiye bazı kamburlarını üzerinden atmış olarak çıkacak. Ben AKP gerçeğinin Türkiye'nin bazı tıkanıklıklarını ‘‘yumuşak geçişle’’ aşmakta tek şansımızı oluşturduğuna inanıyorum.

Eskimiş düşünce sistemleriyle, tepkilerle, içgüdüsel korkularla sorun çözülmez, sorunu ‘‘kökünden çözeceğini’’ sanan kısa vadeli tedbirler ise sadece uzun dönemde sorunun daha da artmasına yol açar.

İktidara gelirlerse ne yaparlar, yalan mı söylüyorlar, temelde onlar kötü insanlar mı bilemem.

Ama bildiğim şu: Bütün bunlar doğru olsa bile bir şey fark etmez.

Çünkü Türkiye'nin gerçekleri, inançlı Türk seçmeninin onlardan talepleri onları dizginleyecek en büyük güçtür.

Türkiye'de insanlar inanç meselesinin kamusal alandaki yansımalarının makul düzeyde kalmasını talep etmekte, bu konuda aşırılıklara gidilmesini istememektedirler.

Çoğunluğun görüşü budur ve AKP bu gerçeği iyi tespit etmiş olduğu için kısa sürede böylesine büyüyüp güçlenebilmiştir.

Dolayısıyla teoride de, pratikte de uygulamaları bence makul olacaktır.

Bu olmadığı takdirde onlar da Türkiye gerçeğine kafalarını vuracaklardır ki, partinin kurucuları akıllı insanlardan oluştuğundan buna yol açacak söylemlere gireceklerini hiç tahmin etmiyorum.

Bu nedenle AKP'ye ister oy verin ister vermeyin, ama lütfen şunu yapmayın: Onlardan sürekli yumuşatıcı mesajlar gelirken, bunları da reddedici, düşmanlar yaratıcı, gerginliğe düşürücü tepkileri yenilemeyin.

Bu tavrınızın sonuçta ülkeye zarar verdiğini, bizi lüzumsuz bir kısırdöngüye ittiğini lütfen hatırlayın.

(14 Ağustos 2002 tarihli Renkler köşesinden alınmıştır.)
Yazının Devamını Oku

Tekrar yayınlanmayı hak eden yazılar (1)

7 Kasım 2002
<B>AŞAĞIDAKİ </B>yazı bu köşede 13 Ağustos 2002 Salı günü yayınlanmıştı. ‘‘BU YÜKÜ ÜZERİMİZDEN ATALIM

Demokrat Parti döneminde köylü sınıfı ilk kez siyasetin içine çekildi.

Tek parti döneminde köylülük, toplumun diğer yönlerinde yapılan zorunlu yatırımların sadece bir finansman kaynağı olarak görülürdü.

1946 yılından itibaren ise demokrasinin bir gereği olarak köylülere de yaratılan değerlerden paylar verildi.

Ve tabanın da siyasetin içine belirleyici güç olarak çekilmesiyle birlikte Türkiye'yi hálá kapanına almış olan büyük çatışma başladı.

Cumhuriyet tarihinin belgelerini dikkatle, sabırla okursanız bu toplumun yöneticilerinin ‘‘din meselesini’’ nasıl çözecekleri konusunda muazzam bir kafa karışıklığı yaşandığını görürsünüz.

Bu da çok doğal zaten; çünkü kendi içinde hayli karmaşık olan bir konu bu.

Üstelik dine dayalı bir devlet kurma yanlılarının bu topraklar üzerinde her zaman var oldukları da hatırlanırsa, tek parti dönemi yöneticilerinin bu konuya hep kuşkuyla yaklaşmalarının nedenini anlayışla karşılayabilirsiniz.

İşleri de çok zordu; çünkü hele de azgelişmiş bir toplumda hem dini hislerin toplumun genel yapısını kontrol etmemesini sağlayıp hem de bu konuda özgürlükleri teminat altına almak zorundaydılar.

***

Dediğim gibi bu çok zor bir işti ve bu nedenle de yakın tarihimizin hemen tamamında görülen tartışmaların, krizlerin temelinde bu tam çözülememiş sorunun sancıları yatmaktadır.

Sorun çözülmemiştir; çünkü ‘‘Türk modeli’’ olarak ortaya konulan şey sonuçta yaşamını dini görüşüne göre yaşamayı seçen insanların kendilerinden sürekli tavizler vererek var olmalarını öngörmektedir.

Böyle bir şeyin bir model olamayacağı, toplumda huzursuzluklar yaratacağı belliydi ve hep de böyle olmuştur zaten.

***

Bu mesele Türk insanının bütün potansiyelini teslim alacak kadar ağır bir yük oluşturmaktadır toplumun üstünde.

Üstümüze çöreklenmiş olan bu ağır yükten kurtulmalı ve bu konuda bir uzlaşmayı, zorlamalar olmadan sağlayıp geleceğe doğru yürüyüşü başlatmalıyız.

İşte ben bunun önemine samimi bir şekilde inandığımdan dolayı olası bir AKP iktidarını, korkarak değil içimde umut taşıyarak beklemekteyim.

Bugün bu partiye karşı ittifaklar oluşturulmaya çalışılıyor yeniden.

Ben korkulara dayalı, sadece tepkisel olan bu ittifaklara destek vermeyeceğim.

