Beril Papuççuer Ceylan

“Hiç özgüvenim yok, ne yapmam lazım?”

19 Eylül 2019
Özgüven; kendimiz ve yeteneklerimiz hakkında pozitif ve gerçekçi bir anlayışa sahip olmaktır. Özgüven eksikliğini ise kendinden şüphe duymak, pasiflik, boyun eğme, aşırı uyum gösterme, yalnızlık, eleştirilere karşı hassas olma, güvensizlik, depresyon, aşağılık duygusu ve sevilmediğini hissetme gibi kavramlarla tanımlayabiliriz.

Etrafınızdaki kişilere istemediğiniz bir konuda hayır diyemiyor, ilişkilerinizde sınır koyamıyor, sosyal ortamlarda bulunamıyor, kendinizi değersiz ve yetersiz hissediyorsanız özgüven eksikliğiniz olabilir.

Özgüven eksikliği önemli psikolojik sorunları tetikleyebilir. Özgüven eksikliğinin temelinin, çok küçük yaşlarda atılmaya başladığını söyleyebiliriz.

Çocuk, bir davranış gösterdikten sonra çevresi tarafından takdir görüyorsa, sevgi ve saygı alıyorsa, kendisinin değerli ve yeterli olduğuna inanır. Bunun aksine çocuk, çevresinden sürekli eleştiri ve ceza alıyorsa kendisinin kötü, beceriksiz ve yetersiz biri olduğuna dair bir inanç geliştirecektir. Böyle durum ve davranışların tekrarlanmasıyla çocuk kendini değersiz, yetersiz görmeye başlayacaktır ve yanlış yapma, eleştirilme korkusu yaşayacak, özgüven sorunları da artık çocuğun problemi haline gelmeye başlayacaktır.

Bu arada önemli bir not; toplumda çok fazla önemsenmiyor ama özgüven eksikliği çocuk yaşlarda başlayıp yetişkin dönemde depresyon ve sosyal fobi gibi rahatsızlıklara yol açabiliyor.

• Kendiniz hakkında olumlu düşünün.

• Gerçekçi olan ve beklentilerinizi karşılayan hedefler belirleyin. Makul seviyede hedefler belirleyin ki böylece başardığınız şeyler, başta ulaşmayı düşündüğünüz hedeflere yakın olsun. Bu durum özgüveninizi ve kendinizle ilgili memnuniyetinizi destekler.

• Bir şey başardığınızda kendinizle gurur duyun ve kendinizi ödüllendirin.

• Kötü veya üzücü bir şey olduğunda, olumsuz düşüncelerinizin farkına varın.

Yazının Devamını Oku

Mutsuz olmamak için ‘Hayır’ demek lazım!

13 Mart 2019
Kimi insanlar için hayır diyebilmek çok zordur. Bu zorlanma kişileri çoğunlukla mutsuz eder. “Keşke şurada şöyle diyebilseydim” gibi pişmanlıklarla dolu cümleler kurulur.

Hepimizin zaman zaman hayır diyemediği zamanlar vardır. Ancak bunun sıklığı fazlaysa ve kişiyi mutsuz eden bir hal aldıysa o zaman durum bir problem olarak algılanmalıdır. Kişi kendindeki bu durumun farkına varmalı ve bu olumsuzluğu ile yüzleşmeye cesaret etmelidir. Herkesin geliştirilmesi gereken olumsuzlukları vardır. Önemli olan bunlarla yüzleşip durumu olumluya çevirebilmektir.

Peki, neden hayır diyemeyiz ve herkesi memnun etmeye çalışırız? Bunun birçok sebebi olabilir. En çok itiraf edilen sebeplerden bir tanesi; karşı tarafla ilişkilerin bozulacağı düşüncesi ve kaygısı. Diğer sebepler, karşı taraftan bize de evet denilmesine zemin hazırlama düşüncesi, bencil algılanma endişesi, nasıl hayır denileceğinin bilinmemesi gibi durumlar en belirgin örneklerdir.

