Elif Çongur

Euro 2020’nin enleri

17 Temmuz 2021
Öyleydi böyleydi derken dünyanın en şahane spor organizasyonlarından Avrupa Futbol Şampiyonası’nı geride bıraktık. Euro 2020’nin bana göre enlerini arz ederim.

En iyi takım: Şampiyon İtalya

En iyi teknik direktörler: Roberto Mancini, KasperHjulmand, Vladimir Petkovic

En üzücü olay: Leonardo Spinazzola’nın Belçika maçında aşil tendonunun kopması.

En trajik olay: Christian Eriksen’in gözlerimizin önünde yaşadığı, hepimizi yasa boğan rahatsızlık.

En sevindirici olay: Christian Eriksen’in sağlığına kavuşması.

En sürpriz takım: Yaşadıkları talihsiz olayın ardından büyük şoku atlatıp, bu sayede motivasyon kazanarak oynadıkları müthiş futbolla yarı finale kadar yükselip İngiltere’yi elemenin eşiğinden dönen ve bütün futbolseverlerin sempatisini kazanan Danimarka milli futbol takımı.

En büyük hayal kırıklıkları: Fransa, Hollanda, Almanya ve Türkiye.

Spor ahlakından en uzak taraftar grubu:

Yazının Devamını Oku

Gülen gözler: Ayşe Begüm Onbaşı

29 Mayıs 2021
Azerbaycan'da düzenlenen Aerobik Jimnastik Dünya Şampiyonası’nda altın madalya kazandı. Gülen gözleriyle yüzümüzü güldürdü. Hikâyesini anlatmak istiyorum.

Ayşe Begüm Onbaşı, 9 Aralık 2001’de Manisa’nın Akhisar ilçesinde dünyaya gelir. 3 yaşında spora başlar.  Aynı zamanda bale eğitimi de alan Ayşe Begüm’ün yeteneği İspanyol bale öğretmeninin dikkatini çeker. Öğretmeninin ailesini yönlendirmesiyle jimnastiğe yönelir. Çalışmalarına Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde devam eder. Aerobik jimnastik antrenörü Gürkan Er’le birlikte çalışır. Haftanın beş günü evinden yaklaşık 50 kilometre uzaklıktaki antrenman salonuna gider. Bu uzun çalışmalar onu dünyaca ünlü bir jimnastikçiye dönüştürecektir.

2011 yılında milli takıma kabul edilen Ayşe Begüm Onbaşı, grup etkinliklerinde Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Bulgaristan'daki uluslararası yarışmalara katılır.  Daha sonra bireysel performansa geçer. 2019 yılı sonuna kadar spor çalışmalarını Manisa Büyükşehir Belediyespor Spor Kulübü bünyesinde sürdürür. Ocak 2020 tarihinden itibaren Akhisar Belediyespor'a katılır.

Meksika'da düzenlenen 2015 Dünya Şampiyonası'nda bronz madalya, Güney Kore’de düzenlenen 2016 Aerobik Jimnastik Dünya Şampiyonası'nda Genç Kadınlar Bireysel kategorisinde altın madalya kazanır. Dünya şampiyonaları öncesinde gençler için aynı yerde düzenlenen 7. Dünya Yaş Grubu yarışmalarında takım arkadaşları Mehmet Ercoş ve Deniz Şahin ile birlikte Trio etkinliğinde gümüş madalya sahibi olur.

2017 yılında İspanya Guadalajara’daki 2. Akdeniz Şampiyonası ve Portekiz Cantanhede’deki 7. Uluslararası Açık Müsabaka ’da toplam üç altın madalya kazanır. Fas Marakeş’teki 2018 Gymnasiade’de gümüş madalya alır. Portekiz Guimarães’de düzenlenen 2018 Aerobik Jimnastik Dünya Şampiyonası’nda Genç Kadınlar Bireysel etkinliğinde bronz madalya kazanır. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda 35 altın madalya da dâhil olmak üzere 100’den fazla madalya kazanır. “Madalya Canavarı” lakabı buralardan gelir.

Onbaşı, “son şampiyon” unvanıyla mücadele ettiği Büyük Kadınlar kategorisinde altın madalyaya uzanırken Karışık Çiftler ve Trio kategorilerinde de zirveyi kimseye bırakmaz. Son olarak Aerobik Jimnastik Dünya Şampiyonası'nda mücadele eden 19 yaşındaki milli sporcu Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de de bireysel kadınlar finalinde 21.850 puanla altın madalya elde etti.