Bence yanlış olarak ‘‘Beyaz Türkler’’ olarak adlandırılan insanların hislerine hitap ettiklerini düşünen bu tepkisel hareketlerin, Türk toplumunun temelinde cumhuriyet döneminin ilk yıllarından bu yana derinde var oluşunu sürdüren yarayı çözebilecek ne güçleri vardır ne de samimi bir programları.

***

Bu konuda haklı hassasiyetleri bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat hareketinin sonuçlarından ciddi bir şekilde hasar görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

28 Şubat süreci, bunu çok farklı biçimde yorumlayıp uygulayanlar nedeniyle süreç içinde büyük servet ahlaksızlıklarının yaşanmasıyla, toplumun büyük bölümünün de fakirleşmesiyle özdeşleşmiştir insanların kafasında.

Dolayısıyla hele de şimdi, şu konjonktürde, ortada gerçekten bir tehlike filan yokken, tepkici siyasi hareketlerin, kendilerini kurtarmak için yine öcüler yaratmaya çabalamaları, laflarıyla ordu kademelerini yine rahatsız etmeye çalışmaları vatana yapılmış kötülükten başka bir şey değildir. Bunlar bizi sadece yıllardır süregiden kısırdöngüye tekrar iter, o kadar.

***

Bu vatan hepimizin. Herkesin kendine özgü bir sevme biçimi var onu, herkes kendi kafasına göre uygun bir yaşam biçimi hayal ediyor kendi kafasında.

Ama benim gördüğüm o ki Türkiye, cumhuriyet tarihinde ilk kez ‘‘din meselesini’’ gerçekten çözme yolunda büyük adım atma ve suni olmayan, gerçek kökleri olan bir ‘‘Türkiye modelini’’ de yakalama şansına sahip olmuştur.

Çünkü yılların deneyimi sonucunda geçmişte yapılmış olan yanlışlıklar tekrar edilmeyecektir.

AKP'NİN CUMHURİYET TARİHİ İÇİNDEKİ SORUMLULUĞU MUAZZAMDIR.

Onlar dediklerini tutarlarsa, bizleri içlerinden kopup geldikleri gelenek gibi yine kandırmaya çalışmazlarsa, Türkiye ilk kez belirli bir süreç içinde hem de kısa dönemde bu korkunç yükünden kurtulup kendini yeniden toparlamaya başlayabilir.

Açıkça söylemek gerekirse, bugün söylediklerinde samimilerse eğer, ben Türkiye'nin uygulamaktan başka çaresi olmadığı bir programla, bir yandan da Avrupa Birliği'ne giriş adımlarını AKP hükümetiyle atmaya başlamasının bu memleketin nasıl zararına olabileceğini mümkün değil anlamıyorum.’’ (13 Ağustos 2002 Renkler Köşesi)
Yazının Devamını Oku

Siz bana bakmayın

4 Kasım 2002
<B>‘‘SEÇİM’’ </B>gibi teoride insanlara umut aşılaması gereken bir olayın ertesi günü bu yazıyı yazmış olmak istemezdim. Ancak yalan pompalayıp, olmayacak hayaller yaratmak da istemiyorum, kendi hislerim hakkında yalanlar da söylemek istemiyorum.

Bu yazıyı sonuçların açıklanmasına çok zaman varken yazıyorum.

Ben hayatımda hiçbir seçimin sonucunu bu kadar heyecansız, umutsuz, biraz da aldırmaz beklediğimi hatırlamıyorum.

30 yıldır kırılmış olan umutlarımın, hayallerimin, beklentilerimin sonucunda geldiğim noktada dün yapılan seçimden memleketin sorunlarına çözüm getirebilecek bir yönetimin çıkacağına dair bir beklentim katiyen yok.

Daha da kötüsü, memleketin kaybedecek bir gün bile zamanı olmadığı, kaybedilen her günün geleceğimizden yeni yıllar çalacağı belli olduğu halde bugünden itibaren anlamsız tartışma ve krizlerle yepyeni içinden çıkılmaz sorunların içine gömüleceğimize de eminim.

***

Türkiye'de mutlu bir şekilde var olabilmenin önkoşulunun ülke hakkında fazla düşünmemeye bağlı olduğuna inanmaya başladım son yıllarda.

Çünkü olan biten hakkında düşünmeye başlarsanız, bir süre sonra gerçekte olan biteni de anlamaya başlıyorsunuz.

Gerçekte olan biteni anlamaya başlayınca da, eğer umursamaz bir insan değilseniz mutlu olabilmenize imkán yok.

Benim gibi sinirli, isyanda ve umudu tamamen kırılmış bir insana dönüşmeniz kaçınılmaz o durumda.

O yüzden siz bana bakmayın, arzu ederseniz bu yazımı da ciddiye almayın.

Kendi içinizde umudu yaşatın, mutluluk pompalayın kendinize. Benim açımdan dün bir oyun oynandı. Bu ülkede özellikle son 10 yıldır seçimler iyice bir oyunun parçası haline dönüştü.

Şöyle hayal edin meseleyi. Toplum yaşamının iki birbirinden kopuk süreçten oluştuğunu düşünün. İlk süreçte demokrasi oyunu var, burada dün olduğu gibi arada bir seçim filan da yapılıyor, birtakım sonuçlar alınıyor, sonra bildik gelişmeler yaşanıyor.

