Tan Sağtürk

Bir sahnemiz olsaydı

24 Mayıs 2017
Bir sahnemiz olsaydı, belki bir Pazar günü, opera dinlemek için kızımı alıp giderdim.

Elbette güzel giyinirdik.

Müthiş bir opera binası düşünün; kotla da gidilmez ki...

Bilet bulmak çok zor olurdu.

Ama akıllı baba, çok önceden düşünmüş olurdu bu işleri.

Almış biletleri locadan.

Kızı çenesini rahatça balkon mermerine yaslayıp seyredebilsin diye.

Etrafta bir Chanel 5 kokusu hâkim.

Perde açılmadan duvarlardaki gravürler çoktan harekete geçmişler.

Yazının Devamını Oku

Genç Yetenekleri Korumak

17 Mayıs 2017
Piyano dehamız Fazıl Say, keman virtüözümüz Suna Kan, orkestra şefimiz Gürer Aykal, tiyatromuzun efsanesi Yıldız Kenter, balemizin yıldızı Meriç Sümen ve operamızın divası Leyla Gencer…

Onlar sanat yaşamlarına başladıkları küçük yaşlardan, heykelleri dikilen sanatçılar olana kadar geçen sürede kim bilir ne mücadeleler verdiler.

Onların çocukluklarını düşünün. İlk keşfedildikleri zamanı...

Böylesine büyük yeteneklerin keşfedilmesi bir yana, eğitim hayatlarında onları koruyan, destek veren güçlü bir sistemin varlığı mücadelelerini kolaylaştırmaz mıydı?

80 milyonluk ülkemizde gizli kalmış yetenekleri keşfetmek için yeni bir düzen kurmaya ihtiyacımız var. Mesela Adıyaman’ın bir köyünden ya da Artvin’in bir ilçesinden “yetenek taramasıyla” seçilmiş çocukları sanata kazandıran bir çalışma için daha çok uğraşmalıyız.

İsmail Hakkı Tonguç’un “Köy Enstitüleri” fikrinden yola çıkarak ülkemizdeki her değeri keşfeden, onu elinden tutup konservatuvara yerleştiren, sponsorluk arayışına mecbur bırakmadan bu yetenekleri uluslararası platformlara taşıyan bir sistem üzerinde çalışmak zorundayız.

Bugüne kadar işler hep şöyle süregeldi: Bir tanıdık vasıtasıyla keşfedilen yetenekler, sınav açıp yeteneklerin başvurmasını bekleyen konservatuvarlar, yetiştirilen sanatçıları yarışmalara göndermek için aranan sponsorlar, çoğu kez firmalar tarafından bir defaya mahsus sponsorluk adına verilen “uçak bileti”.

 

Yazının Devamını Oku

Yıldızları Sahnelere Serptiler

10 Mayıs 2017
Benimle beraber bale eserlerini izleyen dostlarımın bundan mutluluk duyduklarını bilirim. Bunun sebebi eserleri tanımamın dışında dansçıların hazırlık aşamasında ve performans sırasında neler hissettiklerini paylaşmam olabilir. Bu heyecanı onlarla birlikte içselleştirmem onların seyrettikleri eserin daha çok içinde olmalarını sağlıyor sanırım.

Bu yazımda da aynı şeyi yapmak istedim. Bu ay İstanbul’da sahnelenecek bir eseri hem bir bale sanatçısının merak edeceği açılardan, hem de henüz bale eseri izleyememiş olan birine hitap edecek şekilde yorumladım.

KUĞU GÖLÜ’NÜN YENİ ADI “LAC”

Zorlu Performans Sanatları Gösteri Merkezi 16-17 Mayıs’ta İKSV-Zorlu PSM iş birliğinde Monte Carlo Balesi’ni ağırlayacak. Topluluk “Lac” (Göl) isimli eserle geliyor.

Tchaikovsky’nin ünlü eseri “Kuğu Gölü”nün modern versiyonu olan “Lac”ı izledim. Öncelikle belirtmeliyim ki birçok detayı ve ustalığı barındıran “Lac” görülmeye değer.

Kuğu Gölü’nü hiç seyretmemiş biri tarafından bile kolayca anlaşılabilen bir eser. Hikâyeyi rahatça takip edebiliyoruz. Bunda en çok payı olan isim ise koreograf ve yönetmen Jean-Christophe Maillot.