Gülen gözleri hiç solmasın. Yolu hep çok açık olsun. Teşekkürler Ayşe Begüm.

Yazının Devamını Oku

Motorları maviliklere süren kaptan

16 Mayıs 2021
Bu yazı üç parçadan oluşacak... Sergen Yalçın için, üçüncüsü bugün, diğeri eskiden yazılmış üç parçadan.

1.

“Onunla hikâyemiz şahane başlamıştı oysa. Futbol oynadığı yıllarda onu seyretmenin şans olduğunu düşündüğümüz çok zaman oldu. Olağanüstü yetenekliydi, akıl almaz. Mesele de tam burada başladı, yetenekliyse niye çalışsındı. Çalışmayacağını kesin olarak anladığımız günlerde onunla ilgili tutunacak başka dallar bulduk. ‘Bana koş diyorlar, ama anlatamıyorum ben koşunca yoruluyorum’ cümlesini ilk duyduğumuzda çok hoşumuza gitti. Yetenekli olduğu kadar zekiydi demek. ‘Bobo… Hımm… Bobo’nun adı güzel’. Sevimliydi de. Kendiyle barışıktı. Komikti. Yaşasındı yorumcu Sergen. Öyle olmadığını zaman içinde anladık. Bitmek bilmez biçimde uzadı çalışmayı küçümseyen hatta aşağılayan ifadeleri. Antrenmandan kaçma hikâyeleri gına getirdi. ‘Ben isteseydim’le başlayan cümleleri giderek sevimsizleşti. ‘Ohooo ben isteseydim’, ‘Çalışsaydım’, ‘Ben koşsaydım…’ Koşsaydın Sergen, koşabiliyorsan koşsaydın. O kadar kolaysa yapsaydın. Giderek tembelliğe övgüye dönüştü olma biçimi. Yorumculuğundaki ciddiyetsizlik sinir bozmaya başladı. Kendisinden başka kimseyi tanımıyordu, yorumcu olmak için öyle her futbolcuyu bilmek, maçları izlemek filan gerekmiyordu zaten. Sonra, geçen sene Gaziantepspor’u çalıştırmaya başladığında yeniden umutlandık. ‘Memlekette dünya gözüyle gördüğümüz en büyük yetenek, doya doya izleyemedik. Bari teknik direktör olarak içimizdeki ukdeyi biraz olsun gidersin’ diye düşündük. Ama işte Sergen Yalçın’ın çalışmakla ilgili derdi olduğunu unuttuk.”

2.

“Bu satırların yazılmasının üzerinden neredeyse altı sene geçmiş. Söylediklerimin bir bölümünün arkasında durmakla birlikte koşmayan Sergen Yalçın’ı anlamaya çalışıyorum şimdilerde. Dünya futboluna adını kazıyacak bir yeteneğe ve futbol zekâsına sahip olacaksın ve bunu elinin tersiyle iteceksin. Bedelini ödemek istemeyeceksin ve ödemeyeceksin. “Koşmuyorum arkadaş” diyeceksin. Bunun da bir tercih olabileceği ihtimali kafamı kurcalıyor. Konuyla ilgili elle tutulur bir sonuca varmış değilim henüz, bugünkü aklımla söyleyebileceğim tek şey var; kişisel seçimidir ve fakat umarım pişman değildir.