Bir de bütün bunlardan farklı ve aslında tek önemli olan, asıl bu ülkeyi belirleyen başka bir süreç daha var. Ülkeyi asıl yönlendiren kararlar bu süreçte alınıyor, çıkar ilişkileri orada kuruluyor, ülkenin temel hassas konuları orada yönlendiriliyor. İlk sürecin ikincisini etkilemesi de hemen hemen imkánsız halde.

Ben böyle düşünüyorum, o yüzden de seçim sonucu hakkında neden bu kadar heyecansız olduğumu umarım anlamışsınızdır.

***

Olası bir yanlış anlamayı önlemek için hemen açıklama getireyim. Ben veri durumun böyle olmasının, ikinci sürecin var olmasının yanlış olduğunu düşünmüyorum artık.

Türkiye gibi önemli, potansiyeli büyük bir ülkenin geleceği ile ilgili hassas kararların eşit oy ilkesi doğrultusunda oluşan anlık ve değişken çoğunlukların eline bırakılmasının doğru olmadığını açıkça söylüyorum.

Şunu da bilin ki aslında bu ülkede demokrasi oyunu oynamakta olan siyasilerin, gazetecilerin ve işadamlarının önemli bir bölümü de aynı fikirdedir ama hiçbiri gerçek hislerini korkmadan ifade etmez, edemez.

Dolayısıyla ikinci süreç olarak tanımladığım, asıl hayati kararların alındığı, ortalıkta pek de gözükmeyen kamu alanı bence çok daha önemli.

Ve işte beni asıl mutsuzluğa iten de bu alanda son yıllarda yaşananlar zaten.

Bence Türkiye'de uluslararası niteliklere sahip, ülke gerçeklerine hakim, kamu alanının bu ikili yapısı arasındaki koordinasyonu pürüzsüz sağlayacak gerçek anlamda ‘‘devlet adamı’’ çok az sayıda. Gerçek anlamdaki devlet adamları azaldıkça, onların kontrolü gün geçtikçe azalınca da kamu alanının ikili yapısı arasında sağlanması gereken harmoni de bir türlü sağlanamıyor, gerginlikler, krizler sürekli hale geliyor, asıl önemli olan ikinci süreçte de ilişkiler çarpıklaşıyor.

Seçimin yapıldığı dün aynı zamanda Susurluk denilen olayın ortaya çıkmasına neden olan kazanın da yıldönümüydü.

Devlet adamlarının var olamaması nedeniyle kaybedilen kontrol kavramından ne kastettiğimi bu yıldönümünü hatırlayarak belki daha net anlarsınız. Türkiye'nin hassas dengeleri altüst olmuş durumda ve çok hızla hareket edilerek müdahale edilmesi gereken sorunlar dev gibi.

Bu ülkenin insanları 1930 ile 1940 yılları arasında, tüm dünyada kriz varken, neredeyse sıfırdan ülke inşa etmeyi başarmıştır.

Aynı şeyi yeniden yapacak gücümüz vardır, yeter ki cesur olalım, radikal düşünmekten korkmayalım, kamu alanının ikinci süreci olarak belirttiğim düzlemi yeniden toparlayarak ülkeye gereken müdahaleyi yapalım.

Demokrasiyi yaşadığınızın ertesi günü bunları söylüyorum çünkü çözümüm gerçekten farklı yerlerde olduğuna inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

Seçim demokrasinin olamayacağını gösterecek

1 Kasım 2002
<B>ASLINDA </B>seçim sonucunun nasıl olacağı çok da önemli değil. Çünkü nasıl sonuç çıkarsa çıksın asıl mesele çözümsüz olarak ortada duruyor olacak. O asıl mesele de şu: Veri koşullar altında Türkiye'de demokratik seçim yoluyla sistemin büyük tıkanıklıklarını kısa sürede aşmayı başaracak iktidara ulaşabilmek mümkün değil.

Bu acı sonuca yılların biriktirdiği sorunlar, bu sorunlara resmi söylemin geliştirdiği cevaplar, bu cevapların yol açtığı çok daha yeni sorunlar sonucunda içine düşülmüş olan kısırdöngü nedeniyle gelindi. Dolayısıyla ‘‘demokrasinin kilitlenmiş’’ olması benim hoşlandığım, tercih ettiğim bir şey değil, sadece objektif bir durum.

Daha da net söylüyorum, bu bir bilimsel tespit.

Türkiye'deki düzen, kendi kendisini içinden çıkılması imkánsız olan bir ‘‘düşük düzeyde denge’’ durumuna kilitledi.

‘‘Düşük düzeyde denge’’ rejiminde sürekli fakirleşme, sürekli olarak siyasi düzeyde baskı ve yasak üretme, alt düzeyde de sürekli olarak cumhuriyet rejimini ‘‘aşmak’’ olarak nazik bir şekilde adlandırabileceğimiz akımlar var, alt düzey her geçen gün daha güçleniyor, resmi söylem kendini kilitlemiş olduğundan buna karşı yeni söylem geliştiremiyor ve bu yüzden de Türkiye'de hiçbir şey hiçbir zaman değişmezmiş gibi bir görünüm ortaya çıkıyor.

***

Aslında 30 yıl önce de görünüm aynıydı.

Değişen dünyadan Türkiye'ye ithal edilmiş olan bazı yenilikleri ayıklarsanız 30 yıl önce de biz tıpatıp bugünkü sorunlarla uğraşıyorduk.