Herkesi memnun etme düşüncesinin altında yatan en önemli nedenlerden bir tanesi onaylanma ihtiyacıdır. Yani çocukluğunda aşırı otoriter bir ebeveyn ile büyümüş ve ihtiyacı doğrultusunda onaylanmamış bir çocuktur hayır diyemeyen yetişkin. Ne yapsa beğenilmemiştir doğru dürüst ya da hep daha iyisi beklenmiştir. Olduğu gibi kabul edilemeyen çocuktur kaygılı ve hayır diyemeyen yetişkin ya da çocukken hayır demesi bireyselleşmesine izin verilmemiştir. Her hayır dediğinde azarlanmış veya suçlanmış da olabilir. Bu yüzden herkesi memnun etmenin bu yetişkin olma yolunun şifresi zannetmiştir bu çocuk.

İşte bu gibi sebeplerden o kişi için herkesi memnun etmek demek onaylanmaktır, sevilmektir, değer görmektir. Ama bir yandan da hayır diyemediği, kendi isteklerini açıkça ifade edemediği, beğenmediği ya da onaylamadığı bir duruma itiraz edemediği için de kendini yer ve mutsuz olur. Ancak bu aşılamaz bir durum değildir. Hayır deme zamanla öğrenilebilir.

• Öncelikle size bir soru yöneltildiğinde evet demeden önce “Bir düşüneyim” demeye konsantre olun. Bu sizi ilk başta oldukça rahatlatacaktır.

• Sizden istenilen şeyi tekrar ederek karşı tarafa onaylatın. Evet demeden önce istemediğiniz bir durum ise kendi duygularınızdan bahsedin. Bu durumun sizi rahatsız edeceğini açıklamaya çalışın.

• Bunu yapmak isteyebileceğinizi ancak daha öncelikli ve zaman alan işleriniz olduğunu ifade edin. Üzülerek hayır demek zorunda olduğunuzu söyleyin.

• Hayır diyeceğiniz şeyin mutlaka “çünkü”sünü açıklayın. Karşı taraf için her zaman daha kabul edilebilir olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Frijit (cinsel soğukluk) nedir? Frijit nasıl tedavi edilir?

6 Mart 2019
‘Frijit’, ‘frijidite’ veya ‘cinsel soğukluk’ olarak tanımlanan, kadında cinsel isteksizlik durumu cinsel işlev bozukluklardan bir tanesidir. Azalmış cinsel istek, yeterli cinsel uyarı olmasına rağmen cinsel fantezilerin ya da cinsel aktivitede bulunma isteğinin az olması veya hiç olmamasıdır. Bunu tanı yapan kıstas sürekli veya yineleyici olması, tıbbi bir nedene bağlı olmaması, belirgin baskı ve kişiler arası zorluklara yol açması olarak belirtilebilir.

Bir kadın eğer cinsel olarak soğuk olarak nitelendiriliyorsa bunun ardında iki tür belirti grubu vardır:

İşlevsel sorunlar şu şekilde sıralanabilir:

Burada ilk üç durum arzu sorunlarının sonucu olarak ortaya çıkabilir; istemeden seks yapmak zorunda kalmak, seks yapmak istemek ama yeterli güce sahip olmadığını hissetmek, seksin sonuçları ile ilgili olumsuz düşüncelere sahip olmak vb. Diğer yandan bu 4 durumun her biri cinselliği zevksiz hale getirebilir ya da gerginlik yaratıp arzu sorunlarına yol açabilir.

İstek sorunu olan frijitte sorun olarak arka planda gizlenen duygular da şu şekildedir:

Kızgınlık: Bu durum kendine, partnerine, genel olarak karşı cinse ya da cinselliğe karşı olabilir.

Utanma: Fantezilerden, tutkudan, vücudundan, ilk cinsel deneyimde bulunmaktan, reddedilmekten, ebeveynlerinden, erotizmden olabilir.

Korku: Fantezilerden, fiziksel ağrıdan, hamile kalmaktan olabilir.

