Osman Giritli

Sadece kılıcı görüyor

24 Aralık 2004
ZATOICHI...

Gözleri görmeyen bir halk kahramanı. Köylülere zulüm eden tiranlara karşı kılıcını kullanıyor. Japon yönetmen Takeshi Kitano, bu kahramanın yaptıklarından yola çıkıp, gelenekle modernin birleştiği noktada bir film çevirmiş.

Japon filmlerinin geleneksel özelliğini taşıyan bir film.

Acımasız bir çete, herkesi yuvasından ediyor, öldürüyor.

İşte bu anda Zatoichi, halkın yanında güçlülere, suçlulara karşı adalet dağıtıyor.

Yönetmen müziği, dansları çok iyi kullanmış. Filmin ritmini başarıyla sürdüren, bu danslar ve müzik. Özellikle tarladaki çapa sahnesi, filmin sonundaki tahta ayakkabılarla yapılan dans, müziği ve ritmi kullanmadaki ustalığı gösteriyor.

Şiddet ve kan, hemen hemen Samurayların yer aldığı her filmin ayrılmaz iki unsuru.

Şiddetin estetiği elbette seyirciyi etkiliyor ama yönetmenin konuşmasında dediği gibi, bilgisayar ve dijital teknolojinin nimetlerinden yararlanıyor burada.

Zatoichi, akış içinde sizi bazı sonuçlara hazırlıyor, birtakım kişilerin kim olduğu hakkında ipuçları verirmiş gibi görünüyor ama sonunda mutlaka sürpriz geliyor.

Çoğu filmde ustalara göndermeler vardır, o da ustası Akiro Kurosawa’ya saygılarını sunuyor.

Bu tür filmleri seyretmekten hoşlananlara tavsiye edilir.
Yazının Devamını Oku

Sadece kılıcı görüyor

24 Aralık 2004
ZATOICHI...Gözleri görmeyen bir halk kahramanı. Köylülere zulüm eden tiranlara karşı kılıcını kullanıyor. Japon yönetmen Takeshi Kitano, bu kahramanın yaptıklarından yola çıkıp, gelenekle modernin birleştiği noktada bir film çevirmiş.Japon filmlerinin geleneksel özelliğini taşıyan bir film.Acımasız bir çete, herkesi yuvasından ediyor, öldürüyor.İşte bu anda Zatoichi, halkın yanında güçlülere, suçlulara karşı adalet dağıtıyor.Yönetmen müziği, dansları çok iyi kullanmış. Filmin ritmini başarıyla sürdüren, bu danslar ve müzik. Özellikle tarladaki çapa sahnesi, filmin sonundaki tahta ayakkabılarla yapılan dans, müziği ve ritmi kullanmadaki ustalığı gösteriyor.Şiddet ve kan, hemen hemen Samurayların yer aldığı her filmin ayrılmaz iki unsuru.Şiddetin estetiği elbette seyirciyi etkiliyor ama yönetmenin konuşmasında dediği gibi, bilgisayar ve dijital teknolojinin nimetlerinden yararlanıyor burada.Zatoichi, akış içinde sizi bazı sonuçlara hazırlıyor, birtakım kişilerin kim olduğu hakkında ipuçları verirmiş gibi görünüyor ama sonunda mutlaka sürpriz geliyor.Çoğu filmde ustalara göndermeler vardır, o da ustası Akiro Kurosawa’ya saygılarını sunuyor.Bu tür filmleri seyretmekten hoşlananlara tavsiye edilir.
Yazının Devamını Oku

Bu kez şoför kadın

17 Aralık 2004
Son sürat bir macera ‘Taksi’. Bu kez taksi şoförü kadın, hem kim biliyor musunuz Queen Latifah. Konusunu özetlesem, hepiniz bir ağızdan biliyoruz anlatma dersiniz. Çünkü hızlı bir taksi şoförünün başına ne belalar geleceğini ama buna karşılık nice belayı da önlediğini hatırlayacaksınız. Macera polisiyeyle başlıyor, ama sonra modifiye edilmiş bir serüvene dönüveriyor.