Siyasi düzeyde aynı kilitlenmeler vardı, aynı ‘‘tehlikeler’’ tespit edilmişti, sistemin refleksleri aynıydı, o yüzden de 1946'dan bu yana sürdürülmeye çalışılan ‘‘demokrasi deneyimimizde’’ gelinen nokta maalesef sadece ‘‘düşük düzeyde denge’’ durumu olmuştur.

Açıkça söylemek gerekirse bu tarihi bir başarısızlıktır, büyük bir trajedidir. Ve açıkça söylemek gerekirse bu durum sürdürülmeye çalışıldığı takdirde Türkiye çok daha hak etmediği düzeylere düşürülecek, halkı çok daha acılara mahkûm olacaktır.

Örneğin iki gün sonra yapılacak seçimden sonra ‘‘düşük durumda dengenin’’ büyük ihtimalle ‘‘düşük durumda dengesizliğe’’ yol açacağı daha şimdiden anlaşılmıştır bile.

Bu aşamada hepimiz önemli bir karar vermeliyiz. Ya ‘‘böyle gelmiş böyle gider’’ deyip aynı kandırmacayı oynamayı sürdürmeye çalışacağız.

Ya da bu ülkenin idaresine yönelik olarak çok daha radikal bazı kararlar vereceğiz.

‘‘Düşük düzeyde denge’’ durumundan ülkemizi hızla kurtaracak, hızlı kararlar alıp uygulayacak, koordineli hareket edecek ve ülkeyi daha yüksek bir dengeye ulaşabilmek için seferber edecek bir yeni yönetim biçimine gereksinimimiz var.

Düşük düzeydeki denge durumunda demokrasi zaten imkánsızdır, o varmış gibi hareket etmek sadece bir kandırmacadır, dolayısıyla bulacağımız yeni yönetim biçiminin en önemli görevlerinden bir tanesi de Türkiye'de demokrasinin olabilirliğinin ön şartlarını oluşturmak olacaktır.

Böyle bir şeyin düşünülmesi bile birçoğunuza itici geliyor biliyorum ama bunun olabilmesinin en büyük şartı Türkiye'de var.

Aslında siyaseti istemeyen kitleler Türkiye'de rejimin bir süre siyaset dışına çekilmesine ve tüm sorunlara saldıracak bir idareye destek vermeye çoktan razılardır. Sadece alternatif görülemediği, bunu hayallerinde canlandıramadıkları için siyaset oyununa hálá daha katılmaya mecbur gibi hissetmektedirler kendilerini. Bütün bunları seçime giderken tekrar yazıyorum çünkü bunlar benim yürekten inandığım şeyler, seçim gibi geçici ve sonuçsuz bir durum bu inandıklarımdan vazgeçmemi gerektirmiyor, bunu sizinle de paylaşayım dedim. Seçim sadece gerçek çözüm imkánına ulaşılmasını erteleyecek o kadar. Maalesef Türkiye gerçeği bu.

***

Son bir şey daha var.

Son zamanlarda ‘‘Borç döner mi dönmez mi, ötelensin mi ötelenmesin mi’’ tartışmaları yapılıyor. Evet Türkiye'de borç döner. Devlet hem iç hem de dış borcunu zamanında öder.

Ancak bunu tüm kaynaklarını borç ödemek için seferberlik yaparak gerçekleştirebilir.

Yani Türkiye Cumhuriyeti önündeki uzun yıllar boyunca sadece borç ödemek için varlığını sürdürmeye razı olduğu takdirde borcun dönmesinde gayet tabii ki sorun yaşanmaz.

Türkiye Cumhuriyeti kendi halkına bir gelecek sunabilmek, halkının kaderini değiştirebilmek için borç tuzağından kurtulmak yolunda da radikal düşünmelidir. Bunu yapabilecek olan tek idare yukarda tanımladığım biçimde ülke kaynaklarını koordineli olarak bazı hedeflere kanalize etmeyi başarabilecek bir yönetimdir. Eğer kararlı ve güçlü bir yönetim plana, programa, stratejiye dayalı bir ekonomik program doğrultusunda hareket ederse borcun ülke halkının çıkarları doğrultusunda yeniden yapılanması imkánı da yakalanır.

Buna ulaşmak da radikal kararlar verilmesini gerektirecektir ve isteseniz de istemeseniz de bu radikal kararların verileceği gün hızla yaklaşmaktadır.

Seçim gerçeğinin değiştiremeyeceği bir gelişmedir bu. (Dünkü yazıma ilave: ‘‘Buzines’’ eğitimi ile ilgili düşüncelerimi kanıtlayan en somut delillerden bir tanesini dün yazıma koymayı unutmuşum. George Bush Jr. Amerika'nın MBA tahsilli ilk başkanıdır. Bu da yazıda söylemiş olduğum her şeyi bilimsel anlamda kanıtlayan bir durumdur.)
Yazının Devamını Oku

Buzines okuyan bılık toramanlar

31 Ekim 2002
<B>TÜRKİYE'</B>nin sanayi yapısı çöktü, tarım sektörü mahvolma aşamasında, yatırım yapmayı düşünen yok, gelecek planlaması yok... Yok oğlu yok...

Var olmaya devam eden tek şey ise bunca çöküntü arasında hálá daha para ‘‘vurma’’ Şark zekásını çalıştırmaktan başka hayatta bir şey bilmeyen, tamamen kara cahil olan ama iş kolay para kazanmaya gelince tüm budalalığını geçici olarak üzerinden atıveren sayıları oldukça fazla olan bir kitle.