Fakat iş teknik direktörlüğe geldiğinde aynı rahatlıkla aynı cümleleri kurmak mümkün olmuyor işte. Kişisel kariyerini “olduğu kadar” fikri üzerine kurabilir, taraftarı buna ikna edebilir, büyük emek vermeden, koşmadan, yorulmadan gelen başarıya razı olmuş olabilirsin. Futbolcu Sergen Yalçın olarak bunu tercih etmiş, sporculuk hayatını öyle geçirmiş ve “olduğu kadarı”yla yetinmiş olabilirsin. Ama işte hayat seni hocalık gibi bir sorumluluğa taşıdıysa kişisel tercihlerini istediğin gibi yaşayamıyorsun. Yaşamak istiyorsan da hocalık yapmıyorsun. Çünkü mümkün değil. Çünkü hocalık dediğin bir tür emanetçilik. Çünkü mesele endüstriyel futboldan da ötesi. Çünkü Beşiktaş. Beşiktaş teknik direktörü olarak artık bunu yapamazsın. Beşiktaş’ın hocası Sergen Hoca olarak yapamazsın. Mecbur çalışacaksın hocam. Saha içi yetmeyecek, saha dışında da çalışacaksın, akıl almaz futbol zekânı teknik taktik ne gerekiyorsa onun için zorlayacaksın, emek vereceksin. Canını sıkmak gibi olmasın ama koşacaksın Sergen Hocam. Çünkü artık sadece kendinden değil, seni öz evladı olarak gören bir kulüpten, o kulübün takımı için aklını yitirmeye hazır taraftarından da sorumlusun. Artık Beşiktaş’ın teknik direktörüsün hocam.

Sergen Hocam, gördüğün gibi geri adım atıyor, kişisel spor yaşamındaki çalışmama, koşmama, emek vermeme tercihini kendimce anlamaya çalışıyorum. Ama Beşiktaş taraftarı; çalışmak, koşmak, emek vermek gibi meseleler yüzünden üzülürse derhal başladığım yere hızla koşarım. “Acaba sen kimsin de bunları yazıyorsun?” diyecek olursan, “Eski bir milli sporcu, eski bir antrenör, eski bir üniversite hocası olarak fikrimi beyan ediyorum” derim hocam.

Beşiktaş, futbolcu Sergen Yalçın’la güzel günler gördü, şimdi takımın başındaki Sergen Hoca için de aynı şeyi diliyorum. Sergen Hoca; çok az futbolcunun/hocanın/sporcunun yaşayabildiği, yaşamak için çok çalıştığı, ömrünü vakfettiği bir durumdasın.

Yazının Devamını Oku

Naz Aydemir Akyol’a büyük onur

25 Mart 2021
Şenol Güneş’in başında olduğu milli takımımızla harika bir gece yaşadık. Mutluyuz, tebrik ediyoruz, devamını bekliyoruz. Yazanı çizeni çok olur nasılsa, ben bugün bir voleybolcumuzdan söz edeyim biraz. Naz Aydemir Akyol’dan.

Akyol, 1990 yılında İstanbul’da doğar. Eski voleybol milli takım oyuncuları Alev ve Ali Aydın Aydemir’in kızıdır. Spora atletizm ve basketbolla başlar. Ancak voleybolda karar kılar. Dokuz yaşındayken Eczacıbaşı altyapısında voleybola başlar. 2002-2003 sezonunda, öğrencilik yıllarında, okul takımına ek olarak Eczacıbaşı Voleybol yıldız ve genç takımlarında oynar. 2003-2004’te Yıldız Kızlar Balkan Şampiyonası'nda ilk kez giydiği formayla “En İyi Pasör” seçilir. 2004-2005 sezonunda Eczacıbaşı A takımıyla Top Teams Kupası Final Four'a katılır. 2005-2006’te tam zamanlı olarak A takımda oynamaya başlayan Naz, Eczacıbaşı'nın birinci pasörü olarak üç yıl üst üste Türkiye Şampiyonu olur. Aynı sezon Eczacıbaşı'nın Yıldız, Genç, A Takımları ve Özel Yüzyıl Işıl Lisesi okul takımıyla tam dört şampiyonluk kupasının birden sahibi olur.

2007-2008 sezonunda Yıldız Kızlar Dünya Şampiyonası'nda ikincilik kürsüsüne çıkarak Türk spor tarihinde bir ilki gerçekleştiren Yıldız Kız Milli Takımı’nın ve 2008 Genç Bayanlar Avrupa Şampiyonası’nda bronz madalya kazanan Genç Milli Takım’ın kaptanlığını yapar. Genç Bayanlar Avrupa Şampiyonası'nda “En Değerli Oyuncu” seçilir. Bu da bir olur.