Endişe ya da kaygı:

Yazının Devamını Oku

Gençlerle iletişim nasıl kurulur? Ebeveynlere öneriler

4 Mart 2019
Ebeveynlerin en çok yakındıkları ve zorlandıkları konulardan bir tanesi genç olan çocuklarıyla iletişim kuramamaktır. Yani onlarla konuşmanın ne kadar zor olduğundan, çocuklarının kendileriyle hiçbir şey paylaşmadıklarından veya kendilerini dinlemediklerinden sıklıkla şikâyetçidirler. Peki, gençlerin ebeveynleriyle ilgili yakındıkları konular ya da durumlar yok mu?

Elbette gençlerin ebeveynleriyle ilgili yakındıkları konular da var. Örneğin; ebeveynleri tarafından sürekli öğüt verilmesi, yönlendirilmeye çalışılmaları, yargılanmak, eleştirilmek, kıyaslanmak, aşağılanmak, isim takılarak dalga geçilmek. Bunun yanında gençler de dinlenilmediğini, değer görmediğini düşünüyor ebeveynleri tarafından. Hatta gençlerin en çok şikâyet ettikleri durumlardan biri sürekli konuşan, dinlemeyen, sorumluluk hatırlatan anne babalar oluyor.

Gençler kendilerini aile içinde değerli ve önemli hissetmediklerini, onların da çeşitli sıkıntıları olabilecekleri konusunda ebeveynlerinin hassasiyet göstermediklerini, bu sıkıntıları görmedikleri ya da görmek istemediklerini düşünüyorlar.

Gençlerin de istediği aslında paylaşmak, ancak yargılanmadan, eleştirilmeden sonuna kadar dinlenildiği bir konuşma ortamında sıkıntılarını, içtenlikle ailesiyle paylaşmak istiyor. Ancak onların da görüşüne göre çoğunlukla öğüt aldıklarını ve anne babalarının onları hiç dinlemek istemediklerini, anne babalarından aynı şeyleri duymaktan onlar da sıkıldıklarını sıklıkla belirtiyorlar.

Gençlerle olan görüşmelerde çoğunlukla karşılaşılan diğer yakındıkları bir durumda keşfetmelerine, deneyimlemelerine izin verilmemesi durumu. Bu yaşantıyı, doğaları gereği yaşamak istiyorlar, ailelerinin onlara güvenmelerini istiyorlar.

Ancak burada herkes kendine göre çok haklı. Ebeveynler çocuklarıyla aralarında geçen daha önceki çatışma, paylaşmama vb. gibi birçok olumsuz olayı referans alarak daha evhamlı, endişeli bazen panik duygularıyla birlikte hareket ediyorlar. Ancak ebeveynlerin de belirttiği ortak sıkıntı şu ki; “çocuğuma iletişim anlamında ulaşamıyorum.” Çoğu kez kavga çıkacak diye uzak durmayı seçen ebeveynler de var ve bu durum zayıf olan iletişim bağlarının daha da zayıflamasına belki de kopmasına neden olabiliyor.

Gençlerle iletişim kurmak, hassas bir çizgide yer alan ama hepimizin başarması gereken bir beceri.

Peki, ebeveynler olarak ne yapalım, nasıl konuşalım dersek bununla ilgili önemli hususlar var. Fakat bunun için her iki tarafın da zamana, sabra, çaba göstermeye ihtiyacı var.

Yazının Devamını Oku

“Annelik” rolüne hapsolmayın, dengeyi kurun

28 Şubat 2019
Tam olarak oran bilinemese de (bazı ya da çoğu) erkekler “seks yapılacak kadın” ve “eş” konusunu hâlâ içlerinde çözememişlerdir. Büyüme şekli, yöresel unsurlar, inançlar, ebeveynlerden edinilen doğrudan ya da dolaylı öğrenmeler, içinde bulunulan kültürden edinimler gibi birçok bilinçli ve bilinçdışı etken bu düşünceleri olgunlaştırmıştır.

Benzer şekilde kadınlar için de aynı ögelerin ışığında belirli kalıp yargılar oluşmaktadır. Kadın, “Eşime seks konusunda nasıl davranmalıyım?” sorusunun cevabını bilememektedir.