Bu kitlenin zevkleri, beklentileri resmi kültüre damgasını vurmuş durumda.

‘‘İş yönetimi’’ iktisat bilgisinin, ‘‘para yönetimi becerisi’’ bilgi ve kültür birikiminin yerine geçince bu da kendisine uyan bir tuhaf kültür acuzesi yarattı gayet tabii ki.

Bu durumun eğitimdeki yansıması ise ‘‘buzines’’ okuyan Türk sayısında yaşanan patlamada oldu.

Kime sorsanız ‘‘buzines’’ okuyor şu aralar. Dünyaya okumak için dağılan Türkler arasında en favori ‘‘bilim dalı’’ bu son zamanlarda.

Aslında gerçek anlamda bilim dalı olmayan ‘‘buzines’’ eğitimi, kitap okumaktan fazla hoşlanmayan çocukların bir an önce ‘‘hayata atılıp’’ bir şekilde para vurmaya çalışmasını sağlamaktan başka bir işe yaramayan bir kara cahillik vesikası veriyor insanların eline diploma yerine.

* * *

Daha önce Amerika hakkında tek bir kitap okuyacaksanız bunu okuyun diye tavsiye etmiş olduğum Allan Bloom ‘‘The Closing of American Mind’’ adlı kitabında bakın bu durumu nasıl anlatıyor:

‘‘Olağanüstü bir felaket oldu. Son yıllarda MBA (bizimkilerin buzinesi) sanki gerçek bir üniversite derecesiymiş, bir master derecesi veya hukuk derecesiyle eş değerdeymiş gibi algılanmaya başlandı. Diploma sayesinde para kazanma yolunu açan bir eğitim gerçek bir üniversite öğrenimiyle eşit manevi değerde kabul görür oldu. Bu MBA derecesine sahip olan kişiler sosyoloji, antropoloji, siyaset bilimi gibi konularla hiç ilgilenmedikleri gibi, okulda öğrendikleri, MBD derecesini almalarına yetecek kadar bilginin, bu diğer konuları da anlamalarını sağlayacak ipuçlarını kendilerine sağlayacağı gibi bir yanlış anlayışa sahip oldular.’’

Amerika'da bile bir tehlike oluşturan bu durumun Türkiye gibi kendisini kurtarmak için gerçek bilime, bilgiye ve kültüre ihtiyacı olan bir ülkede ne tür büyük bir felakete yol açmakta olduğunu varın siz düşünün artık.

* * *

Gençlerimizin büyük bölümü okuma imkánından yoksun.

Bir bölümü ise sadece adı üniversite olan ama lisede öğrenilen bilgileri unutturup üstüne de yeni bir şeyi eklemekten bile aciz olan soğuk binalarda hayat törpülüyorlar.

Azınlık ise hayatta okumaya, bilgilenmeye, öğrenmeye, sorgulanmaya önem veriyor. Okuyor, araştırıyor.

Bu üç grubun da Türkiye'de gelecekleri yok şu anda. Bunu çaldılar onlardan.

Dördüncü gruptakiler ise ‘‘buzines gençliği’’.

Bunları Engin Ardıç ‘‘şalap şulup yürüyüp, boş boş bakan bir sürü bılık bılık toraman oğlan’’ diye harika bir şekilde tanımlamış.

Kızları da başka bir alem tabii ki bu grubun. Yine Engin Ardıç'a bırakıyorum lafı:

‘‘Şabalaklık feminitenin mütemmim cüzü’’ sanılıyor. Ne kadar salak görünürlerse o kadar seksi olacaklarını sanıyorlar. Salaklıktan ağızları kapanmıyor, onlar bunu ‘seksi’ buluyorlar. Boş boş bakıyorlar, ‘buğulu bakış’ oluyor. Batı Türkçesinde olmayan, yeni icat ettikleri ‘kalın ve peltek e sesi de’ ayıptır söylemesi ‘kaldırgan’. 'Taencere, paencere, baen, saen, Caem bey' diye konuşacaklar, erkeğin de içi gıcıklanacak.''

İşte durum böyle. ‘Buzines’ bilen delikanlılar ve bunların içinde rahat hareket ettikleri kültürden bu tür bir mutasyona uğramış insan tipi ortaya çıktı bu aralar Türkiye'de.

Ve şu aralar da bunlar Türkiye'de mutlu olmayı sürdüren tek kesim maşallah!

Eğlence yerlerine tek gidebilenler de onlar kaldığından İstanbul gece yaşamı iki yıl öncesine göre tükenmiş durumda neredeyse.

Aslında bunların da geleceği yok ama onlar bunun henüz farkında değiller.

Anlayacağınız hepsinin geleceği ellerinden çalınmış ama sadece dördüncü kategoridekiler ‘‘buzines’’ hala daha sürer gibi olduğu için bunun farkında değiller, aval aval mutluluğu oynuyorlar.

Bu tabii ki böyle devam edemeyecek, etmesi mümkün değil de acaba diyorum gerçeğin suratlara daha da bir yumruk gibi inmesi için daha ağır bir buhran mı gerekiyor ki?
Yazının Devamını Oku

Boşa harcanan üç yılımız

30 Ekim 2002
<B>ZAMAN </B>nasıl hızla akıp gidiyor. Sedat Ergin'in pazar günkü yazısını okuyunca bir daha anladım bu acı gerçeği.

