Osman Giritli

Poe hayranı bir soyguncu

18 Haziran 2004
COEN KARDEŞLER çok sevdiğim Kadın Avcıları (Ladykillers) filmini yeniden çekmişler. Tom Hanks, bir soyguncu ama Edgar Allen Poe hayranı bir haydut. Hatta giyimi, sakal modeli ve bazı çılgına yakın marazi tavırları ile Poe’nun bir benzeri gibi. Tom Hanks’in rolünü 1955 yapımı Ladykillers’ta Alec Guinnes oynamıştı.

Hoşuma giden yanı, soygun planını saklamak için birer barok müziği icracısı rolüne girmeleri, hepsinin mahzenden soyacakları kumarhaneye ulaşabilmek için tünel kazısı sırasında, müzik aletlerini yanlarında bulundurmaları.

Kendini profesör diye tanıtan Hanks’e herkes inanıyor, dindar, kocasını 20 yıl önce kaybetmiş tonton siyah kadın başta olmak üzere. Hanks’in filmde Poe’ya atıfta bulunarak bir hayali yaşaması da filmdeki tüm kahramanları içeriyor, siyah kadın belki en masum hayali kuranların başında.

İngiltere’de geçen ilk çekimi Coen Kardeşler, Amerika’ya taşımışlar. Soyguna katılan bütün kişilerin aralarında bir ortak özellik var, beceriksizlik. Evin sahibesi siyah hanım, bu müzisyenleri hoş karşılıyor ilk önce, ama çeşitli talihsizlikler, beceriksizlikler bunların gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor.

Elbette Hanks hayranları için mutlaka seyredilmesi gereken bir film.

Bütün bu gülünçlüğün, kara komedinin içinde çok trajik öykü kırıntıları var.

Hiç kuşkusuz soyguncuların ahvali kadar, siyah kadının da gospelden başka bir şey dinlemeyen, kocasının resmi karşısında yün ören kadın tipi de, filmin önemli karakterlerinden.

Soyguncuların adam öldürmeleri için çektiği kuralar bir türlü sonuç vermiyor. Zaten kuradaki tavırları aslında hiçbirinin adam öldüremeyeceğini gösteriyor, ’general’ hariç...

Aslında rastlantıların veya talihsizliğin ya da kaderin etkisiyle soygun yapılıyor ama hiçbir soyguncu bu paraları harcayamıyor.

Nedenin cevabını, filmi seyrettikten sonra verebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku

Wilbur ne istiyor

11 Haziran 2004
İntiharlar hep trajik bağlamda anlatılmıştır romanlarda, filmlerde. İntihara güleceğim hiç aklıma gelmezdi.

Wilbur Ölmek İstiyor’un kahramanı Wilbur North intiharın her çeşidini deniyor, her seferinde gerek beceriksizliği ile gerekse bir rastlantıyla kurtuluyor, daha çok kurtarılıyor.

Film ilerlemeye başladıkça, önceleri gülünç karşıladığınız intihar birden trajikomik bir duruma bürünüyor.

İki kardeş, anne ve babaları ölmüş, onlardan miras kalan bir kitapçı dükkánı.

Bunca sevgime rağmen, inanın o kitapçının içi, bende kábus yarattı. Çünkü hepsi değişik hayatları anlatan ama hayatın içinde ya da kitapların içinde mutluluğa dair tek satır bulamayan iki kardeşin soluk, hüzünlü beraberliği.

Böyle fimleri de severim, romanları da, öyküleri de. Birden sizi vuracak bir kahraman da yoktur, birden sizi teslim alan sahneler de. Yavaş yavaş içinizde acımakla şaşırmak arasında bir duygunun kanınızda dolaştığını fark edersiniz. O zaman burada yaşananlara birden yakınlaştığınızı hisseder, kahramanlarla birlike hareket etmeye başlarsınız.

Aslında yönetmenin kareleri o kadar dikkatimi çekti ki...

Kitapçının önünde dolaşan, onun önünden geçen insanlar bile bana bir kitap okuru izlenimi verdi.

Yalnızlar, mutsuzlar, ezilmişler, yıkılmışlar arasında saydam görünmeyen, birbirlerine itiraftan çekindikleri dramatik bir dayanışma vardır.

Wilbur Ölmek İstiyor’un bütün kahramanları böyle. İradelerini bile kullanacak halde değiller. Belki de bu kavram onlara çok uzak ve yabancı.

Duygusallık oranı çok iyi ayarlanmış. Hüzün bile doğal.

Wilbur ölmeyi gerçekten istiyor mu, yoksa yaşamayı mı daha çok istiyor?

