Elif Çongur

Lakabını emekten alan bir futbolcu: Rıza Çalımbay

17 Aralık 2019
Rıza Çalımbay, 1963 doğumlu bir emekçi çocuğudur. Sivas’ın Yıldızeli İlçesi Topulyurt Köyü’nden. Baba Bektaş Çalımbay’ın, çalıştığı taş ocağında yaşadığı bir kaza yüzünden ayağı sakat kalır.

Bektaş Çalımbay ve eşi Fatma Çalımbay için Sivas’ta işler zorlaşmaya başlar.  1970'li yılların başında çocukları; Songül, Şengül, Rıza ve Kemal’i de yanlarına alıp gurbet yollarına düşerler. Bildiğimiz göç hikâyelerindeki gibi olur her şey. Hemşerilere, daha önce İstanbul’a göçenlere, eşe dosta haber salınır, iş aranır.

 

Bu günlerin sonunda Bektaş Baba, Toto Karaca Tiyatrosu’nda temizlik ve bekçilik yapmaya başlar. Rıza’yı okutacak durumları yoktur, Rıza hem çalışır hem okur. Bakkal çıraklığı yapar. Rıza Çalımbay için bakkal çıraklığının en şahane yanı, sipariş götürdüğü apartmanlardan İnönü Stadı’na uzun uzun bakabilmektir.

 

Sonra Bektaş Çalımbay, Bebek’te apartman görevliliği yapmaya başlar. O yıllar Rıza Çalımbay’ın hayaline doğru adım attığı yıllardır. Şöyle anlatmıştır o zamanları:

 

“Mahalleden arkadaşım Murat, beni Beşiktaş seçmelerine götürdü. İlk seçmeye kaleci olarak girdim, başaramadım. Daha sonra futbolcu olarak şansımı denedim, üçüncüsünde seçildim.”

 

Yazının Devamını Oku

Beşiktaş’ın umudu

7 Kasım 2019
Şu yazıya “Beşiktaş’ın Umut’u” diye başlık yazmak vardı ama güzel Türkçemizde sert sessizlerin yumuşaması kuralı olduğundan istediğim verimi alamazdım. Nerde “umutu” sözcüğünün yarattığı anlamsız tonlama, nerde “umudu” derken ki şahane vurgu. Sert sessizler boşa yumuşamıyor.

 

Tamam, sadede gelmeye çabalıyorum ve fakat bakınız yine bir sert sessiz yumuşuyor. “Sadet” o sözcüğün kendisi esasen. Asıl konu, esas mevzu, gerçek mesele manasında. Şimdi “Sadete gel!” diye bir çıkış yapsanız on paralık etkisi olmaz mesela ama “Sadede gel!” deyince bakın nasıl hemen geliyorum. Mesele Umut Nayır.

Ne zamandır gözüm üzerinde. Ne zamandır usul usul gizli gizli korka korka izliyorum. Korkuyorum çünkü tiyatrocular bir konuda çok haklı. Tiyatroda “En iyi yazar ölü yazardır” diye bir durum vardır. Allah hepsine uzun ömürler versin ama hakikaten yaşayan yazar tiyatroda sıkıntıdır. Gelir provaya karışır, yönetmeni darlar, rejiyi beğenmez. Prova sürecinde ortada yoktur diyelim. Daha fenadır çünkü bu defa prömiyere patlamaya hazır bomba olarak gelecektir. İki taraf birbirinden habersiz yay gibi gerilecektir. Zaten o gün dünyanın en gergin insanı olmak tiyatro yönetmeni olmanın şanındandır, bir de üstüne yazar gelecektir. Oyuncuların da eli ayağına dolanacak, yönetmen yetmezmiş gibi şimdi bir de yazar devreye girecektir.

 O gece yazar güzel güzel oyun seyretse bile gerginlik had safhada olur. Esasında olayın aşağı yukarı nereye varacağı başından bellidir. Yazarın metni yazarken kurduğu düşle yönetmenin rejiyi yaparken kurduğu düş birbirine tam olarak uymayacak, yazar olanı biteni hiç beğenmeyecektir. Hasılı, yaşayan oyun yazarının sahnelenen bir oyunundan mutlu ayrıldığı çok az görülmüştür. Tiyatro denen sanatın doğası budur zaten. Futbol gibi. Çok yaratıcı, çok bileşen, çok sorun. Yuvarlanıp gidilir böyle.