‘‘Öteki Türkiye'nin İntikamı’’ başlıklı yazısına bir meslektaşına verebileceği en güzel hediyeyi vererek başlamış Sedat Ergin.

Bakın ne demiş: ‘‘Serdar Turgut üç yıl önce köşesinde ‘Öteki Türkiye' tartışmasını başlattığında, galiba pek çok insan bu kavramı bir fantezi olarak almıştı.

Turgut, gelir dağılımında zaten var olan dengesizliğin daha da açıldığına dikkat çekerek, toplumda fakirleşme sürecinin hızlandığını, yaygınlaştığını belirtiyor, bu durumun toplumda ciddi bir kopmaya yol açmakta olduğunu ve Türkiye'nin başına büyük işler açacağını anlatıyordu.

Bu tartışma, o zamanlar Türkiye'ye özgü biçimde dipsiz kuyuya atılan bir taş gibi sessizce kaybolup gitti.’’

* * *

Gayet tabii ki gururum okşandı saygı duyduğum bir gazetecinin kaleminden bunları okumak.

Ancak burada üç yıl önceden olan biteni doğru tespit etmiş olabilmenin keyfini çıkarmak yerine içim hüzünle dolu. Dile kolay, üç yıl kaybettik sevgili okurlar. Ben o tartışmalar daha geçenlerde olmuş gibi hissederken Sedat Ergin’in yazısıyla aradan geçen onca zamanı, yine el birliği ile geleceğimizden çalmış olduğumuz yılları hatırladım.

Bugün bazı insanların, tehlike artık kendi kapılarını çalmaya başlamasından sonra, aynı lafları yeniymiş gibi söylemelerine bakıp da hayret ediyorum olan bitene. Aynı insanlar üç yıl önce ben o kavramı nedenleriyle birlikte ortaya attığımda ‘‘Türkiye'nin aslında gelişmekte olduğunu’’, ‘‘gelir dağılımında istatistiklerde görülen bir bozulma olmadığını’’, ‘‘herkesin cep telefonu olduğunu, fakirleşmenin olmadığını’’ filan söylüyorlardı.

Onlara göre ben popülisttim, ilgi çekmek için bu kavramı ortaya atmıştım, ekonomi bilmiyordum, Türkiye gerçeğinden habersizdim. Buyurun bakalım, işte sizin çok iyi anladığınızı iddia ettiğiniz Türkiye gerçeği ortada. El birliğiyle yarattığınız, sırtınızı döndüğünüz, kafanızı kuma sokarak duymazdan geldiğiniz, televoleci yazarlarınızla, iktisatçılarınızla yok saymaya çalıştığınız, kafadan silmeye çalıştığınız Türkiye işte burada.

Ve şunu da unutmayın ki sırf kendi çıkarlarınız zedelenmesin diye arada kaybettirdiğiniz o üç yılın faturası gerek sosyal gerek de ekonomik açıdan öylesine bir çıkacak ki hepinizden, hepimizden, ilerde pişman olup ‘‘Keşke o yılları kaybetmeseydik’’ diyeceksiniz ama maalesef iş işten de geçmiş olacak.

* * *

Bu aralar birbiri ardına bilimsel çalışma yayınlanıyor ‘‘Öteki Türkiye’’ gerçeği hakkında. Korkunç gerçekliğin bilimsel dökümü nihayet ortaya çıkıyor. Gecikildi bu konuda ama olsun, hiç olmamasından daha iyidir bunların geç de olsa ortaya çıkması.

Ben ‘‘Öteki Türkiye’’ gerçeğini ilk kez rakamlarda değil, sokaktaki insanların suratlarında gördüm. O gerçeklik sokaklardaki insanların suratlarında yazılıydı, televizyonda haberler arasına sıkışan acılarda gizliydi, eğitimli, bilgili, yılların birikimlisi arkadaşlarımın yaşamlarında olacak altüst oluşların ilk işaretlerindeydi ipuçları.

Görmek isteyen için oradaydı her şey. Ama televoleci zihniyet resmi söylemde güçlü çıktı. Onlar rakamları çarpıtarak Türkiye'nin aslında iyiye gittiğini anlatmaya çalışırlarken, yani bir anlamda entelektüel fahişelik yaparlarken, bu yalana belki de korkularını bastırmak için inanmak isteyenler uzatmaları oynamaya çalıştılar. Ama tabii ki gerçeklik sonunda suratlarına tokat gibi indi.

* * *

Bugün gelinen noktada resmi rakamlara göre eğitimli yani üniversite bitirmiş nüfusun yüzde 30'u işsiz sevgili okurlar. Bu rakam yüzde 30'dan çok daha yüksektir de biz resmi verileri alalım şimdi. Böyle bir felaketin olabildiği ülkede gelecekten umutla bahsetmek nasıl olabilir, bilmiyorum. Anne babalar bu ortamda nasıl çocuk okutacak, dahası neden okutacak?

Bu kadar eğitimli işsiz ortadayken bugün üniversiteye girmiş olan tek bir gencin bile mezun olduğunda iş bulma imkánı olabilecek mi?

Gençler nasıl mutlu olacak, geleceğimiz ne olacak, mesleği olanlar bu durumdayken mesleksiz olanların aç kalma sınırına yaklaşmaları nasıl engellenecek, nüfusunun yüzde 40'ı tarım sektöründe yer alan ama tarımı göçmüş bir ülke bu yükün altından nasıl kalkacak.

