Sibel Bağcı Uzun

İyi, güzel ve doğrunun komik bulunduğu çağdayız!

2 Haziran 2022
 Bugünlerde 50’inci sanat yılını kutlayan Tamer Levent, tiyatro oyunculuğundan yöneticiliğe, eğitmenlikten yönetmenliğe kadar uzun yıllardır mesleğini ‘SanataEvet’ bakış açısıyla sürdüren duayen bir isim. Levent, her fırsatta ‘etik, estetik ve adalet’ değerlerinin altını çizerek, sanatların en yücesinin yaşama sanatı olduğunu anlatırken, ‘Artık iyi, güzel ve doğrudan söz eden bir insanın komik bulunduğu bir çağdayız. Ama geçecek diye düşünüyorum. Sanat, ahlaklı ve adaletli olmak konularında tüm dünyaya mutlaka yol gösterici olmalıdır’ diyor.


Son dönemlerde yer aldığı dizilerdeki farklı karakterlerle dikkat çekerek, geniş bir izleyici kitlesi tarafından sevilmeyi başaran Tamer Levent ile 9 yıl aradan sonra yeniden bir araya geldik. Sanat kavramı ve oyunculuk üzerine dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz usta oyuncu, ‘Tamamen boş beyinle oyunculuk yapmak kolay bir iş değildir,’ diyerek başarılı bir oyuncunun sahip olması gereken özelliklere de değindi.

Tüm yaşamınız boyunca görüyoruz ki ‘sanat’ın gerçek anlamının anlaşılması için başlı başına çabanız olmuş hep. Bir gün herkesin ‘SanataEvet’ dediği bütüncül bir düşünce yapısına sahip bir dünya hayali kuruyorsunuz hala. Nedir inandığınız bu vizyonun bizi götüreceği yol?
Sanat insanın pusulasıdır, yol gösterir. Doğruları seçmesinde, problemlerinde, yaratıcılıkta, kendini geliştirmekte, yaşamı güzelleştirmekte, ahlaklı olmak ve adaletli olmak konularında sanat yol göstericidir. Ancak biz sanat kavramını anlamadık. Resim, müzik, tiyatro, heykel, mimarlığın kod adı zannediyoruz. Öyle değil tabii, sanat başlı başına bir kavram ve düşünme biçimidir. ‘SanataEvet’ ise insanın farkındalığını arttırmak, kendi kendini yönetebileceği iddiasını geliştirmek üzere, tüm dünya üzerinde din, dil, ırk farkı gözetmeksizin, ayrıştırıcı değil, bütünleştirici olan, insanın başarı ve mutluluğunu hedefleyen özenli ortak vizyonun adı olmalıdır. ‘SanataEvet’deki teraziyi yaşamın her anına uygulayan toplumun çok daha huzurlu yaşayacağına inanıyorum.

Dünyada insanların bir arada yaşama sanatını gerçekleştirmesi nasıl mümkün olabilir?
Sanat insanın var olduğu günden yani mağara devrinden bugüne geçirdiği evrimin gerçekleşmesini sağlayan insan beyninin özelliğidir. Evrensel bir tanımdır bu.
Antik Çağ’dan bu yana insanlar birtakım kötü, çirkin ve yanlış şeyler yaşıyorlarsa bunu nasıl iyi, güzel ve doğruya çevirebiliriz diye düşündüler. Kendini bu anlamda kontrol eden ve yöneten insanlar varken, yapabilenlerin meziyetlerinin nasıl geliştiğini öğrenip, yapamayanlara da bunu göstermek ve eğitmek mümkün mü değil mi? Tabii ki mümkün. Sonuçta dünyada insanlar bir arada yaşama sanatını gerçekleştirmek için eğitim diye bir kavram buldular.

‘HER ÇOCUK SANATÇIDIR’

Yazının Devamını Oku

Türk tiyatrosunun özgürlüğe ve özgünlüğe İhtiyacı var!