2008-2009 sezonu Türkiye Kupası’nda final, Türkiye Ligi Play-Off serisinde final ve Avrupa Şampiyonlar Ligi'nde Final Four oynar. 2009-2010 Fenerbahçe’ye transfer olan Naz Aydemir Akyol, şampiyonluk serisine devam eder. Fenerbahçe formasıyla ilk iki sezonunu; bir dünya şampiyonluğu, iki Türkiye Ligi şampiyonluğu, iki Süper Kupa şampiyonluğu, bir Türkiye Kupası şampiyonluğuyla tamamalar. Sözü edilen iki sezonda da Türkiye Ligi final serisinde “En İyi Pasör” ödülünü alır. 2011-2012 Fenerbahçe ile Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşayan Naz Aydemir, aynı turnuvada "En İyi Pasör'' seçilir.

A Milli Takım'la birlikte, aynı sezonda, Avrupa Kıtası Olimpiyat Elemesi birincisi, Dünya Grand Prix üçüncüsü ve İtalya Alassio'daki Edison Cup birincisi olur. 2012’de Londra Olimpiyatları’nda oynar. 2012-2013 Vakıfbank Spor Kulübü Voleybol A takımına transfer olur. Vakıfbank ile Türkiye Kupası ve CEV Kadınlar Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğunu kazanır. “En İyi Pasör” ödülünü üst üste ikinci kez kazanmış olur. 2019 senesinde tekrar Fenerbahçe'ye transfer olur.

Başarı haritasını buraya sığdırmanın mümkün olmadığı milli voleybolcumuz Naz Aydemir Akyol, Uluslararası Voleybol Federasyonu (FIVB) tarafından “Tarihin En İyi 100 Oyuncusu” listesine seçildi. Uluslararası Voleybol Federasyonu’nun internet sitesinden “Sporcu bir aileyi gururlandırmak” başlığıyla yapılan paylaşımda Naz Aydemir Akyol'un başarılarına yer verildi. Akyol’un, 2012’de tarihinde ilk kez olimpiyatlara katılan A Milli Kadın Voleybol Takımımızın kadrosunda yer alması ve 2021 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda mücadele edecek olmasından söz edildi.

Büyük onur. Gurur duyuyoruz. Yolu hep böyle çok açık olsun.

 

Yazının Devamını Oku

Dağ başını duman almış: Selim Sırrı Tarcan

2 Mart 2021
Çoğumuzun adını ünlü bir spor salonundan bildiğimiz Selim Sırrı Tarcan aslında kimdir bu yazıda onu anlatmaya çabalayacağım.

Selim Sırrı Tarcan, 1874 yılında Teselya’nın Yenişehir Fener’inde dünyaya gelir. Miralay Yusuf Bey ve Zeynep Hanım’ın oğludur. Baba Yusuf Bey, 1876 Karadağ Muharebeleri’nde şehit düşer, Selim Sırrı 2 yaşında babasız kalır. Annesiyle birlikte İstanbul’a, asker olan dayısının yanına gider, ancak dayı II. Abdülhamit’e muhaliftir. Bu suç cezasız bırakılmaz ve dayının sürgüne gönderilmesi uzun sürmez. Böylece Selim Sırrı için  Galatasaray Lisesi’nde sekiz yıl sürecek yatılı öğrencilik yılları başlar. Bu yıllarda sonradan soyadı “Üstünidman” olacak olan Ali Faik Bey’den jimnastik dersleri alır.

Galatasaray Lisesi’ndeki eğitimin ardından Mühendishane-i Berr-i Hümayun’u bitirir. Bir süre Servet-i Fünûn dergisinde spor bölümünü yönetir. O dönemde Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Juery ile yakın arkadaşlık kuran Selim Sırrı, Juery aracılığıyla modern Olimpiyatların babası olarak kabul edilen Pierre de Coubertin ile temas kurar. Coubertin, o yıllarda Türkiye’nin de Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne girmesini istemektedir. Selim Sırrı’nın bu rüyayı gerçekleştirmesi I. Meşrutiyet'in ilanına denk düşer. 1908 yılıyla birlikte Selim Sırrı, ilk Millî Olimpiyat Komitesi’ni kurar. 28 Mayıs 1909’da Berlin’de yapılan Uluslararası Olimpiyat Komitesi toplantılarına katılır ve İsveç Kraliyet Askeri Beden Eğitimi ve Jimnastik Akademisi’ne başlar. Sportif çalışmaları sürdürürken bir yandan da halkbilimi çalışmalarını dikkatle takip eder.