Spor yazarlığında da, en azından benim spor yazarlığımda da durum bence aynen bu şekilde.Yaşayan, hele hele aktif spor hayatı devam eden bir sporcuyla ya da genel olarak bir spor insanıyla ilgili bir şey yazmak dünyanın en riskli işlerinden biri. Dün çok beğendiğin, methiyeler dizdiğin bir futbolcu ertesi gün olmadık bir laf edebiliyor, en olmayacak hareketi yapabiliyor. Birinin spor ahlakını filan uzun uzun anlattığın bir yazıdan bir müddet sonra kendisini hakemin boğazına yapışık halde bulabiliyorsun. “Maşallah” dediğinin üç gün yaşamadığı bir mecra memleket sporu. Artık aramızda olmayanlar üzerine yazmakla hâlâ aramızda olanlar üzerine yazmak arasında dağlar kadar fark var. Onu diyorum.

Fakat yine tutamayacağım kendimi bu riski Umut Nayır için de alacağım. Çünkü gerçekten umut. Çünkü gencecik, pırıl pırıl, su gibi. Çünkü Beşiktaş’ın da futbolun da memleketin de umudu Umut Nayır gibi gençlerde.

Diliyorum ki Umut Nayır’ın Hukuk Fakültesi’yle antrenmanlar arasındaki zorlu yolları su gibi aksın. Goller de atsın finallerden yüz de çaksın. Sert sessizle biten sözcüklere sesli harfle başlayan bir ek geldiğinde sert sessizler hemen yumuşasın.

 

Yazının Devamını Oku

Ne diyorsam o

1 Kasım 2019
Yıllar evvel bir televizyon dizisi üzerine dönen bir tartışma hatırlıyorum. Dizinin de tartışan tarafların da ismi hiç mühim değil. Çünkü mevzu o değil. Azıcık izin verirseniz oradan bir yere bağlayacağım.

Taraflardan biri, bir dizi üzerine aşkın trajikliği ve komikliği üzerine psikanalitik saptamalar yapmış, yazıda dizi kahramanlarının kişiliklerini, birbirleriyle olan ilişkilerini Lacancı bir analize gidecek kadar derinleştirmişti. Yazı üzerine yazılan bir başka yazıda; dizilerin can sıkıntısını gidermek için yazıldığını, seyirciyi yormama ilkesine göre hareket edildiğini, dolayısıyla dizilerin yazıda yapılan türden bir analizin konusu ve anılan kavramların da muhatabı olamayacakları söylenmişti. Yazının bir noktasında “Bu bir televizyon dizisi, Flaubert romanı değil!” diye isyan edildiğini de hatırlıyorum.

Yazılardan birine taraf değilim. Her iki yazıda da mesleki açıdan dikkate aldığım noktalar vardı. Ama bazen spor programlarını izlerken ikinci yazıdaki isyana sonuna kadar ortak hissediyorum kendimi. Buraya bağlayacağım.

Bazı spor programlarında sabahtan akşama kadar, günlerce ve saatlerce teknik direktörlerin yaptıkları açıklamaların altında örtük göstergeler, anlam yükleri, göndermeler arıyorlar. Temel argümanları  “Öyle dedi ama esasında bunu demek istedi” üzerine kuruluyor. Teknik direktörün konuşmasının, sözcükleri tonlamasının, o anki beden dilinin altından girip üstünden çıkıyorlar. Göstergebilimin gelmiş geçmiş bütün ustaları bizim bu spor programlarını görseler gözyaşları içinde kalırlar.

Evet, elbette teknik direktörler zaman zaman imalı cümleler kurabilirler, bunu yorumlamak, esasında söylemek istediğini bulmaya çalışmak spor yorumcusunun görevi olabilir. Ama bazen. Her zaman değil. Siz sürekli her lafın altında bir şey ararsanız, son derece net açıklamaları deşerseniz, ne dediği çok açık olan bir teknik direktörün konuşması üzerine üç saat konuşursanız işte o zaman delirtirsiniz insanı.