Filmi seyredin, kararı siz verin.
Yazının Devamını Oku

Troya’nın gerçek öyküsü

4 Haziran 2004
Truva filmini çoğunuz gördü. Kimileriniz tartışmaları da okudu. Filmdeki yanlışları bile öğrendiniz. Tarih konulu filmleri eleştirmek, kötülemek kolaydır. Süper prodüksiyonlarda amaç seyirciyi görkemli sahnelerle büyülemektir. O açıdan bakarsanız, film amacına ulaşmış bir gişe filmi.

Brad Pitt’i sevenler için de ayrı bir fırsat.

Her film onun gerisindeki gerçek olayları öğrenmeniz için de bir olanak sunar. Dikkatli bir seyirci aynı zamanda dikkatli bir okurdur.

Ben Almanya’da ve Türkiye’de Troya sergisini gezdim. Seyirci okurlarıma şunu salık veriyorum, bazı kitapları okursanız, Troya’nın öyküsünü doğru biçimde öğrenebilirsinz.

Homer Kitabevi’nin çıkardığı Düş ve Gerçek Troia, olayları sadece bir aşk olayına indirgemenizi önleyecek bilgilere sahip.

Filme gitmeden önce okusaydınız değerlendirmeniz çok farklı olabilirdi, neyse zaman geçmiş değil.

Homeros’un eserinden doğan bir efsaneyi seyrettiyseniz, onun kaynak kitaplarını İlyada ile Odysseia’yı okumalısınız, okuyun ki bir kitaptan çıkan efsaneyi sinema sanatının neye dönüştürdüğünü ya da neye indirgediğini zevkle mukayese edin.

Troya Hazineleri veya Schliemann’ın Düşü, size bilgiyle birlikte çok ilgi çekici bir kişiyi de tanıtacak. Tutkuya dönüşen bir istek.

Tarihi olayların yazanı da anlatanı da çoktur, hele araya aşklar sıkıştırılırsa çok daha okunur, Adele Geras’ın Troya’da Aşk’ı bunun örneği.

Troya’nın roman türündeki izdüşümlerini okumaktan zevk alıyorsanız, Lindsay Clarke’ın Truva’sını da okuyun. Aşk uğruna savaşı kutsal gören bir anlayışın romanı.

Troya -Efsane ile Gerçek Arası Bir Kente Yolculuk bir serginin bilgili, zengin kataloğu.

Truva’yı gördünüzse ya da görecekseniz, bunları okumak tarihe bakışınıza boyut kazandıracaktır.

Sinema, edebiyat çok farklı türlerdir. İsterim ki, bu farkı bu kitaplarda daha iyi görebilesiniz.
Yazının Devamını Oku

Girdaba kapılanlar

28 Mayıs 2004
Girdap (Twisted), ruhları zedelenmiş ya da saplantılara hazır insanların dünyasını açan bir polisiye-gerilim. Zaten kahramanları polis.

Aynı meslekte, insanların birbirinin kuyusunu nasıl kazdıklarını, insanların zaaflarını nasıl kullandıklarını iyi bir dille anlatıyor. Cinsel tutku saplantılara dönüşürse, sonuç cinayettir.

Filmde cinayet işleme, cani psikolojileri üzerine insanın psikolojisini kazıyan sahneler var. Ruhen çöktüğünüz anda suç işleyebilir misiniz veya suça meyiliniz ne kadar?

Hiç kuşkusuz polisiye filmlerin başarısı, seyirciye katili, suçluyu buldurmakla doğru orantılıdır. Gerçekten de senarist, yönetmen bir kişinin üzerine odaklanmanızı sağlıyor, onun sandığımız kişi olmadığını bilmemize rağmen, katilin o olduğuna kanaat getirebilirsiniz.

Ama benim gibi çok polisiye okumuş, çok polisiye film seyretmiş kişiler ilk tahmin ettiğiniz kişinin katil olmadığını bilirler, bu kez başkalarını aramaya başlarsınız, soluk soluğa kestirmeğe çalışırken, birden gerçek katil ortaya çıkıverir. O zaman şaşırırsınız.

Jackson da, Judd da, Garcia da doğrusu insanı rahatsız etmeyen bir oyun çıkarmışlar. Jackson’un Pulp Fiction’dakine benzer yüksek perdeden hitap sahneleri de etkileyici.

Ayrıca gerilim temposu düşmeden sonuna kadar izleyebiliyorsunuz.