1911’de akademiyi bitirir. Türkiye’ye döner ve beden eğitimi öğretmeni olarak çalışmaya başlar. İsveç’te takip ettiği çalışmalar doğrultusunda, aynı yıl ülkede folklor çalışmalarını başlatan ilk isim olur. Ege Bölgesinden zeybek oyunları derleyerek tanıtmaya çalışır. Selim Sırrı, İsveç’ten gelirken aynı zamanda bazı İsveç şarkılarının notalarını da yanında getirir. Bunlardan “Tre trallande jäntor” adlı şarkıyı marş olarak düşünür, “Dağ Başını Duman Almış” diye başlayan ve bugün “Gençlik Marşı” olarak bilinen marşın yaratıcısı olur.

1913 yılı itibariyle İdman isimli spor dergisinde yazılar yazar. Bu arada I. Dünya Savaşı nedeniyle Uluslararası Olimpiyat Komitesi üyeliğinden çıkarılan Türkiye'nin Millî Olimpiyat Komitesi de dağılmış olur. Ama Selim Sırrı’nın bu rüyadan vazgeçeceği yoktur çabalarını ısrarla sürdürür, 1922’de Türkiye Millî Olimpiyat Cemiyeti tekrar kurulur.

Selim Sırrı, aynı zamanda Türkiye’de voleybol sporunun altyapısını kuran isimdir. Yetmez, Türkiye’de boks sporunun da kurucusu olur. Galatasaray Lisesi Edebiyat öğretmenlerinden Mösyö Goury ile çalışmış, ilk Türk boksörlerinden Sabri Mahir gibi boksörler yetiştirmiştir. Kendisinden bize 58 kitap, 2500’e yakın makale kalır. 1500’den fazla konferans verdiği söylenir.

Pek çok okulda beden eğitimi öğretmenliği yapan Selim Sırrı Tarcan 1924’te Beden Terbiyesi Başmüfettişi olur. 1935’e kadar bu görevi sürdürür. 1935 yılında Beden Terbiyesi Başmüfettişliğinden emekliye ayrılır. Ordu milletvekili olarak TBMM’de yer alır. V., VI., VII. dönemlerde mecliste görev yapar.

2 Mart 1957 yılında İstanbul'da hayatını kaybeder. Bugün altmış dördüncü ölüm yıldönümü. Ruhu şad olsun.

 

Yazının Devamını Oku

Bık tık

13 Şubat 2021
Memleketimizdeki maç sonraları yapılan açıklamalardan, bazı takımlara yakınlığıyla bilinen yorumculardan ve taraftarlardan sürekli ama sürekli aynı şeyleri duyuyoruz. Sürekli herkes haklı, sürekli hepsinin hakkı yeniyor, sürekli lig birilerinin aleyhine dizayn ediliyor.

Ligimizde bazı şeylerin iyi gitmediği muhakkak. Hakem hataları, VAR’ın kullanılma biçimi, bazı pozisyonlarda yaşanana standart dışı uygulamalar filan cepte. Ancak her takımın Federasyon’un her biriminde etkili ve yetkili adamları yokmuş gibi, bu dertleri başka türlü çözemezmişler gibi sürekli kamuoyuna şikâyet halindeler. Kimsenin meseleyi köklü bir tartışma zeminine çekme niyeti yok. Sadece aynı paranoyak laflar herkesin dilinde.

Biri diyor ki “İşin içinde ben varsam az ceza vermezler”, diğeri “Galatasaraylı olduğum için bu cezayı aldım”, öteki “Lig aleyhimize dizayn ediliyor” diyor. Fenerbahçeliler standartsızlıktan şikâyetçi, Beşiktaşlılar “E ona verilen kart buna niye verilmedi?” diye serzenişte. Beriki bu sene kendilerini şampiyon yapmayacaklarına adı gibi emin. Herkes bir başka takımın şampiyonluğuna işaret ediyor. Sonra bu laflar üzerine saatlerce konuşuluyor. Herkes haklı, hoca herkese takmış, hakem herkesin gölünü yiyor.