19 Mayıs 2022
Oyuncu, yazar Sevtap Çapan, sanat insanı için tanımladığı “Söyleyecek bir sözü, görecek bir gözü, sınırları aşan bir özü, cesaretle örülü bir yüreği ve hayalleri olan biri” sözlerinin hakkını üretkenliği ve çok yönlülüğü ile veriyor.Tiyatro oyunculuğu ile birlikte yazdığı kitapları, yazıp yönettiği çocuk müzikalini, seslendirme sanatçılığını da tutkuyla sürdüren Çapan, eşi ile kurduğu “Tiyatro P.A.S” ile de zorlu bir mücadele yürütüyor.


Bu sezon ‘Ben Kara Fatma’ karakterini sahneye koyan Sevtap Çapan ile tiyatro oyunculuğundan yazarlığa uzanan, sanat hayatına dair keyifli bir söyleşi yaptık. Sanatçı Çapan, Türk ve dünya tiyatrosunda ilk defa denenen tek kişilik seri oyun fikrini hayata geçirdiklerini anlatarak, “Türk tiyatrosunun gelişimi ve de bir ekol yaratılması için özgürlüğe ve özgünlüğe ihtiyacı var. Artık tiyatroya yeni metinler kazandırmak ve bizim insanımızın hikâyesini anlatma vaktidir” dedi.
- ‘Ben’ serisi ile milli kahramanlarımız Kara Fatma, Kazım Karabekir ve Hasan Tahsin sahnede hayat buluyor.  Dünya tiyatrosunda hiç görülmemiş tek kişilik seri oyun yapma fikrini geliştirdiğinizi belirtiyorsunuz. Öncelikle bu proje nasıl bir arayıştan doğdu?
Kendiliğinden gelişen ‘seri oyun’ fikrinin ilk temeli kendi özümüzden olana yönelmek arzusu ile atıldı. Hali hazırda kurum ve özel tiyatroların yıllardır sahnelemekten bıkmadığı oyunların bu arayıştaki etkisi büyük açıkçası. Kendini yabancı yazar oyunlarıyla tekrardan kurtaramayan bir tiyatro anlayışı hâkim. Biz bunu kırmak için kollarlı sıvadık. Aynı oyunlar farklı tiyatro gruplarınca yeterince oynandı, uyarlamaları yeterince yapıldı. Başka ülkelerin kahramanları ‘pes’ dedirtecek kadar baş tacı edildi. Sıra bizim kahramanlarımızda diye düşünüyorum. Geç bile kalındığını eklemeliyim. Yeni metinler kazandırmak, bizim insanımızın hikâyesini anlatmak vaktidir. Tarihi sorumluluk açısından ise boynumuzun borcudur.

HATA YAPMA LÜKSÜM YOK

- Kara Fatma’yı oynamak kolay oldu mu sizin için? Bir ara provalarda vazgeçtiğinizden söz ediyorsunuz. Nasıl çalıştınız karakterinize?
Hiçbir rol kolay değildir. Tek kişilik oyunlar hiç kolay değildir. Hele benim kadar titizse bir oyuncu. “Ben Kara Fatma” oyununun çalışmaları çok yoğun bir dönemime geldi. Zorluğun bir kısmını da bu oluşturdu açıkçası. Çünkü aynı anda hem de kendi yazdığım kalabalık kadrolu çocuk oyunumu yönetiyordum. Yine de Özgür Kaymak gibi bir yönetmenim olduğu için şanslıydım. Metin üzerindeki çalışmamız biraz uzun sürdü. Oyunu en iyi şekline getirmek için emek harcadık. Söz konusu karakter, gerçekten yaşamış olduğu için hata yapma lüksümüz yoktu. Sahne çalışmaları esnasında bedenimi biraz daha net, kaba kullanmak üzerine epey çalıştım. Kibar, narin ve güçlü kadınsı görüntümün kırılması gerekiyordu. Kullanılan silah gerçeğinin tam ağırlıklı bir taklidi idi. Birkaç gün kaldıramadım bile silahı. Çalıştıkça alıştım taşımaya. Şimdi hafif geliyor.