Kuryelerin bir şehrin her tarafını sokak sokak bildiği malumdur. Ama içlerinden bir tanesi bu işi bırakıp taksi şoförü olmaya karar verirse. Hiç kuşkusuz başı sıkıştığında eski meslektaşlarından da yardım görecektir.

Taksi şoförlerinin serüvenini anlatıyor desek eksik kalacaktır, zira taksimize taksi demek de eksik bir tanımlama olacaktır. Başında da dediğimiz gibi, bu ‘modifiye edilmiş sıradan’ taksi şoförü filmi.

Bu tür filmlerde bilirsiniz bir de beceriksiz, sakar bir polis bulunur. Her defasında sakarlıkları, son anda ortaya çıkan sürprizler yüzünden ve biraz da kendi beceriksizliğiyle işi yüzüne bulaştırır. Sonrasında, her an kovulur her an bir takipten alınır. Ama iyi bir dava ve böyle bir taksi şoförü onun yeniden işine dönmesini sağlayabilir.

Pek çok kişi için Fransız adaşlarının kötü bir versiyonu gibi gelebilir ama işin doğrusu, bazı sahneler eğlendirmeyi beceriyor.

Tabii ki yer yer bir başka filme göndermenin de tadını çıkarabilirsiniz, örneğin modifiye edilmiş otomobil bana James Bond’un bilimin son harikalarıyla donatılmış otomobillerini hatırlattı. Tabii biraz daha basiti. Bu tarz filmlerin, yani otomobillerin yardımcı rolleri üstlendiği filmlerde takip, hız ve sürüş sahneleri önemlidir, film hakkını verebiliyor.

Büyük bir soygun, yakalanan suçlular ve çeşitli kişilere de uzanan mutluluk çemberi. Biz de müsait yerde iniyoruz.
Yazının Devamını Oku

Bridget aşkı buluyor

10 Aralık 2004
SEVGİLİ bulamayanlar, evde kalma korkusu yaşayanlar üzülmesin, Bridget Jones bile koca bulduktan sonra herkesin evlenme şansı vardır. Biraz tombul, biraz aptal, biraz şaşkın, biraz erkeklerle ve topluluk içinde nasıl konuşulacağını bilmeyen bir kız Bridget’imiz.

Bu kadar defosu olan kız yakışıklı bir erkek bulup da evlendiğine göre, sanırım herkes bulabilir.

Filmleri birlikte seyrettiğim, sinemaya düşkün bir arkadaş ‘biz buna niye geldik, bu tam bir kız filmi’ dedi. Gerçekten de seyrettikten sonra film hakkında bundan doğru bir yargı verilemezdi.

İngilizlerin bir başka kişilik özellikleri de filmde dikkatimizi çeken hususlardan birisi. Soğukkanlı yanlarına hafiften bir değinme var. Ama bir kızın seks hayatı ekseninde dönen olaylarda çevresinin de etkileri yok değil, arkadaşları özellikle ön plana çıkıyor.

Bir film tutulunca bilirsiniz onun devamı çekilir, ben bu devamlardan biraz sıkılırım, bir sanat eserinin de kıvamında, tadında bırkılması gerekir. Paragöz prodüktörlerin, yönetmenlerin tuzağına düştüm gene.

Ama işiniz yoksa, boş vaktinizde büyük bir film oburu olarak vizyondaki bütün filmleri tüketip, bir akşam biraz da böyle bir film seyredeyim diyorsanız gidin görün. Prodüktörlere ne kadar serzenişte bulunsam da eğlendirmeyi gene de bilmişler.

Sadece eğleneceksiniz o kadar. Günah benden gitti.
Yazının Devamını Oku

Tutkuyla yaşanan imkánsız aşk

3 Aralık 2004
AHMET ULUÇAY’ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini seyrederken çok çeşitli duyguları, göndermeleri, anımsamaları bir arada yaşadım. Tutkunun egemenliğinde bir köşedeki duyumsamalar, buradaki insanlar bana hep ihmal ettiğimiz, köy romanı, köy filmleri diye bir çırpıda silip attığımız güzellikleri gösteriyor. Doğallığın en büyük meziyet olduğunu, amatör ruhun hep burun kıvrılan değil derin bir saygı uyandıran yanı bulunduğunu da Uluçay bana gösterdi.