Uzun zamandır Monaco Prensliği’nin desteklediği ve Prenses Caroline’in başkanlığını yaptığı Monte Carlo Balesinin sanat yönetmenliğini sürdüren Maillot, kendine has tavrı olan bir topluluk yaratmayı başarmış. Sanat yönetmeni olarak çalışırken aynı zamanda koreografiler üretmek yoğun emek gerektirir. Ortaya koyduğu eser yorumlama tekniği, çağımızın koreograflarından Heinz Spoerli ve Uwe Scholz’un koreografileriyle benzerlikler gösteriyor. Ancak bu üç ayrı koreografın neo-klasik çalışmalarını izledikçe birbirinden ayrışan birçok detay fark ediyoruz.

MUHTEŞEM DANSÇILAR

Yazının Devamını Oku

Savaş ve sanat

3 Mayıs 2017
Eski Yugoslavya’da hepimizi derinden etkileyen savaş zamanı.

Büyük bir üzüntüyle takip ediyorum olan biteni. Sarajevo şehrinin son görüntüsü yansıyor basına. Taş yığınlarının arasında, sönmüş yangınların taze dumanlarıyla kaplı şehir. Güneşi bile eskitmişler orada. Gündüz her yanı kaplayan bir gece mavisi. Savaş oyununu artık isteyemez. Yeni ölmüş, vücudu sıcak daha.


Oysa bu şehirde ne müthiş bir nostalji saklıydı. 1984’te ‘Sarajevo Kış Olimpiyatları’ burada yapılmamış mıydı? Dünyanın her ülkesinden bayraklar renk renk boyamıyorlar mıydı bu şehri? Katarina Witt’in Carmen’i, Torvill-Dean çiftinin Bolero’su alkıştan inletmemiş miydi salonu?


Şimdi ise gece karanlığı çökmüş, o nostaljiyi bile içmiş savaş.


Geride kalan birkaç Müslüman, Türkiye’deki Diyanet İşlerine haber gönderip soruyorlar: ‘Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmadı. Acaba ölülerimizi yemek İslam’da nasıl karşılanır?’


Yazının Devamını Oku

Anadolu’nun İlk Caz Festivalinin Mimarı: Hüseyin Başkadem

26 Nisan 2017
Anadolu’nun ilk caz festivali 17 yıl önce Afyon’da başladı.

Bu müthiş organizasyonun fikir babası ve uygulayıcısı ise Hüseyin Başkadem.


Ülkemizin “popüler” isimlerinden biri olmasa da saygın sanat çevreleri onu yıllardır takip ediyor. Çünkü hayatını sanata adamış özel insanlardan biri.


Afyonlu müzik adamı Hüseyin Başkadem bundan biraz daha fazlası aslında. Çünkü İTÜ Devlet Konservatuarını 1992 yılında bitirip mastır için gittiği İngiltere’den eğitimini yarım bırakarak ülkesine döndüğünde tüm birikimi ve hayallerini doğduğu şehir Afyon’a aktarmayı amaç edinmiş. Televizyonculuk serüveni, öğretmenlik mesleği, fotoğraf sanatı ile 20 yıllık uğraşısı, oyuncak koleksiyonerliği, belgesel doküman biriktirmesi hayallerinin peşinden gitmesini kolaylaştırsa da zorlu bir serüven onunki…


Bu serüvenin en önemli adımını 2001 yılında Afyon’da bir caz festivali düzenleyerek attı Başkadem. Yetinmeyip, 6 ay sonra bir de klasik müzik festivalini Afyon için kurguladı.


Yazının Devamını Oku

Doğduğum memlekette zeytin kokar tanrıların ağzı

19 Nisan 2017
Ege’de batıdan, Yunanistan’dan gelen dalgalar, çakıl taşlarını okşar.

Doğan güneşle, elmasa dönüşür çakıl taşları. Turunçlar ve portakalların rengini aldığı, denizden esen serin imbatın içinizi ürperttiği o mevsimde dünyaya gelmişim.