Wikipedi’de şöyle yazıyor: “Halk arasında, paranoya deyimi, genellikle bir şahsın, çevresindekiler hakkında aşırı şüpheciliğini tanımlamak için kullanılır. Böyle bir kişiye yapılan tavsiyeler, iyi niyetli bile olsa, o kişi tarafından kötü niyetle yapılmış olarak algılanır. Başkalarının kendisi hakkında komplo yaptığı kuruntusuna kapılabilir, kendilerine veya mülklerine karşı bir tehdit olduğu endişesi içine düşer. Bu düşünceler, o şâhısa büyük rahatsızlık verir. Çevresindekiler de, bu durumdan rahatsız olur. Paranoya deyim yerindeyse kişiye hiç ummadığı anda devamlı süreğen rahatsızlık vererek kuruntularının gerçekleşeceği düşüncesiyle her daim sıkıntı yaşatır.”

Yukardaki “paranoya” tanımına zerre halel getirmeyecek biçiminde sürüyor tartışmalar. Maçlardan sonraki açıklamalarda, basın toplantılarında bitse yine iyi. O pasları alan yorumcular sabaha kadar konuşuyorlar. Hepsi kendince haklı. Tam olarak tanımdaki gibi. Herkes başkalarının kendi takımı üzerine komplo yapıldığına inanıyor. Herkeste başkalarının kendi takımına karşı bir tehdit oluşturduğuna dair bir fikir. Devamlı ve süreğen bir kuruntu silsilesi.

Yazının Devamını Oku

Feyyaz Uçar’a açık mektup

23 Ocak 2021
Doruk Koç benim tanıdığım en büyük Beşiktaşlılardan biri. Kalemi ok gibi, yaydan çıksa hepimize yazmayı bıraktırır. Bugün ben kalemi onun Feyyaz Uçar’a yazdığı mektup için bırakıyorum:

“Bir uzun yol şoförünün, en uzun yoluna Beşiktaş’la çıkmış oğluydum. 7 yaşındaydım, 8’imin içinden birkaç gün araktım. O zamanlar sahip olabileceğimiz en değerli şey, sakız ya da cipsin içinden çıkan futbolcu fotoğraflarını biriktirip albümü tamamlamaktı. Bütün albümü tamamlayabilenlere tuttuğu takımın formasını gönderiyorlardı sözde. O zamanlar sizin bile yedek formanız yokmuş, büyüyünce öğrendik. Yine de bir umuttu. Biriktirmeye çalıştığımız albümde herkesin fotoğrafı çıkıyor, hatta elinde fazlası olanlar, mahalledeki kardeşlerinin eksiğini tamamlıyordu. Her takımdan, fotoğrafı bulunmayan bir iki futbolcu olurdu. Bizimkisi Feyyaz’dı.

Mahallenin bütün Beşiktaşlı çocukları, okul sonrası önce bakkala gidip albüm için Feyyaz fotoğrafı kovalar, sonra da topun peşinden koşup Feyyaz olurlardı. Korneri atan Rıza, tacı kullanan Kadir, kaleye geçen Bako diye bağırmazdı ama golü atan mutlaka Feyyaz olurdu. En çok golü atan o gün mahallenin en Feyyaz’ı olarak giderdi evine. Ertesi gün yeniden, yeni bir Feyyaz olma yarışı başlardı sokaklarda.

Babamın evde olduğu ender zamanlardan birinde, o bir türlü tamamlayamadığım albümü gösterdim ona. Yanında olup Beşiktaş’ı istediği gibi aşılayamadığı oğlunun o yaşında bile bir Beşiktaş forması için mücadele etmesi hoşuna gitmiş, ‘Ne olacak bu albümü tamamlayınca?’ diye sormuştu. Forma işini öğrendiğinde de ilk işi, albümde Feyyaz’ın boş kalan yerini dolduramayan oğluna, Beşiktaş çarşı’sının işportacılarından bir forma getirmek olmuştu. Bembeyaz, 7 numara. Neden 7 diye sormak bile abes. 7 numara, Feyyaz’ın giydiği forma.

Aradan aylar geçti. Kâh sefere, kâh maça gittiği İstanbul yoluna, bu defa ‘bi işim var’ diyerek çıktı baba. Haberlerde duydum sonra. Feyyaz Beşiktaş’la anlaşamamış, çekli senetli bazı durumlar varmış, Seba çok kızmış, affetmiyormuş. Eski tribüncü baba da o kadar yolu, sonradan tanıyacağım abilerimle birlikte ‘Büyük Başkan Feyyaz’ı bize bağışla’ demek için tepiyormuş.