Erkek eşini arzu etmeli midir, yoksa arzu etmek kötü bir şey midir? İzlediği porno filmlerden doğal olarak tahrik olan erkek, seksin ne olduğunu dahi pornografiden öğrenmektedir. Bu durumda eşini oradaki kadınlarla bağdaştırma gibi çelişkiler yaşar. Eşini “kötü kadın” yerine koymuş gibi hissetmek ona o kadar rahatsızlık verir ki eşiyle seks yapmak istememe, eşini arzulamama, eşine seksi yakıştıramama gibi birçok düşünceyle boğuşurken bulabilir kendini. Flört dönemindeki yakınlaşmalarda bunu hissetmeyebilir çünkü o şehvet aşamasına o kadar gelinmemiştir ve flört dönemi masumdur. Çoğu erkek evlendikten sonra bununla yüzleşir. Özellikle olayın en can alıcı noktası çocuk sahibi olununca hatta eşin hamile olduğu öğrenildiğinde başlayabilir. Bu durumlarda çelişen düşüncelerle boğuşan erkek için artık eşi çok daha farklı bir mertebeye yükselmiştir: “Annelik” Artık zaten kutsal olma adaylığı bu kadar yüksek iken, kutsallık tacını eşine yani anneye vermenin tam zamanıdır. Zaten anne de onunla eskisi gibi ilgilenemeyecektir. Yeni gözdesi bebekleri olacaktır. Tahrik unsuru olan memeler tam bir kutsallık çemberinin içinde kalmıştır. Bu durum erkeğe utanç ve suçluluk da ekleyebilmektedir. Eğer eşi böyle düşünmüyorsa bile bu düşünceleri ona empoze etmeye başlayacaktır. Örneğin eşi kırmızı oje sürse, dar bir elbise giyse, belirgin bir makyaj yapsa ona “Sen annesin bu sürülür mü, bu giyilir mi, böyle davranılır mı” gibi müdahalelerle eşinin bu çelişkinin içine girmesine sebep olacaktır haliyle.

Tam tersi durumlar da mevcuttur. Yani erkek böyle düşünmüyor iken kadının bu düşünceler içinde olması durumu. Eşine seks ihtiyacını ya da isteğini belli etmeli midir? Kendisi başlatıcı olmalı mıdır? Eşi onu ayıplar mı? Farklı kadın gibi olduğunu düşünür mü? Tüm bu düşüncelere rağmen başlatıcı olmuşsa, isteğini belli etmişse ya da yatakta arzulu ve zevk aldığını belli etmişse ve eşinden ters bir tepkiyle karşılaşmışsa kadın tüm düşüncelerinin doğrulandığını hisseder artık. Zaten boğuşmakta olduğu duygu ve düşünceler yerini üzüntü, utanç ve suçluluğa bırakacaktır. Özellikle o da anne olduktan sonra bu kalıplar daha belirgin hale gelebilir. Kutsallık tacı altında artık “Ben anneyim, anne gibi davranmalıyım, çok makyaj yapmamalıyım, daha ağır başlı olmalıyım gibi birçok yeni davranışsal kalıp geliştirmeye başlar. Tabi bu durumlar ile eşler arasındaki cinsellikte özellikle annelikten sonra bu şekilde hisseden çiftler için erkek ya da kadın, şehvet varsa biter, arzulama varsa biter, bahaneler çoğalır ve böyle böyle cinsellik de biter. Bir evliliğin en önemli bağlılığı artırıcı yapı taşı olan cinsellik ayağı artık kopar ve bir daha da kolay kolay yerine gelmez. Mutsuz olurlar mı bilinmez ama dışarıdan kendilerince mutlu, evli, çocuklu bir aileleri vardır ancak bir şeyler eksiktir çoğu kez. Dışarda muhabbetli bıcır bıcır çiftleri gördükçe bir şeylerin eksik olduğunu daha çok hisseder ve imrenirler ancak sorunun kaynağını çoğu kez de bilmezler. Sorun “kutsal anneliktir.” Eşi böyle hissettirmeyen çoğu kadın da kendiliğinden bu kalıp yargılarla kendini bularak böyle davranmaya başlayabilir, aynı yazının başında bahsedilen erkek örneği gibi.