 

İzmir’de güneş, dağların arkasına çekilir. Çocuklar su birikintilerinde kâğıttan gemilerini yüzdürür. Anneleri sevinçle evlerine çağırır onları ve sokaklardan çekilir insanlar. Melisaların, yaseminlerin koku baloncukları havada birbiri ardına patlar. Gökyüzü her şeyi görmek istercesine aydınlanır bir an. Sonra gözlerinin rengiyle gelir, gökyüzüne tül bir örtüyle serilir. Çocukların göz kapakları ağırlaşır. O canım kokulardan, uzaklardan gelen seslerden uzak, iç çekerek uyur bebekler. Anneleri dudaklarıyla çocuklarını gösterirler eşlerine: “Yine yemeğini yemeden uyudu.” İşte senin gözlerin böyle oyun oynar çocuklara, benim doğduğum memlekette.

 

Hiçbir annenin çocuklarına anlatmadığı bir masal anlatacağım. Yıllar sonra hatırlarsanız eğer, belki çocuklarınıza anlatırsınız. Aslında birkaç fırça darbesi bu… Sesleri, renkleri, dokunuşları hatırlayın lütfen.

 

Bir kale vardır İzmir’de. Oraya çıkarsanız bütün şehir ve körfez ayaklarınıza serilir. Taştan yapılmıştır ama ona Kadifekale der İzmirliler. Orada doğanların, yaşayanların taşa yakıştırdıkları sıfattır kadife. “Kadifenin dokunuşu ya da kadifeye dokunmak...” Unutmayın bunu.

 

Yazının Devamını Oku

Aysun Aslan'dan sihirli bir dokunuş 'Jizel'

12 Nisan 2017
Aysun Aslan, Türkiye’nin en değerli koreograflarından. Devlet Opera ve Balesine yaptığı sayısız koreografilerin dışında bir döneme iz bırakan ‘Türkuaz Modern Dans Topluluğu’nun da kurucusu.

İstanbul Devlet Opera ve Balesinde sahneye koyduğu ‘Emrivaki’ isimli eserde başrolü üstlenmiştim. Beraber çalışma şansına sahip olduğum Aysun Aslan’ın bir koreografta olması gereken meziyetlerin hepsine fazlasıyla sahip olduğunu her koreografisinde gözlemliyorum.

Şimdi Beyhan Murphy’nin Proje Yönetmenliğini yaptığı İstanbul Devlet Opera ve Balesi Modern Dans topluluğunda ‘Giselle’ balesinin modern düzenlemesi olan ‘Jizel’i sahneye koydu.

Topluluğun dansçılarından Nil Batırbaygil, Emre Karaca, Mert Öztekin, Seçil Yenigün, Huri Murphy ve Yasin Anar esere gerçekten büyük katkı sağlamışlar. Beşiktaş Belediyesi Fulya Sanat’ta 26 Nisan, 2 ve 10 Mayıs’ta gösterilerinin tekrarları olacak. Kaçırmayın derim.

Bu başarılı eser ekseninde, kültür sanat üzerine hoş bir sohbet gerçekleştirdik Aysun Aslan’la…

Benim de izleme şansına sahip olduğum ‘Jizel’i İstanbul Devlet Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğu ile sahneye koydun. Bir dünya klasiği olan ‘Giselle’ balesini özel modern dans ve drama adaptasyonu ile bambaşka bir esere dönüştürdün. Bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Sekiz yaşımda girdiğim Cebeci Ankara Devlet Konservatuarında ilk kez sahneye adım attığımda on iki yaşımdaydım ve ilk oyunum, bale hocalarım Molly Lake ve Travis Kemp’in gözdesi ‘Giselle’ idi. Kesintisiz her hafta yaptığımız okul temsillerimizin, repertuarımızın demirbaşıydı Giselle… Uzun lafın kısası Giselle ve Adolphe Adam’ın muhteşem müziği çocukluk ve gençliğimin taze belleğine sabit kalemlerle kazılıdır.

MDTİst Sanat Yönetmeni sevgili Beyhan Murphy bana teklif getirdiğinde, bir süredir aklımda nadasa bıraktığım Giselle, ‘Jizel’ olarak sandıktan başını uzatıverdi. Teklifimin kabul görmesiyle birlikte de dramaturji çalışmam başladı.