Bu noktada memleketteki teknik direktörleri çok sabırlı bulduğumu söylemek zorundayım. Bütün bir hafta çalışıyorsun, doksan dakika saha kenarında zaman zaman hakaret duyarak, zaman zaman küfür dinleyerek takımını izliyorsun. Üzerinde her türlü baskı var. Yönetimi var, taraftarı var, spor basını var. Yeniyorsun ya da yeniliyorsun sonra çıkıp mecburen açıklamanı yapıyorsun.

Sonra birileri televizyonda saatlerce “Ben hocayı tanırım, öyle demek istemedi”, “Benim bildiğim hoca bunu demek istemiştir”, “Ben hocanın esasında öyle demediğini çok iyi biliyorum” diye konuşuyor. Ben olsam “Hayır onu dedim! Dediğimi dedim! Ne dediysem onu dedim!”, “Ne diyorsam o!” diye bağırarak koşardım sokaklarda.

Bilmeyin bir kere de. Bir kere de bilmeyin. Her şeyi siz bilmeyin. Hocaları en çok siz tanımayın. Kendilerini ifade edebiliyorlar, her laflarının altında gizli ajanda aramayın. Emin olmadığınız şeyleri öyleymiş gibi göstermenin kimseye faydası yok.

Ayrıca da futbol bu, yetmiş katmanlı Shakespeare oyunu değil!

Yazının Devamını Oku

Beşiktaşlı Tarık Ünlüoğlu

3 Ekim 2019
Tarık Ünlüoğlu, zamansız çekti gitti aramızdan. Şaşkınlık ve üzüntü birbirine karıştı. 43 yıl süren Devlet Tiyatrosu sanatçılığını da, sinema ve dizilerdeki rollerini de, seslendirme sanatçısı olarak başarılarını da biliyorduk. Yazılıyor çiziliyor onu kaybettiğimizden beri zaten.

Tiyatroyla olan uzun ilişkisine dair “Bu nasıl bir aşk?” diye sorulduğu bir röportajda “Buna aşk denmez” demişti. “Bu, hayatın seni götürdüğü yer. Ben çocukken futbolcu olmak isterdim mesela, bunun için dua ederdim.”

 O yüzden ben Tarık Ünlüoğlu’nu futbol aşkıyla uğurlamak istiyorum izin verirseniz.

 İlkokulu ve ortaokulu İzmir’de okuyan Tarık Ünlüoğlu, liseyi İzmir Namık Kemal Lisesi’nde okur. Bütün bu yıllarda topun peşinde koşar. Hem futbol hem basketbol topunun. Ama futbol bambaşkadır. Bir de Fenerbahçe. On yedi yaşına kadar Fenerbahçelidir.

Ta ki o güne kadar. Ta ki Göztepe’nin Beşiktaş’a ev sahipliği yaptığı o maça kadar. Ta ki Yusuf Tunaoğlu’nın akıldışı futbolunu görene kadar. Bir televizyon programında Fenerbahçe’ye veda edip nasıl Beşiktaşlı olduğunu şöyle anlatmış:

“O maçta Yusuf Tunaoğlu diye bir oyuncu var Beşiktaş’ta. Rahmetli. Onu zaten çok beğeniyordum; ama o maçta bir top oynadı ki.  Bir çalım attı, iki Göztepeli kafa kafaya çarpıp bayıldı. Ben böyle bir çalım hayatımda görmedim. O maçı Beşiktaş kazandı ve şampiyon oldu. Daha önce çok Beşiktaş maçı izledim; ama o maç çok enteresandı. ‘Bu nasıl bir takım!’ dedim. ‘Tamam’ dedim, ‘ben bu andan itibaren Beşiktaşlıyım’. ‘Dönek dediler, ama napim?’”

Tarık Ünlüoğlu belli ki hayatın insanı getirdiği yerle, gerçek aşk arasındaki farkı iyi biliyormuş. Tiyatro ve Fenerbahçe onu hayatın getirdiği yerlermiş. Gerçek aşkı içinde ukde kalan futbolculuk, opera sanatçılığı ve hatta pilotlukmuş. İlk saydıklarım için geç kalmış belki ama Beşiktaş aşkı için “dönek” de deseler dönmemiş. Geç kalmamış, yetişmiş.