Çünkü bağışlamadı.

Büyük Başkan seni bize bağışlamadı.

Ve sonra kimse, bize bir Feyyaz daha bağışlamadı.

Babam evine, Feyyaz Fener’e, mahalle maçlarında gol atınca Feyyaz diye bağırma sırası Fenerli çocuklara geçti. Birkaç gün ağız alışkanlığı, tam Feyyaz diyecekken Fenerliler bizimle güzel maytap geçti. Feyyaz eşittir Beşiktaş olmuş çocuk kafamda. Gittim sordum babama, ‘Feyyaz şimdi Fener’e gitti ya, biz de mi Fenerli olacağız baba?’

Yazının Devamını Oku

Beşiktaş gülerse

2 Ocak 2021
Ligin bir arada olmaktan en çok mutlu olan takımı Beşiktaş gibi görünüyor. Şimdi olay çıkmasın. Bana öyle görünüyor diyeyim ve açıklayayım.

Spor üzerine yazıyor olmaktan gelen her şeyi takip etme durumumuz var malumunuz. Takımların genel hallerini ne yapıp ettiklerini düzenli olarak tarıyoruz. Bu genel takip halindeyken önüme düşen fotoğraflardan, videolardan ve görüntülerden ligin en güler yüzlü, en mutlu, en neşeli takımının Beşiktaş gibi göründüğünü söyleyebilirim. Kolej takımı diyorlar, ben mahalle takımı diyorum.

Bakmayın siz mahalle takımı kavramının aşağılandığına. Dünyanın en muazzam şeyi aşağı mahalleyle maç almış bir mahalle takımıdır. Gazoz dışında hiçbir çıkarın olmadan oynarsın. İsteyerek oynarsın. Gülerek güldürerek nükteyle şakayla tatlı tatlı atışmayla oynarsın. Gazoz yalan eğlenmek hakikattir.

Beşiktaş aynı öyle görünüyor bu aralar gözüme. Özellikle antrenman fotoğraflarından. Mahallenin abisi Atiba’nın kanatları altında, bir arada olmaktan keyif alan, keyif aldıkları için keyif veren birtakım genç adamlar sırf mutlu olmak için oynuyorlarmış gibi. Antrenmanlarda hep bir neşe, hep bir yan yanalık, hep bir oyun hali. Birbirlerinin sevinçlerine ve acılarına sahip çıkışları da çok etkileyici. Annesini kaybeden arkadaşlarının gol sevinci yapıyorlar onun aralarında olmadığı, annesiyle vedalaşmasına, cenaze törenine denk gelen maçta. Gol sevinçleri de öyle. Sarılmalara doyamıyorlar birbirlerine. Aile gibi. Mutlular.

Belli ki Sergen Hoca’nın yıllardan beri bildiğimiz esprili keskin zekâsı bu genç insanlarda önemli bir noktaya dokunmuş. Gülmekten çekinmiyorlar. Hele o N'Koudou… Sürekli güler yüzlü, sürekli pozitif, sürekli neşe saçıyor. İnsanın ona bakınca istemsizce gülümseyesi geliyor. E bu bir arada mutlu olma halinin futbola yansımaması da pek mümkün değil. Çünkü en başarı mutluluk. Sonrası çorap söküğü.

Sürekli damar damar üstüne binmiş biçimde yaşayan Beşiktaşlılar da biraz daha rahat bu sene. Tabii maç kazanırken aradaki fark üçe çıkmadan rahatlayamazlar o ayrı. Çünkü biliyoruz ki Beşiktaş’ın canı nasıl isterse öyle olur. Bütün çabalardan, çalışmalardan, futbol aklından azade Beşiktaş’ın keyfi diye bir şey vardır. Kimseye keyfine kâhyalık ettirmez. Beşiktaş öyle istemişse öyle olur. Yapı meselesi.

Tüm bu mutluluk taraftara da sirayet ediyor. Beşiktaşlılar daha umutlu bu sene. Sonuç ne olur bilemeyiz ama bu güler yüzün kimseye zararı olmaz, tersine faydası olur. Beşiktaş gülerse dünya güler. Kadir İnanır gülüşü gibi.

Yazının Devamını Oku