Sağlıklı olan eşlerin birbirini sevgiyle, şehvetle arzulaması, her ikisinin de başlatıcı olan olması, yatak odasında karşılıklı istek ve rıza doğrultusunda heyecan ve hazzı yaşamalarıdır. Anneliği buna engel olan bir durum olarak görmek yerine, yaşamlarına gelen farklı bir boyut olarak görmeleridir. Kadın, anne olmuştur, aile genişlemiş ve çocuklu bir aile olunmuştur. Ama kadın hâlâ kadın erkek de hâlâ erkektir.

Tabi kutsal anne sendromunu bilmeden yaşayan birçok çift durumun sağlıklı olmadığını anlayamayabilir, normal zannedebilirler. Hatta bu durumu başka birçok evli çiftin de yaşadığını zannedenler, bir süre sonra geçeceğini düşünüp bekleyenler de vardır. Ne zaman ki aile büyüklerinden bir şey sorulsa ya da eş, dost, akrabadan cinsellikle ilgili bir bilgi edinilse bir şeylerin yolunda olmadığını anlarlar. Ya da eşlerden biri bu sendromsal durumda değilse, bir şeylerin ters olduğunu ısrarla eşine anlatmaya çalışabilmekte ve yardım almaları gerektiğini talep edebilmektedir.

Anlayıp soruna müdahale edenler belli bir terapi sürecinden sonra sağlıklı eş ilişkilerine dönebiliyorlar. Terapi desteği her çift için tedavi edici olamayabilir çünkü bu sendrom eşlerden birinde ya da her ikisinde çok derin ve ağır bilinçaltı bileşenli olabiliyor maalesef.

Özetle siz siz olun, hayatınızı dengeler üzerine kurun. Bir şey fazla ağır basıyorsa orada bir sorun olabilir. Yaşamda denge her şeyin şifresidir. 

 

Yazının Devamını Oku

İkili ilişkilerde ‘Michelangelo etkisi’

18 Şubat 2019
Her çift mutlu olmak ister ve mutlu olmak için çift olur zaten. Ama kendindeki hataları öncelikle görmek, kabul etmek, düzeltmek, törpülemek yerine karşısındakinden beklentileri yüksektir. O düzelsin, şımartsın, ilgilensin, ısrarcı olsun, sürpriz yapsın, alttan alsın, ne demek istediğimi anlasın, koşulsuz sevsin vs. Ancak yaşam bu kadar şımarık değil.

Eşimizle neden birlikte olduğumuzu bize sorsalar ne derdik? Pekala, onun olumsuz yönlerini değil olumlu yönlerini sıralardık. Peki, ilişkimizde neden yapamıyoruz bunu? Eşimize neden bu olumlu yönleri yüzüne söylemiyoruz/söyleyemiyoruz?

Tam da bu yazının konusu: ‘Michelangelo Etkisi’ ya da ‘Michelangelo Fenomeni’ olarak da adlandırılan kavram. Ana teması; partnerimizin artılarına, güzelliklerine, olumlu yönlerine odaklanmamız gerektiği, bu güzel taraflarıyla ilişkiyi ve iletişimi çerçevelendirmeyi ve eş ile paylaşmayı içeriyor.

Bu fenomenin babası 1999 yılında ABD’li Psikolog S. M. Drigotas’a ilham veren kaynak, ünlü ressam, mühendis, şair ve heykeltıraş Michelangelo’nun “Nasıl bu kadar güzel heykeller yapabiliyorsunuz?” sorusuna verdiği şu yanıt oluyor: “O güzellikler zaten taşın içinde var, ben sadece fazlalıklarını atıp içindeki güzelliği çıkarıyorum.’’

Bu açıdan bakıldığı zaman aslında çift terapilerinde sık kullanılan yöntemlerden de bir tanesi aslında. Michelangelo Fenomeni’nde adımlar biraz daha farklı işliyor.