Size yemin ediyorum içimde büyük bir isyan duygusu var. Acıyorum, öfkeleniyorum bize kaybettirilen yıllara, geleceğimizin çalınmış olmasına, bunu yapanları da biliyorum ve onlardan tiksiniyorum. Kendi beslendikleri, içinden çıktıkları ülkeyi çökerttiler göz göre göre kısa vadeli çıkarları için. Bu duruma dur demek şansı vardı, onu da kaçırttılar hepimize.

Şimdi merak ediyorum bakalım nasıl çıkacaklar işin içinden. Bir iki yıl içinde olup biteceklerden sonra kurulacak teknokratlar hükümetinin ertesi günü de buna benzer bir yazı yazmaya mecbur kalacağım gibi bir his var bende, bunu da bilin yani!
Yazının Devamını Oku

Hayatımın en korkunç gecesi

29 Ekim 2002
<B>NEW </B>York'tayken memlekette olan biteni kaçırmayayım diye uydu taktırdım. Türkiye'den haberleri ilk seyrettiğimde bu kararımın ne kadar yanlış olduğunu anlamıştım ama iş işten geçmişti artık.

Paralar ödenmişti, geriye dönüş yoktu ve ne yazık ki Türkiye gerçeği artık bir uzaktan kumanda aleti kadar yakındı bana.

* * *

Bebekle birlikte hayatımızı normale yakın yaşamak için geceleri nöbetleşe bakımını üstleniyoruz.

O gece de benim nöbet sıram gelmişti.

Gecenin bir saatinden sonra ışıkları tamamen kapatıyorum ki uykuya geçişi kolay olsun, uyuma zamanı kavramı da gelişsin.

Kitaplar öyle yazıyor ama bu durumda da teori ile pratik arasında muazzam bir uçurum olduğundan bebek teoriye katiyen uymuyor.

Bir şey söyleyeyim mi, o doğduğu günden bu yana bağırsak ve mide gazı denilen şeye saygım çok arttı.

O gelene kadar bu konu hakkında fazla düşünmezdim, son zamanlarda neredeyse tek düşündüğüm şey bu oldu.

Gaz girdiği anda bebek, ‘‘Şeytan’’ filmindeki Linda Blair karakteri gibi hareketler yapıyor ve sesler çıkarıyor.

Köşedeki kiliseden papaz getirtip şeytan kovma seansı yapalım diye bile düşündüm bir ara.

İlk başlarda korkmuştum bu seslerden ama sonunda, en acı çektiğini sandığım anda yanına gidip şaklabanlık yaptığımda bana gülümseyince fazla ciddiye almamaya başladım meseleyi.

* * *

Neyse diyeceğim o ki o gece de elektrikleri söndürmüş, Türk televizyonunu izliyordum.

Bebek sesler çıkarmaktaydı ve karanlıkta sürreel bir efekt yapıyordu bu.

Uyuklamışım.

Bir süre sonra olağanüstü bir rahatsızlık hissettim içimde.

Uykudan uyanmak sınırındaydım ama rahatsız edici bir şeyler de oluyordu etrafta.

Kötü rüyaları hep bu sınırda görürüm ben.

Bu kez de bir ses koro halinde karanlık odanın içinde çınlayıp duruyordu. ‘‘Biz Hürriyet çalışanları olarak dürüstlüğe...’’ filan diye başlayıp giden bir şeydi bu.

Son derece ürkütücüydü. Fantastikti.

Brooklyn'in arka mahallelerinden bir tanesindeki küçük odada Hürriyet yeminini duymaya başlamıştım karanlığın içinden.

İlk başta uyku arasında kalp krizi geçirip öldüğümü düşündüm.

Eğer denilenler doğruysa öte taraf için, gayet tabii ki cehenneme gitmiştim.

Bana özel ceza hazırlamışlardı cehennemde.

Artık sonsuza kadar hiç durmadan tekrarlanacak olan bu yemini dinlemek zorunda kalacaktım.

* * *

Fırlayarak uyandığımda sesler devam ediyordu.

Bu sefer de şüphelerim tekrar bebek üzerinde yoğunlaştı.

Ancak o uyuyordu.

Bebek bakım teorisinde ‘‘beyaz gürültü’’ denilen bir olay var.

Mesela bebeğin olduğu odada elektrikli süpürge çalıştırırsanız bu bebek üzerinde uyku etkisi yapabiliyor.

Televizyondan gelen sesler de onun üzerinde ‘‘beyaz gürültü’’ etkisini yapmıştı.

Hürriyet'in reklamı oynuyordu o anda ve gazetenin önünde toplanmış arkadaşlar hep birlikte yemin etmeye başladıkları zaman bebek uyumuş, ben ise öldüm zannederek uyanmıştım.

İkimizin bu olaya gösterdiği tepkide diyalektik bir bağlantı olsa gerek ama şu anda bunu düşünecek halde değilim.

Bu reklamı bir daha gösterdiklerinde kasede kaydedeceğim ve bebeğin uykuya geçiş problemine kökten çözüm bu şekilde bulunacak.