İki çocuğun yazları çıraklık için gittikleri kasabada gördükleri sinemanın onları nasıl da etkilediğini seyrediyorsunuz.

Uluçay öylesine incelikle işlemiş ki sinemadaki hayatlarla gerçek hayatlar özdeşleşiyor, sanal bir dünya insanın rüyalarına, hayallerine giriyor.

Yalnız o iki çocuk mu? Köyün diğer çocukları ve belki de Recep’in Yatır Dedesi bu tutkuyu destekliyor, onların ardına düşüyor.

Köyün delisi, yeni bir tip değil ama burada bana bir Shakespeare trajedisindeki soytarı kadar başarılı çizilmiş geldi.

Gerçekten beni en çok etkileyen kare, çocukların pantolon paçalarını dizlerine kadar kıvırıp bir plaj görüntüsü karşısındaki halleriydi.

Köy denilen belki de artık bir kasaba ya da şehir merceğinden gördüğümüz yerin insan ilişkilerinin değişmeyen kalıbı insani açıdan müthiş bir başarıyla verilmiş.

Görüntüler, kamera kullanımı, hiçbir dijital icada bulaşmadan sunulan efektler, samimi oyunculuk, yalın anlatım... Uluçay zamanında kendisindeki sinema tutkusuyla dalga geçenlere, güzel bir ürünle cevap veriyor. Filmdeki kahramanların da yıldıkları anda söylediklerinin aksine, karpuz kabuğuna değil Uluçay kocaman bir kalyonla ilerliyor.

Eğer bana hangi filmi seyredelim diye sorarsanız, tek önerim var.

Karpuz Kabuğundan Gemiler’e binin tutkunun, duyarlığın okyanuslarına açılın.
Yazının Devamını Oku

Carmen operadan kaçtı

26 Kasım 2004
Öylesine güçlü bir beste ki Bizet’nin Carmen operası, pek çok kişi hikayesini sadece oradan biliyor. Ama yönetmen Vincente Aranda ateşli Çingeneyi operadan kaçırıp gerçek hikayesiyle çıkartıyor karşımıza bu kez.

Prosper Merimee’nin kitabına sadık kalarak -ufak tefek, özü değiştirmeyecek farklar olsa da- beyazperdeye aktarmış Carmen’in hikayesini Aranda.

Konu malum olduğu üzere oldukça evrensel. Carmen’in aşkının yakıcı ateşiyle kavrulan çavuş Don Jose’nin dramı.

Yaşanmış örnekleri saymakla bitmeyecek bir konu. Operada müziğin ve sahneleme imkanlarının dahilinde biraz olsun yumuşatılan hikaye bütün gerçekliği ile yansıyor perdeye.

1830’lu yılların İspanyası’nda bir tütün fabrikasında çalışan Carmen, çavuş Don Jose’yi kendine aşık ediyor önce. Amaç kaçakçılık yapan kocasına bağlı çetenin işlerini kolaylaştırmak.

Zavallı Don Jose bütün aşk tutkunları gibi hayatını bu uğurda mahvediyor. Rütbeleri sökülüyor, cinayet işleyip Carmen’in dağdaki çetesine katılıyor. Ne yaparsa yapsın, ele avuca sığmaz Carmen’i kendine bağlayamıyor ve bildiğiniz son geliyor.

Ne garip, filmin sonunu yazıp yazmama gibi bir derdiniz yok burada. Evet Don Jose Carmen’i öldürüyor ama bunu zaten biliyorsunuz.

Carmen pek çok kez filme çekildi. En ünlülerinden ve benim en çok sevdiklerimden biri de Carlos Saura’nınkiydi. Ama o da bir müzikaldi.

Filmi izlerken zaman zaman Bizet’nin notaları yankılanıyor insanın kulağında ama filmin müzikleri de gerçekten güzel.