İlk adımda kişinin kendisinin “ideal benliği” değerlendiriliyor. Burada kişi kendini kim olarak görüyor, nasıl ve nelerle mutlu olacağı, iyi hissedeceği neleri nasıl yaparsa huzurlu ve sağlıklı formda hissedeceği gibi durumlar değerlendiriliyor. Tabi ki gerçekleştirilebilir, akılcı ve makul olmak şartıyla. Kendisi ile ilgili gerçekleştirilebilir hayalleri ve yapınca mutlu olacağı şeyler konuşuluyor. Eşlerin her ikisiyle de bu adım kişisel olarak değerlendiriliyor. İdeal benlikler değerlendirildikten sonra ikinci adımda diğer partnerle bunlar paylaşılıyor, herkes kendi ‘ideal ben’ini ortaya koyuyor ve anlatıyor. Üçüncü ve son adımda da eşlerin birbirlerinin mutlu olacağı, ideal ben’lerine ulaşabilecekleri yolda, diğer eşin partnerini teşvik etmesi, desteklemesi süreç ve yöntemleriyle değerlendirilip planlanıyor. Ana tema bunun üzerine kurulu…

Buradaki en can alıcı noktalar şöyle; her birey mutlu olduğu, çift olduğu kişi yanındayken, hayatındayken aslında ‘ideal ben’ine rahat odaklanabiliyor ve ulaşınca mutlu oluyor. Yalnız olarak yapmak istediği şeyler değil aslında. Yaptığı zaman onaylanacağı, takdir edileceği, “Aferin, harikasın” diyecek biri ve bu kişinin eşi olması önemli. Bu ideal benine ulaşırkenki yolda tökezlediğinde elinden tutmasını istediği kişi, “Yapabilirsin, bak şunu şöyle yaparsan senin için daha iyi olur” diyecek kişinin eşi olmasını istemesi asıl unsur. Onun yerine düşünen değil onun için düşünen biri. Çift ya da eş olduğunu bu zorlu yaşam serüveninde en iyi O’na hissettiren kişi. Ve bunun tek taraflı değil karşılıklı olması ilişkiyi önemli, özel, güçlü ve bağlı kılan oluyor. Kişi partnerini arkasında ve yanında hissedince ‘ideal ben’ kavramı anlamlı, daha yapılası ve ulaşılası oluyor zaten. Bu, zamanla olumlu, güzel bir döngüye girince ilişki yaşanılası, keyif verici güzel ve anlamlı hale zamanla geliyor.

Birçok kişi bir yandan bundan da çok korkuyor. Yani eşini desteklemekten, O’nun ruhen özgür olmasından, mutlu olmasından çok endişeleniyor. Çünkü eşi bu yola girerse, desteklenirse, kendi mutlu olduğu şeyleri yaparsa terkedileceğini, beğenilmeyeceğini, eskisi gibi birlikte vakit geçirilemeyeceğini düşünüyor. Ama bu çok büyük bir yanılgı!

Bununla ilgili yapılan araştırmalarda, karşılıklı birbirini destekleyen, teşvik eden, eşinin mutlu olması için fedakarlık değil onaylayıcı ve pozitif davranan ilişkilerin daha da güçlendiği görülmüştür. Çünkü alttan alta desteklendikçe, eşine daha da hayran olmuş, minnet duymuş, kendini O’nun yanındayken gerçekten özgür hissedebildiği ve desteklendiği hayatı yaratan kişi olarak gördüğü için aşk duyguları daha da tetiklenmiştir. Ve “İyi ki hayatımda var, iyi ki onunla birlikteyim” düşünceleri günden güne artarak pozitif bir hale gelmiştir. Yani terk etmek istediği kişi değil asıl olmak istediği kişi olur partneri. Tekrar vurgulamak gerekirse bu durum karşılıklı, iyi niyet, empati, sevgi, saygı ve karşındakinin mutluluğundan mutluluk duyma temellerine çok bağlı.