Yazının Devamını Oku

‘Kendi kendini çalan’ sıra dışı bir müzisyen

28 Nisan 2022
CheChe-Gökçe Gürçay, uluslararası arenalarda kendi bedenini çalarak performans yapmaktan, ‘gelecek neslin müzik akademisi’ni tasarlama sürecine kadar uzanan bir kariyere sahip. Hep müziğin yaratım sürecindeki yeniliklerinin peşinde olduğunu söyleyen CheChe, başarısını kendi deyimiyle, ‘kalıplara aldırmamaya’ ve ‘müziğin pek bakılmayan dallarında meyveler aramaya’ borçlu.’

‘Kendimi Çalıyorum’ adında tek kişilik komedi- müzikal gösterisi de olan Bursalı müzisyen Gökçe Gürçay ile söyleşimizde insan bedeni, insan ilişkisi ve karşılıklı yaratıcılığı odağına alan yeni müzik yaklaşımlarını ve çalışmalarını konuştuk. Beden perküsyonisti CheChe’nin hikayesi, yaptığın iş ne olursa olsun, başka ülkelerden davet alacak kadar işini iyi yapmak ve bu donanıma sahip olmak yönünde ilham veriyor.

Müzik kariyeriniz doğup büyüdüğünüz Bursa’dan başlıyor. Davul çaldığınız grupların ardından sizin deyiminizle ‘müziğin sistemin dayattığı biçimlerle sınırlı olmadığını’ nasıl keşfettiniz?
Bursa’da ortaokul zamanında bir arkadaşıma rock müzik dinlediğimi söylediğimde “rock çalınmadan anlaşılmaz” deyivermişti. İlk ateş orda yandı. Buradan bakınca “müziği anlamak için” başladığımı düşünüyorum. Şansım da vardı ki hep kendi bestelerini yapan gruplarda buldum kendimi. Bu da özgünlük ve yaratıcılık kanallarınızı hep taze tutmanızı sağlayan bir kondisyon kazandırıyor. Yapılmayanı yapmak, orda olmayanı duymak gibi.
Eskişehir’e üniversite okumaya gittiğimde de GEVENDE çıktı karşıma. Alışılmadık bestelerin yanında doğaçlamaya açık bir özgürlükler diyarı. Bir trompet solosunun, bir viyola melodisinin ya da bir davul atağının “anlam ve hissiyat” tarafına özen gösterince, parçamız şu kadar dakika olmalı, albümümüz şu dilde olmalı gibi klişeleri birer birer kırdığımızı keşfettik. GEVENDE ile hem doğuda hem batıda dünyayı dolaşınca da ufkumuz deneyimimiz insan algımız büyük dönüşüme uğradı.
Sizde nasıl bir dönüşüm yarattı bu süreç?
Ben antenlerimi müziğin yaratım sürecindeki yeniliklerine çevirdim. Bireysel bakış açılarını bir kenara bırakarak daha kolektif yaratım süreçlerine ulaşılabilir mi diye bir arayışa girdim. Antenler açık olunca da cevap geldi. 2008’de Soundpainting ve Beden Müziği ile nerdeyse aynı anda tanıştım.

Yazının Devamını Oku

Tuz tüketimi iki katı şekerde sınıfta kaldık

14 Nisan 2022
Ülkemizde bir halk sağlığı sorunu olan kronik böbrek hastalığı riski halen yaklaşık 13 milyon kişiyi doğrudan etkilemekte. Kronik böbrek hastalığına neden olan hastalıkların başında ise obezite ile şeker ve yüksek tansiyon hastalığı geliyor. Türk Böbrek Vakfı (TBV) Kurucusu ve Genel Başkanı Timur Erk, Dünya Sağlık Örgütü’nün bir yetişkin için en fazla günlük ortalama 6 gram tuz (bir çay kaşığı), 50 gram şeker (13 küp) tüketimi önerdiğini anlatarak, “Ülkemizdeki rakamları yürüttüğümüz kampanyalar ile tuzda 18 gramdan 12 grama ancak indirebildik. Şeker de ise sınıfta kaldık. On yıl çalıştık 10 gram azaldı hala olması gerekenin üç katı şeker kullanımı var,” dedi.