Bu sıcak yaz günlerinde iki saatinizi geçirebileceğiniz bir film.
Yazının Devamını Oku

21 grama kaç yaşam sığar

21 Mayıs 2004
<B>RASTLANTILARIN </B>kesiştiği yerde hayatlar birbiri içine girer. Kazalar, ölümler, yasak aşklar ve mutsuzluklar.

Alejandro Gonzalez İnarritu’nun 21 Gram adlı filmi, sürekli sorular sorduruyor seyirciye; insana, hayata ve ölüme dair.

Jack, Paul ve Cristina bir girdabın içinde, bir kazanın ardından yapılan kalp nakli ameliyatının ekseninde dönüp duruyor.

Ruh ne çok kullandığımız kelime, olumlu ya da olumsuz ama iç gramajını düşünmemiştik, oysa topu topu ağırlığı 21 grammış.

Öldükten sonra anlaşılırmış, ruhun darası.

Ruhlu, ruhsuz sözlerini kullanırken acaba hepimizin ardındaki küçük sır nedir?

Çok soruyoruz ama hiçbir yanıt da bulamıyoruz.

Küçük sırlarla, büyük beklentilerle çarpışa çarpışa bir ömür tüketiyoruz. 21 Gram böyle özetlenebilir mi acaba?

Rastlantının kaderciliğe teğet geçtiği filmde, çok ince duyarlı dokunmaları hissedebilir iyi bir seyirci.

Paramparça Aşklar Köpekler filminin yönetmeni Amores Perros parçalı anlatımını bu filmde de sürdürüyor. Olayı baştan alıp sonuna doğru düz bir çizgide anlatmıyor. Bu da başta filmin içine girmede, bağlantıları kurmada zorluyor insanı. Yani seyircisinden de çaba bekliyor yönetmen. Değiyor doğrusu bu çabaya.

Bir kalp nakli çevresinde geçen ilişkiler ağını ve kişilikleri anlatıyor film.

Kalp dediğimiz sadece bir organ mıdır, yoksa 21 gram gelen ruhu da içinde barındırır mı?

Kendisine nakledilen kalbin sahibini merak eden ve kim olduğunu araştıran Sean Penn’in duygusal yönelimi nasıl açıklanabilir? Kalbine sahip olduğu adamın karısına da aşık olması sonra... Hele o kalbin kendisine nakledilmesine neden olan kazayı yapan adamı öldürmek istemesi neye bağlanabilir?

Çarpıcı bir konu ve etkileyici bir anlatım.
Yazının Devamını Oku

Cyrano çenesini tutabilir mi?

14 Mayıs 2004
DOST musun, Düşman mı? (Tais - Toi) iki ünlü, iyi aktörün düettosu olarak özetlenebilir. Quentin (Gerard Depardieu) zeka özürlü ve araba hırsızı, Ruby (Jean Reno) soğukkanlı bir katil. İkisi bir hapishanede, sonra da bir akıl hastanesinde buluşuyorlar.

Quentin geveze, çenesini tutamıyor, ölesiye yalnız, arkadaşsız bu yeryüzünde tutunacak dalı olmayanlardan. Ruby konuşmayı sevmeyen, sevgilisini öldüren adamdan -ki onun sevgilisiydi- intikamını alacağı günü bekliyor. İnsanın arkadaşı budala olunca başına olmadık işler gelir, beladan kurtulamaz.

Ne var ki safyürek Quentin’in kaba gücü, arabaları çalmadaki mahareti, iki hapishane ve tımarhane kaçkınının dost olmalarını zorunlu kılıyor. Ruby istemese de birlikte kaçıyor, birlikte yaralanıyor, birlikte yakalanıyorlar.

Tabii ikisinin de hapishaneden kaçış planı farklı ama salak Quentin, her şeyi berbat ediyor, akla gelmedik bir araçla, vinçle kaçıyorlar.

Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir filmi ancak Avrupa sineması yapabilirdi.

İnce alaylarla örülü, bir kara mizah olarak da nitelenebilir.

Çünkü üst üste araba çalıyor Quentin, BMW, Mercedes, Opel.

Hep Alman arabası çalıyoruz ama kalite düşüyor diye de bir şikáyette bulunuyor.

Ona da dikkat etmeli mi? Mafyanın arabaları BMW ve Mercedes, polisin ise Peugeot.

Belki de klasik sayılacak bir konuyu işlerken temposu düşmeyen, zaman zaman sonucunu kestirebildiğiniz ama gene de sürpriz dozunu da unutmayan bir film.

Doğrusu ben sürekli güldüm, her sahnesi durum komedilerinden bir kare sanki.