Tarık Ünlüoğlu’nun Beşiktaş’la meselesi Beşiktaşlıların “Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur” cümlesinin tersini yapabilmesiymiş meğer. Olabiliyormuş meğer. Çok erken oldu vedası. Buraya kadarmış meğer.

Arkasında çok oyun, çok replik, çok dost bırakmış. Herkesin başı sağ olsun. İnsanlara takımını değiştirecek gibi futbol oynayanlara da selam olsun. Yusuf Tunaoğlu da Tarık Ünlüoğlu da rahat uyusun.

Yazının Devamını Oku

Yangın mavisi

24 Eylül 2019
Seher. Seher Hüdayari. Mavi Kız.

 

Hikâyesini biliyorsunuzdur. Seher, İran’da kadınların stadyumlara girmesi yasak olduğundan takımın maçını izlemek için erkek kılığında stadyuma girmişti. Yakalandı. Gözaltına alındı. Mahkemeye çıkarılıp altı ay cezaya çarptırıldığını öğrenince kendini mahkeme önünde ateşe verdi. Yaktı kendini.  Öldürdü.

Mavi Kız, taraftarı olduğu İstiklal Tahran’ın renklerinden almıştı lakabını. Mavi zaten bir acayip renk. Simgesel ağırlığı da tarihi de çok derin.

Renk tarihçisi Michael Pastoureau Mavi: Bir Rengin Tarihi adlı mikro tarih çalışmasında rengin tarihsel izini sürer. Mavi Kız’ın anısına o yoldan ben de yürüdüm bir kez daha.

Mavi, Antik Çağ’dan başlayarak renk bile sayılmaz, hiçbir metinde adı geçmez, yok sayılır. Roma’da güzel olanı betimlerken siyah ve yeşile sıklıkla başvurulurken, maviye hiçbir olumlu tanımlamada rastlanmaz. Hatta aşağılanır. Mavi giyinmek, genel olarak kişiyi küçülten bir şey olarak algılanır. Açık mavi çirkin, koyu mavi ise kaygı verici bulunur. Mavi göz; kadında iffetli olmayan bir mizaç, erkekte gülünçlük olarak kabul edilir.

Mavi, çağlar boyunca görmezden gelinen, aşağılanan, yok sayılan bir renk olur. İtibarını bilim sayesinde kazanır. Newton’un prizma deneyleri sonucunda bir renk olarak ilk defa net bir şekilde tanımlanır. Newton, çalışmalarıyla ışığın yasalarını ortaya koyar ve Ortaçağ’ın siyah ve beyaz zıtlığı üzerine kurulu kabulünün altını üstüne getirir. Siyah ve beyaz renk skalasından çıkarken zafer, merkeze oturan mavinindir artık.   

Yüzyıllar boyunca Avrupa’da görmezden gelinen mavi; zamanla edebiyatta, sanatta hatta siyasetteki yeni akımların rengi olmaya başlar. Başka başka anlamlar kazanır. Yeni edebiyat akımları maviyle bağ kurmakta gecikmez. Goethe’nin ünlü Genç Werther’in Acıları’nda kahramanına giydirdiği mavi kıyafet, romanın olağanüstü başarısı sayesinde Avrupa’da yeni bir giyim tarzının da ateşleyicisi olur. 1780’li yıllarda Avrupa’da birçok genç Werther gibi giyinmeye başlar. Goethe’nin mavi rengi kullanması bir tesadüf değildir kuşkusuz.

Böylece maviyle romantizm özdeşliği kurulmuştur. Bu ilişkiyi Alman edebiyatçı Novalis’in bir Ortaçağ halk ozanının rüyasında gördüğü mavi çiçek “ancolie”nin peşinden koşmasını anlattığı romanı pekiştirir. Romandaki çiçeğin adından türetilen “melankoli” kavramı, mavinin anlam haritasına eklenir.