Yazının Devamını Oku

Aile içindeki öfke ve saldırganlığın çocuklara yansımaları

6 Şubat 2019
“Aile içinde anne baba, birbirlerine öfke ve saldırganlık içeren davranışlarda bulunuyor ve çocuklar çevrelerinde sorunların öfke yoluyla çözümlendiğini görüyorlarsa, saldırganlığı sorun çözücü bir davranış olarak öğrenirler” diyen Uzman Psikolog Beril Papuççuer Ceylan, aile içinde yaşanan durumların çocukların psikolojisine nasıl yansıdığını anlattı.

Öfke; engellendiğimiz, saldırıya uğradığımız, tehdit edildiğimiz, yoksun bırakıldığımız, kısıtlandığımız ya da haksızlığa uğradığımız zaman hissettiğimiz, neden olan şeye ya da kişiye yönelik yoğun olumsuz bir duygudur diyebiliriz. Öfkelendiğimizde tepkilerimizi bazen fiziksel bazen de sözlü olarak ortaya koyarız. Bazen de dolaylı olarak göstermeyi tercih eder ya da geri çekilebiliriz.

Bilinmesi gereken önemli bir husus; öfke ve saldırganlığın her zaman birbirine eşlik etmediğidir. Öfke bir duyguyu, saldırganlık ise davranışı ifade eder. Öfke her zaman saldırgan bir davranışa yol açmayabilir.

Öfkelendiğimizde nasıl hareket edeceğimiz, o anda içinde bulunduğumuz konum ve durum, kültürel normlarımız, öfkemizin şiddeti, durumla ilgili önceki yaşantılarımız gibi birçok hususa bağlı olarak farklılık gösterir.

Aile içinde ortaya çıkan öfke ve saldırganlığın nedenleri ile ilgili olarak yapılmış açıklamalar ve araştırmalar mevcuttur. Bunlar genellikle; genetik, nörolojik ve biyolojik özellikler, bazı psikiyatrik bozukluklar, alkol ve madde kullanımı, sosyal destek yokluğu, yetişkinin çocuklukta istismara uğramış olması, özellikle cinsel istismarın olduğu ailelerde babanın güç ve kararlarda baskın olması, babanın güç ve kontrol sağlamak için şiddete başvurması, anne baba arasında cinsel sorunların olması, aile dışı ilişkilerde kısıtlılık, işsizlik, yoksulluk ya da modernizasyon gibi nedenlerle yoğun bir stresin ortaya çıkması, anne ve babanın çocuğa karşı davranışlarındaki tutarsızlık, çevrede uygun rol modellerinin olmayışı ve içinde yaşanılan grubun şiddeti teşvik etmesi gibi etmenlerdir.

Aile, duygularımızın oluştuğu ilk sosyal ortamdır. Kendimiz ve diğerleri hakkında ne gibi duygusal tepkiler vereceğimizi, bu duygularla ilgili düşüncelerimizi ve nasıl ortaya koyacağımızı aile içerisinde öğreniriz. Duyguların öğrenildiği bu ilk sosyal ortam olan ailede, çocuklara duygularını nasıl ifade edecekleri, nasıl düşünecekleri ve nasıl davranacaklarının doğrudan öğretilmesi mümkün değildir. Daha çok eşler arasındaki duygusal, samimi ve doğal iletişim çocuklar için harika bir model ve yaşamsal çerçeve oluşturur.

Aile içinde yaşanan öfke ve saldırganlık içeren davranışlara çocuklar ya kendileri doğrudan maruz kalmakta ya da aile içinde ortaya çıkan şiddete tanık olmaktadırlar. Aile içi şiddet uygulayanların büyük bölümünün kendisi doğrudan şiddet gören çocuklar arasından değil, anne babaları arasındaki şiddete tanık olanlardan çıktığı yönünde görüşlerin olmasına karşın, çocuklukta şiddet içeren davranışlara maruz kalan bireylerin yetişkinlikte ciddi davranış bozuklukları gösterdikleri de görülmektedir. Bu bireylerin aynı zamanda kendi çocuklarına daha çok öfke ve saldırganlık içeren davranışlar gösterdikleri ortaya çıkmaktadır.