Depardieu’nün Cyrano rolünü anımsadığımda şöyle düşündüm. İnsan bir kere Cyrano’yu oynadı mı bir daha çenesini tutamaz. Ama sonuç belirsiz, bir ikinci film ister gibi geldi, karar sizin.
Yazının Devamını Oku

Hawaii’de Aşk

7 Mayıs 2004
50 İLK ÖPÜCÜK filmine doğrusu başka başlık bulamadım. Eskiden böyle yavan filmler çok çekilmişti, çok da seyretmiştik. Bu yüzden filmde canım sıkıldı.

Otomobil kazasında hafızasını kaybeden genç, güzel bir kız, buna áşık olan bir veteriner.

Sevgilisinin her gün kendini kıza hatırlatması gerekiyor, bunun için de aşk yapmaları gerekiyor.

İyimser açıdan bakarsanız, insanların her şeye rağmen duydukları aşkın yüceliğine hayran kalabilirsiniz.

Film toplumsal bir terapi sayılabilir.

Aslında áşık olmak için, öylesine bir ruh hali oluşur ki, bu filmde olduğu gibi birbirlerini severler.

Her şey Drew Barrymore’u görebilmek için seyre değer diyenlere de hak verebilirim. Tabii filmdeki sevimli yaratık morsun performansı da izlenmeye değer.

Komedilerin kimisi, insana huzur verir. Güzel bir doğa içinde, hepsi de sevimli insanların arasında aslında hüzünlü bir aşk hikáyesi...

Hiç kuşkusuz, insanların dünyası iyi verilmiş, arkadaşlıklar, dostluklar, dayanışmalar...

Bireyciliğin, sevginin gücünü göstermek isteyen bir mesajı da var.

Şimdi aşkınızı pekiştirmek istiyorsanız, ya da hafif komedi öğeleri ile bezeli bir filmle rahatlamak istiyorsanız, seyredin 50 İlk Öpücük’ü.

Hoşça vakit geçirmek istiyorsanız ve o da bana yeter diyorsanız. Seyredin.
Yazının Devamını Oku

Bir resmin gizli öyküsü

30 Nisan 2004
İNCİ KÜPELİ KIZ (Girl with a Pearl Earring), bir resmin, bir ressamın, bir tutkunun ince öyküsü. Tablolarında ressamın duygu dünyası, çoğunlukla kendi sırrı olarak kalır.

43 yaşında ölen Hollandalı ressam Johannes Vermeer’in 1665 yılında yaptığı İnci Küpeli Kız tablosu, çok okunan bir romandan sinemaya aktarılmış, dikkati iyi sinema seyircisinin olağanüstü tatlar bulacağı bir filme ilham kaynağı olmuş.

Vermeer’in İnci Küpeli kız tablosunun modeli, yalın, saf güzelliğiyle insanın duygu ve yaratıcılık dünyasını altüst eden bir hizmetçi kız.

Yönetmeninden dekoratörüne kadar en ince ayrıntısına kadar fazlasıyla emek verilen filmin tipleri, insan karakterinin bütün zaaflarını ortaya koyan bir galeri adeta.

Vermeer zengin bir burjuva ailesinin kızıyla evli. Karısı sadece mücevherleriyle meşgul. Hayat onun için altın ve kıymetli taşlardan ibaret. Annesi, duygulardan çok, evin düzeni bozulmasın, gereken para kazanılsın düşüncesinde. Tam bir burjuva anlayışının temsilcisi ve çok iyi oynuyor.

Ressam, rutin bir hayatın içinde yaratmanın dünyasına ulaştığı an huzur buluyor.

Aşk mı, tutku mu, geçici bir heves mi? Bana kalırsa bunun analizini yapmadığı için de mutsuzluğa mahkum.

İnci Küpeli Kız...

Küçük hizmetçi, çok konuşmayan, sadece bakışlarıyla her şeyi anlatmaya mecbur, çok güzel, kutsal resimlerdekine benzer bir çehre ve etkileyicilik. Masumlukla baştan çıkarıcılık arasında insanı gel-gitlere sürüklüyor.

Kızın resmini yaparken, karısının çok değer verdiği inci küpeyi onun kulağına takmak ister. Ne var ki, kızın kulağı delik olmadığı gibi, karısı öğrenecek olursa buna müsaade etmeyecektir. O da bir gün küpeyi karısının kulağına takar ve kıza, o anki yansımayı gösterir.

İşte der, küpenin tene yansıyışını gör.

Karısını çıldırtan bir söz. Gerçekten de kızın kulağındaki küpenin tene yansıyışı çok güzel bir görüntüdür.

İnci Küpeli Kız, mutlaka seyredilmesi gereken bir film.
Yazının Devamını Oku