Don Jose bir yana da, Carmen’i canlandıran Leonardo Sbaraglia mükemmeldi. Bundan sonra izlediğim bütün Carmen temsillerinde hep onun yüzünü arayacağım.
Yazının Devamını Oku

Anneler ve çocukları

19 Kasım 2004
GİZEMLİ PARÇALAR (The Forgotten), anneler ve çocukları arasındaki güçlü bağı anlatan bir bilimkurgu. Bu ilişki gizemli değil aslında, bence gayet normal ve doğal. Tersi tuhaf olurdu.

Film bu duygunun gücünü doğaüstü gelişmelerle sorguluyor. Julianne Moore inanılmaz bir oyunculuk gösterisi yapıyor filmde. Oğlunu bir uçak kazasında kaybetmiş anneyi canlandırıyor. Psikolojik yardım alıyor bu olayı atlatabilmek için.

Ancak bir an Moore’un kişilik bölünmesi yaşadığı ve hiç olmayan çocuğu için yas tuttuğu izlenimi veriliyor. Bütün kanıtlar birer birer yok oluyor çünkü. Somut kayıtları yok edebilirsiniz ama bir annenin çocuğuyla ilgili hatıralarını aynı kolaylıkla silebilir misiniz?

Bilimkurgu yönü burada başlıyor filmin. Çocuğun ölmediği, uzaylılar tarafından anne-oğul bağının araştırılması için denek olarak kaçırıldığı ortaya çıkıyor.

Babalara hafiften bir iğne batırılmıyor da değil. Çünkü onların hafızaları kolayca silinebilirken anne her şeye rağmen sonuna kadar direnebiliyor.

Filmin bilimkurgu tarafı bana biraz zorlama gibi geldi. En azından başlarda seyirciye yaşattığı ikilem daha başarılıydı.

Özellikle annelerin filmden çok daha büyük bir zevk alacağı şüphesiz.
Yazının Devamını Oku

Efsane devrimcinin genç bir adam olarak portresi

12 Kasım 2004
Yol ve yolculuk filmlerine ayrı bir sempatim vardır. İki anlamlıdır çünkü. Yola çıkan, vardığı menzilde aynı kişi değildir asla. Eğer aynı yere dönmüşse yola çıkan ile geriye dönen arasında çok fark vardır artık. Amaç da bu değil midir zaten?

Motosiklet Günlüğü, hem bir yolculuk filmi olduğu, hem de artık bir efsaneye dönüşen Che Guevara’nın gençlik yıllarını anlattığı için ilginçti.

Yıl 1952. Arjantinli tıp öğrencisi Ernesto Guevara ile arkadaşı biyokimyager Alberto Granado, Latin Amerika’yı keşfetmek üzere eski bir motosikletle çıkıyorlar yola. Film de zaten ikisinin günlüklerinden yola çıkılarak çekilmiş.

Filmin bir bilinçlenme yolculuğu olduğunu düşünmeyin hemen. Başlarda amaç hayli romantik. Latin Amerika gerçekliğinin peşinde olsalar da gençlik düşleri ceplerinde. Farklı kentlerde güzel Latin kızlarıyla hoşça vakit geçirmek bunların en güzeli.

Ernesto Guevara’nın daha sonra yoldaş anlamına gelen Che’yi adının başına almasıyla oluşacak Che Guevara kişiliğinin ipuçları beliriyor bu yolculukta. İnatçı, yardımsever, dürüstlükten ödün vermeyen, karnını doyurmak için pembe yalan bile söyleyemeyen biri. İdealist bir doktor adayı...

Latin Amerika gerçekliğine dair gözlemleri başlatıyor aydınlanmasını.

Kendi topraklarından atılıp büyük şirketlerin işlettiği madenlerde insanlık dışı şartlarda çalışmaya zorlanan köylüler...

Gemi yolculuğunda yerlilere ve fakirlere yapılan ikinci sınıf insan muamelesi...

Cüzzam hastalarıyla kurduğu insani ilişki...

Bütün bunlar Che Guevara kimliğine uzanan yolun kilometre taşları olarak sıralanıyor filmde.

Ancak asla bir slogan filmi değil Motosiklet Günlüğü.

Sevimli, içten ve sıcacık.
Yazının Devamını Oku