Aile içinde şiddete görsel ya da işitsel olarak tanık olmuş olan çocuklara “sessiz”, ”unutulmuş” ya da “görünmez” kurbanlar adı verilmektedir. Doğrudan öfke ve saldırganlığa maruz kalmasalar da bu çocuklar diğer istismara maruz kalmış ya da ihmal edilmiş çocuklarla aynı tür davranış özelliklerini göstermektedirler.

Fiziksel şiddete maruz kalan kadınlarda depresyon oranı yüksektir. Bunun yanı sıra, çocuk da içinde bulunduğu ortamın havasındaki bu çökkünlük duygularını içselleştirir. Ayrıca çökkün bir anneden psikolojik olarak ayrılmak ve birleşmek çocuk için iki ayrı zorluk taşır. Birincisi yeterli doyuma ulaşmayan çocuk tam olarak ne beklediğini bilemeden anneye yapışır. İkincisi çökkün bir anneyi kendi haline bırakıp da kendi yoluna gitmek isterse suçluluk duyar. Aile içi şiddetin sessiz tanığı bir anlamda annesine annelik yapma gereksinimi duyacaktır. Sonuç olarak, rollerin değiştiği bu çarpık ilişki özerkliği sınırlandıran sağlıksız bir ilişkidir.

Yazının Devamını Oku

Cinsel tacize karşı sessiz kalmayın!

4 Kasım 2016
Çocuğu bu durumdan kurtarmamaya yönelik her türlü hareket o suça ortak olmaktır!

Tanımlar… Ne kadar acı! Cinsel istismar ile ilgili “Neler yapabiliriz?”den önce biraz genel hatlarıyla mercek altına alalım konuyu... Ben literatürü biraz aşıp yazımda cinsel istismar yerine cinsel taciz olarak kullanacağım; çünkü sanırım artık ‘istismar’ kelimesi fazla hafife alınmaya başladı. ‘Taciz’ yani diğerinin alanına ‘zorla’ girilmesidir. Şimdi size çocuk cinsel tacizi ile ilgili çok kısa genel bilgiler vermek istiyorum.

Cinsel taciz maalesef ortaya çıkandan çok daha sık karşılaşılan ve yıllarca süren bir durumdur. ‘Ortaya çıkandan’ diyorum; çünkü aileler kendilerine göre haklı nedenlerle gizli tutmayı seçmektedirler. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim; cinsel tacize her türlü sessiz kalmak hem hukuki hem de vicdani bir suçtur! 

Vakaların sadece ve sadece % 15’inin bildirildiği düşünülmektedir. Tacizde bulunan kişilerin çoğunluğu erkeklerdir. Kimi uzmanlar tacizcilerin temel özelliğinin kurbanını ‘insan altı’ bir varlık olarak görmek olduğunu belirtmektedirler. Hatta tacizde bulunanların bir kısmının çocuğa yönelik davranışından, ‘çocuğun yarar göreceğine ve olay anında çocuğun eğlendiğine’ inandığı gözlenmiştir.

Boşanma, şiddet, alkol ve madde kullanımı olan ailelerde cinsel istismar/taciz daha sık görülmektedir. Çocuğun bakımıyla doğrudan ilgilenen babaların daha az istismar uyguladığı saptanmıştır.

Pedofilinin halk arasındaki adı sübyancılıktır. Sübyancı tarifi bazen halk arasında çok da kötü bir şey değilmiş gibi de bahsedildiği, algılandığı da görülmektedir.

Önemli olan nokta kesinlikle şudur ki:

“O daha çocuk, yanlış mı anladı, abartıyor, hayal mi kuruyor acaba vb ” denmemesi ve düşünülmemesidir. Her çocuk cinsel istismarı, tacizi hisseder, fark eder, bilir, anlar, anlatabilir, bir şekilde tarif edebilir!

Cinsel taciz sadece çocuğu ve ailesini ilgilendirmez, bu toplumsal bir sorundur. Cinsel tacize uğrayan kişi kaç yaşında olursa olsun etkilenir ancak bu bir çocuksa ve süreklilik arz ettiyse çocuk için ciddi bir travmadır. Maalesef aile içinde olması daha çok karşılaşılan bir durumdur.

Yazının Devamını Oku