Yazının Devamını Oku

İki Falcao

3 Eylül 2019
Geliyordu da gelmiyordu da gelmezdi de derken bütün bir transfer sezonunu kilitleyen Radamel Falcao, bu yazının yazıldığı an itibariyle İstanbul’da.

Galatasaray taraftarı rahatladı, yönetim rahatladı, spor basını rahatladı, sabahtan akşama kadar bir cümle kapabilmek için haber kovalayan emekçi muhabirler rahatladı. Bu işin tamamına ermesini dört gözle bekleyenler de bu işin bu kadar uzamasından bunalanlar da rahatladı. Herkes rahatladı.

Falcao geldikten sonra ne olacağını, ne kadar katkı sunacağını, neler yapacağını kimse konuşmak istemiyor şimdilik. Sadece gelmesi üzerine kurulmuştu hikâye ve bir süre de böyle gidecek, sadece gelişinin tadı çıkarılacak belli ki. Gerisine sonra bakacağız.

Demem biraz daha başka benim bugün. Futboldaki isimler üzerinde durmak istiyorum biraz. Futbolcuların sahip oldukları isimlerle çizilen yollardan söz etmek istiyorum. Falcao’nun isminin ona çizdiği yoldan mesela.

Öğrendim ki Radamel Falcao, adını bir başka Falcao’dan alıyormuş. Falcao’nun kendisi gibi futbolcu olan babası, Brezilya’nın efsane orta saha oyuncusu, hatta tüm zamanların en yetenekli orta saha futbolcularından biri olarak kabul edilen Paulo Roberto Falcao’ya hayranmış. Onun adını almış oğluna vermiş. Oğlu da bu isimle başka bir zamanın başka bir efsanesi olmayı başarmış. Ne güzel hikâye.

Bir de bizim memlekette; isimlerini aileden, anadan, babadan değil oynadıkları futbolun kendisinden alan futbolcular var. Futbolun kendilerine lakap olarak getirdiğini zaman içinde kendisine isim olarak seçen futbolcular var. Soyadı kanunundan önce lakap olarak kullandıklarını kanundan sonra soyadı yapmış futbolcular. Bence enfes hikâyeler.

En etkilendiklerimden biri Beykoz efsanesi İbrahim’in hikâyesidir. Top ve kafa arasındaki ilişkinin kitabını yazan İbrahim bu özelliği nedeniyle zamanla “Kelle” lakabını alır. Çünkü bir yerlerde yükselen bir top varsa orda muhakkak İbrahim’in kellesi vardır. “Kelle İbrahim” aşağı “Kelle İbrahim” yukarı. Sonra kendisine Kelle soyadını seçer, İbrahim Kelle olur.

Fenerbahçe ambleminin yaratıcısı olarak da bildiğimiz, penaltı kralı, “Topuz” lakaplı Hikmet zaman içinde Hikmet Topuzer olur. Vefa’ya atılan 20 golün 14’ünün sahibi Galatasaraylı Mehmet, leblebi gibi atılan o kadar golden sonra kaçınılmaz olarak “Leblebi” lakabıyla anılmaya başlar. Soyadı kanunundan sonra Mehmet Leblebi ismini alır.

Bir de yıllarca kullandıkları, onunla uzun yıllar yaşadıkları soyadlarından vazgeçip, lakaplarını kendilerine soyad yapan futbolcular vardır. Mesela Galatasaray’ın efsane sağ açığı Necdet Kayral’ın lakabı “Cici”dir. Kayral bir süre sonra lakabını, soyadına tercih eder. Soyadını bırakır, lakabını soyadı olarak alır, Necdet Cici olur.

Yazının Devamını Oku

Elveda Gül Hanım

27 Ağustos 2019
Türkiye atletizm tarihinin 1950 ve 60’lı yıllarına damgasını vuran atletimiz Gül Çıray’ı kaybettik. Hikâyesini anlatarak vedalaşmak istiyorum bu büyük sporcuyla.