Uyumamakta ısrar ettiğinde bunu gösterdiğim zaman nakavt olacak o geceki gibi, buna eminim.
Yazının Devamını Oku

Dikkat! Hasan Cemal intihar edebilir

28 Ekim 2002
TÜRK medyasının köşe yazarları açısından büyük acılarla dolu bir hafta başladı sevgili okurlar. Siyaset yazmak fiilen yasak ya, bu koskoca hafta onlar açısından nasıl geçecek bilmiyorum.

Bunlardan bir kısmı zorunlu oldukları için siyaset yazısı yazarlar.

Onlar da zorlanacaklardır da, haftayı fazla travma yaşamadan atlatma şansına sahipler.

Ancak bir de yazdıklarından keyif alanlar var aralarında.

Onlar ne olur bilmem. Örneğin ben Hasan Cemal'in ruh sağlığı açısından endişeliyim.

Belki biliyorsunuzdur, Hasan Cemal haftada en az üç sıkıcı yazı yazmadığı takdirde içinde bir huzursuzluk hisseder.

Birkaç ay önce bir kere keyifli bir yazmıştı, yazının tam orta yerine geldiğinde birden panikleyip okuyuculardan özür dileyerek titreyip kendine döndü ve yazıyı alıştığı şekilde bitirdi.

Allah'tan yazın hafta sonlarında Bodrum'a filan gittiğinde yazı yazmıyor, çünkü millet eğlenirken o rüzgár değirmenlerinin olası ekonomik yararları üzerine ekonometrik bir araştırmayı bize anlatmaya filan çalışırdı büyük ihtimalle.

Neyse, diyeceğim o ki Hasan Cemal siyaset yazmanın yasak olduğu bu hafta boyunca bence dikkatle incelenmeli, gözetim altında tutulmalı, çünkü her an buhran geçirerek intihar edebilir

Başkaları da var onun gibi olan ama eğer onlar bir intihar girişiminde bulunurlarsa lütfen onları kimse engellemezse çok sevinirim, Türkiye'ye hayırlı bir iş yapmış olursunuz yollarında durmayarak bence.

Ama Hasan bize, bu ülkeye lazım, en azından Cumhuriyet Gazetesi anılarını yazıp bitirinceye kadar hayatta tutulmasında yarar var.

* * *

Benim başka korkularım da var siyaset yazmanın yasak olduğu bu hafta için.

Bizde bir ádet oluştu; pazar günleri ciddi adamların gayri ciddi konularda yazı yazabileceklerini ispat etme günü olarak kabul edilmeye başlandı.

Bakıyorsunuz adama, devlet adamı gibi köşe yazarı, hafta içinde hükümetler kuruyor, hükümetleri düşürüyor, ekonomik programa yönelik yapıcı eleştiriler filan da ortaya koyuyor.

Bilmediği konu yok ve hepsinde de otorite.

Pazar günü ise aşk, cinsellik ve kadınlara ayrılmış durumda.

Üstelik onlarda da otorite.

Bu konulardaki yazıların hiçbiri şimdiki zaman fiiliyle yazılmıyor, hepsi geçmiş zamanlı, çoğu da hatıra şeklinde olmak zorunda, çünkü pazar günleri ciddiyetlerini nadasa yatıran bu adamların çoğu 50 yaş üstünde ve hemen hepsinde aşk da, cinsellik de, kadınlar da geçmişte kalmış hoş anılardan ibaret.

Fiilen durumu böyle olmayanlar ise korkularından sanki durum böyleymiş gibi yazıyorlar, çünkü gazetelerin şehir baskıları akşam eve geliyor ve bu gazeteyi ilk okuyan da ‘‘Bakalım bizimki bugün neler saçmalamış’’ diyerek gazeteyi eline alan eşleri.

Bence bu yüzden bunlar çok iyi teori yapıyorlar aşk ve cinsellik konusunda.

Bir tür sosyal Darvinist süreç söz konusu burada olan. Pratik eksikliğinden doğan boşluğu laf yaparak doldurmaya çalışıyorlar.

* * *

Hasan Cemal'in hafta içinde intihar etme tehlikesi var dedim ya...

Aslında böyle bir tehlike benim için de var.

Şimdi maazallah siyaset yazmak yasak diye Mehmet. Y. Yılmaz sadece pazarla yetinmeyip haftanın diğer günleri de aşk teorisi üzerine yazı yazmaya kalkışırsa ne yaparım bilemiyorum.

Böyle bir durumda acıya dayanamayarak hayatıma son vermem ciddi bir olasılık.

Bunu haber veriyorum ki eğer bir ihtimal benim intiharımı durdurmak isteyecek olan bir meslektaş varsa hálá daha ortada gözü üzerimde olsun.

Gerçi tek kişi bile çıkacağını sanmıyorum ama olsun, ben söyleyeyim de görevimi yapmış olayım.

* * *

Siyaset yazmaya alışık olup da bir hafta bildikleri yoldan uzak durmak zorunda olan köşe yazarları bence üzülmesinler.

Bir hafta bu, azıcık bir şey, göz açıp kapayıncaya kadar geçer.

4 Kasım'dan itibaren Türkiye öylesine büyük bir saçmalık içinde bulacak ki kendini, hepiniz köşelerinizde istediğiniz biçimde, tamamen özgürce saçmalamak imkánını bolca bulacaksınız.

Üstelik bunlar da yine ciddi yazı olarak algılanacak ve Türkiye'de hiçbir şey değişmeyecek, aynı abukluk sürüp gidecek.

Az kaldı az, sıkın dişinizi.
Yazının Devamını Oku