Yazının Devamını Oku

Rusya'da baleye Putin etkisi

5 Nisan 2017
Bale deyince ilk aklımıza gelen ülkelerden biri Rusya. Dünyaca ünlü birçok sanatçının yetiştiği, kurulduğu günden itibaren ülkenin simgeleri haline gelmiş olan Moskova’daki ‘Bolşoy’ ve St. Petersburg’daki ‘Mariinsky Tiyatrosu’ ziyaretçi akınına uğruyor.

Rusya’da balenin tarihi bir hayli eskiye dayanıyor. İlk bale okulu, 1740 yılında St. Petersburg’da ‘İmparatorluk Bale Okulu’ olarak kuruldu. Çarlık Rusya’sından Sovyetler Birliği’ne geçiş döneminde, ihtilallerin negatif etkisini olağanüstü devlet çalışmalarıyla aşıp, yeni sistemin içinde varlığını sürdürdü. Çarlık döneminden kalan değerlerin ortadan kaldırılmasını gündeme getirenlere karşı duranların başındaysa Lenin vardı.

Dünya savaşları sırasında kısıtlı imkânlarla eserler sahnelenmeye devam etti ve cephelerde askerlere moral turneleri düzenlendi.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi Bolşoy’da iki prömiyer ile kutlandı. Prokofiev’in bestelediği ‘Külkedisi’ ve ‘Romeo ve Juliet’ baleleri 1945 ve 1946 yıllarında seyirciyle buluştu.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan ‘perestroyka’ süreci hem Bolşoy Operasını hem de Mariinsky Tiyatrosunu vurmuştu. Gerek Boris Yeltsin gerekse Mihail Gorbaçov bu olağanüstü değişimi yeteri kadar kontrol edemediler. Rus balesi, tarihinin en zayıf dönemini yaşadı. Ancak unutmamak gerekir ki, sanat gruplarındaki geleneksel güçlü yapı kendini dik tutabilmek için büyük bir mücadele verdi. O dönemdeki karışıklıktan etkilenmemek için özellikle bale okullarıyla bale toplulukları arasındaki toplantılar sıklaştı, sorunlar tartışıldı, çözüm önerileri hayata geçirildi. Yurt dışındaki yarışmalara genç yeteneklerin gidebilmesi için seferberlik başlatıldı. Geleneksel bale tekniği yapısı bu dönemde tekrar gündeme alındı. Yine bu dönemde diğer ülkelerdeki çalıştırma tekniği yapıları, her zaman olduğundan daha fazla incelenir hale getirildi. Ve bütün bu süreç en az yarayla atlatılmaya çalışıldı.

RUS BALESİ KENDİNİ YENİDEN VAR EDİYOR

2000 yılında Sovyet dönemini öven, “Sovyetler Birliği’nin dağılması 20. yüzyılın en büyük trajedisidir” diyen Vladimir Putin başa geçti. Devletin tüm sanat temsilcileriyle hiç vakit kaybetmeden görüşen Putin, çalışmaların içinde bizzat bulundu.

Politik nedenlerle de olsa yurt dışında bulunan sanatçıları bizzat arayarak ülkeye davet etti. Hatta balenin büyük divası Maya Plisetskaya’nın 75. doğum günü için görkemli bir jübile yapılmasını sağladı. Onunla beraber büyük salonda yerini aldı. Heyecanını saklama çabası olmadan övgü dolu sözlerle Plisetskaya’nın önünde yerlere kadar eğilerek onu selamladı. Yerli ve yabancı yayın organları sayesinde dünya bu ana tanıklık etti. Aslında Putin’in tavrı bir ülkede sanatın var olabilmesi adına verilmesi gereken değeri ortaya koyuyordu.

İcraatlar bununla da bitmedi. Bolşoy, 34,5 milyar ruble (800 milyon dolar) harcanarak baştan aşağı yenilendi. Yenileme için antik eser uzmanlarıyla çalışıldı. Onarım çalışmalarının başındaki isim Mikhail Sidorov önemli kültür ve sanat uzmanlarıyla bir araya gelerek görüş alışverişinde bulundu. Salondaki koltuklar, localar altın kaplamalarla donatıldı. 6,5 yıl süren çalışmalardan sonra Bolşoy artık Çarlık Rusya’sındaki gibi yenilenmiş ve eserlerini bu muhteşem yapısında sürdürür hale gelmişti.

Yazının Devamını Oku