Gül Çıray 1939 yılında Bulgaristan’ın Vidin şehrinde doğar. Daha yaşını doldurmadan Türkiye’ye göçerler. Gül Çıray ve altı kardeşi babalarını çok erken kaybeder. Yükün tamamı annede ve büyük abi Coşkun’un omuzlarındadır artık. Hayat koşusu böyle zorlu devam ederken 1955 yılında hayatına atletizm girer. Ankara’da okullar arasında düzenlenen bir yarışmada Ulus Ortaokulu’nu çelimsiz bir kız temsil eder. O kız, o yarışmalarda hem uzun atlama hem de 800 metre yarışlarını kazanır.

Şöyle bir bakıldığında kimsenin sporcu olacağını tahmin edemeyeceği çelimsizlikteki kızı Besim Aybars fark eder. Daha ilk anda ona inanır, hatta o kadar inanır ki Gül Çıray on beş gün sonra Balkan Şampiyonası’nda yarışmak için pisttedir. O günden başlayarak Gül Çıray, hocası Besim Aybars’ın yüzünü hiç kara çıkarmaz.

Yavaş yavaş neredeyse bütün mesafelerin rekoruna sahip olur. Üstelik kendi rekorlarını da kendi kıra kıra ilerler. 20.09.1956 günü Milliyet gazetesinde çıkan haberde şöyle der:

“Bilmiyorum ben ne yaptım? Galiba sadece vazifemi. O halde gösterilen aşırı alaka neden? Acaba buna layık mıyım? (…) Yalnız şunu da unutmasınlar ki alakalarından katiyen şımarmadım, bilakis teşvik gördüm, bunu yakında yapacağım derecelerle de fiilen teyit arzusundayım.” Dilin, anlatımın güzelliğine, tevazua, çalışkanlığa bakın. Sporculuğa bakın.

Gül Çıray’ın atletizm kariyeri bittiğinde arkasında üçü krosta olmak üzere toplam 5 Balkan şampiyonluğu, 400, 800 ve 1500 metrelerde uzun yıllar kırılamayan Türkiye rekorları, 17 Türkiye şampiyonluğu, 47 Türkiye rekoru bırakır. 1960 Roma Olimpiyatları’nda kafilededir. Türkiye spor tarihine  atletizmde uluslararası bir şampiyonada altın madalya kazanan ilk kadın olarak geçer. Kendisi gibi milli atlet olan Ahmet Akbaş’la evlenen Gül Çıray aktif spor hayatını bıraktıktan sonra antrenör olarak çalışır, pek çok sporcu yetiştirir, onların başarılarına tanıklık eder.

Gül Çıray Akbaş, kalp krizi geçirip aramızdan ayrıldığı günden daha bir gün önce, Sadi Gülçelik Yarışması’nı izler, atletlere ödüllerini verir. Benim ona veda ederken tek tesellim bu. Hayatının son gününe kadar ait olduğu yerde, atletizm pistinde olması.

Elveda Gül Hanım. Rüzgârınız her daim atletizm pistine çıkan gencecik kadın sporcularımızın arkasında olacak. Vazifenizi layığıyla yapmışsınız. Rahat uyuyunuz.

Yazının Devamını Oku

Başarı ve dram kardeştir

6 Ağustos 2019
Yazarımız Elif Çongur yazdı...

Olimpiyatlar, Dünya Kupası ya da Avrupa Kupası yoksa yaz sevmem. Sıcak hiç sevmem. Tatil zaten sevmem: Sıcaktır. Futbol yoktur. Sürekli bir takım isimlerin transfer edilip edilmeyeceğinden başka hiçbir şey konuşulmaz.

Transfer sezonu denen acayip zaman dilimi her geçen sene daha da tuhaflaşıyor. Sabahtan akşama kadar transfer haberi kovalayan spor basını emekçilerini elbette dışarıda tutuyorum. Ama artık iş “Kuaförü tüyoyu verdi: Belki de son tıraş”, “Karısı instagramdan Türk iç mimarı takip etti”, “Kuzeni İstanbul’daki kebapçının paylaşımını beğendi” düzeyinde ilerliyor. Öyle bir alt metin okuma, öyle bir örtük anlam çözme ki göstergebilim gözyaşları içinde kalır.

O vakit ben bugün Falcao’ydu, Kolarov’du, hanımı şunu takip ettiydi, vay geldiydiydi yok gelmediydiden kaçıp tarihin gördüğü en büyük sporculardan birini anlatayım. Abebe Bikila’yı.

Abebe Bikila 7 Ağustos 1932’de Etiyopya’da doğar. 20 yaşındayken ailesine destek olmak zorunda kaldığı için orduya katılır. Bir gün bir resmi törende ülkelerinin bayrağını taşıyan atletleri halkın nasıl sevgiyle kucakladığını görür. Ne istediğini o dakika anlar. Hemen o sene atletizme başlar. Norveçli antrenör Miskanen’in Etiyopya hükümetinin davetiyle ülkesinde çalışmaya başladığı yıllardır. Bikila çok kısa süre içinde kendini ispatlar. Atletizme başlamasının daha ikinci yılında elemelerde birinci olarak Olimpiyat vizesini kapar ama masada kaybeder. Etiyopyalı yetkililer, Bikila’nın yerine antrenmanlarda daha hızlı olan rakibi Biratu’yu gönderme kararı alırlar. Fakat futbol sevdası Biratu’yu olimpiyatlardan eder. Arkadaşlarıyla maç yaparken büyük bir sakatlık yaşar, top yine Bikila’dadır.

Bikila, o topu şahane kullanır. 1960 Roma Olimpiyatları’nda 2:15:16,2’lik derecesiyle altın madalyayı boynuna takar. Üstelik yalınayak. Rivayet şöyledir: Oyunlara katılacağı neredeyse son dakika belli olur ve sponsor firmanın Bikila’ya uygun ayakkabı yapacak yeterli vakti olmaz. Kendi ayakkabılarını giymesine de sponsorluk yönetmeliği izin vermez. Fazla seçenek yoktur. Dünya adını ilk kez duyduğu bu atleti ayakta alkışlarken, Bikila 42 kilometreyi, rekor kırarak ve yalınayak geride bırakır. Yalın ayak.

Adını, ülkesinin adını ve çok uzun süre kırılamayacak rekorlarını herkese duyurur. Olimpiyat altın madalyası kazanan ilk siyah Afrikalı atlettir. Etiyopyalı gençlerin ilham kaynağı, tam da istediği gibi halkının sevgilisidir artık. Ancak bir sonraki olimpiyat vizesini yine zor alır. Çünkü ülkesinde darbe yapmayı planlayan bir ekibin içerisinde olduğu iddiasıyla tutuklanır, neyse ki tutukluluk uzun sürmez, aklanır.  Pistlerden epey uzak kalmıştır, hemen çalışmaya başlar ama bu defa da apandisit ameliyatı olmak zorunda kalır. Doktorlar “yatacaksın” der, Bikila içinden “koşacağım” diye cevap verir. Doktorlardan, basından, herkesten gizli antrenmanlara başlar, oyunlara gitmeyi başarır. 1964 Tokyo Olimpiyatları’nda da 2:12:11.2’lik derecesiyle yine rekor kırar, yine altın madalya kazanır. Üst üste iki Olimpiyat maratonu kazanan ilk atlet olarak tarihe geçer. Bu defa yalınayak değildir ama sanki maraton koşmamış Kordon’da elini koluna sallaya sallaya gezmiştir. Öyle bir rahatlık. Sonra yine başarılar, birincilikle bitirilmiş maratonlar, kürsüler, madalyalar ama sonrası çok hazin.

Önce büyük bir sakatlık, ardından korkunç bir kaza. 1969 yılında geçirdiği kazada, kaza yaptığı fark edilene kadar arabanın içinde sıkışmış halde kalır. Aylarca hastanede yatar. Yaşama döner ama koşmak nerede, ömrü boyunca bir daha yürüyemeyecektir. 1972 Münih Olimpiyatları’na şeref konuğu olarak tekerlekli sandalyeyle geldiğinde o ayağa kalkamaz ama on binler karşısında alkışlarla ayaktadır.

1973 yılında daha 41 yaşında beyin kanaması geçirir, çeker gider artık koşamadığı hayattan. Vedası tam da spora başlarken hayal ettiği gibidir. Etiyopya halkı yüz binlerle ve sevgiyle arkasından yürür.  

Yazının Devamını Oku