TBV Başkanı Timur Erk, namıdiğer ‘Böbrek Dede’ ile Bursa ziyaretinde, kronik böbrek hastalığıyla mücadele etmek için başlattıkları projeleri üzerine özel bir söyleşi gerçekleştirdik. Başkan Erk, gazetemizde yaptığımız sohbetimizde çocuklarda obezite oranının ise her yıl ortalama yüzde 8 düzeyde arttığının altını çizerken, sağlıklı yaşam alışkanlıklarını çocuklara kazandırmak için özellikle okullarda saha çalışmalarına ağırlık verdiklerini söyledi.


Fotoğraflar: Gürkan DURAL 

Türk Böbrek Vakfı olarak böbrek sağlığı üzerine eğitim çalışmalarına ağırlık verdiniz. Yaptığınız çalışmalar hakkında kısaca bilgi alabilir miyiz?
Türk Böbrek Vakfı olarak kurulduğumuz 1985 yılından beri koruyucu hekimlik, hemodiyaliz tedavisi, organ bağışının artırılması, böbrek nakli ve saha projeleri ile hizmet veriyoruz. Bünyemizde büyük bir hastane, 3 adet diyaliz merkezi var. Kendi içimizden de 25 adet diyaliz merkezi doğdu. Vakfımızın kuruluşundan bu yana geçen 37 yılda oldukça önemli mesafeler ve gelişmeler kaydettik. Resmi senedimizde yazılı hedef ve amaçlarımızın hepsine ulaştık. Bu başarımızı yıllardır yönetim ve danışma kurulunda birlikte çalıştığımız hocalarımızla, yöneticilerimizle, çalışma arkadaşlarımızla, bağışçılarımızla ve bizi destekleyenlerle hep beraber yakaladık. 2010-2013 yılları arasında 80 ülkedeki böbrek vakıflarının bir üst kuruluşu Uluslararası Böbrek Vakıfları Federasyon Başkanlığı da yaptım. Dünyada neler yapılıyor diye baktığımda da gördüm ki en önemli şey eğitim. Bu nedenle şu anda asıl meselemiz koruyucu hekimlik ve saha eğitimleri.

Sağlıklı yaşam alışkanlıklarını çocuklara kazandırmak için neler yapıyorsunuz?
Vatandaşlarımızı böbrek sağlığı hakkında bilgilendirmek için sahada verilen eğitimler devam ederken çocukları da bilinçlendirmek için daha yoğun çalışmalar başlattık. Öncelikle 7-12 yaş aralığındaki öğrencilere “Sağlıklı Beslenme ve Yaşam Önerileri” eğitimlerini yaygınlaştırmak üzere il milli eğitim müdürlükleri ile protokoller yaptık ve 22 ilde eğitim verdik. Bu kapsam da Bursa’da da Milli Eğitim Müdürlüğü ile protokol imzaladık. Hedefimiz anaokullarından başlayarak, her yıl bu sayıyı arttırmak ve tüm illere ulaşmak. Pandemi sürecinde yüz yüze vakıf faaliyetlerimize ara verdik. Aşırı tuz ve şekerin zararları, obezite, sağlıklı beslenme ve hayat tarzı eğitimlerimize camdan cama yani EBA TV’de diyetisyen eğitmenimiz ile devam ettik. Hazırlanan 6 ayrı kısa videolar ile 13 milyon çocuğa hitap ettik. Bizim 10 kişilik bir eğitmen grubumuz var. Bu kadroyu büyütmek için de online olarak 6 bin kişiye eğitimcinin eğitimini yaptık. O da yetmez şimdi de gönüllü veya görevlendirilmiş öğretmenlerimize eğiticinin eğitimlerini gerçekleştiriyoruz.

Dijital mecralarda mesajlarınızı veren ‘Böbrek Dede’ karakteri nasıl hayata geçti?

Yazının Devamını Oku

Kafa karıştıran beyin yakan bir çağdayız

31 Mart 2022
Gelecek Düşünürü ve Küratörü Ufuk Tarhan’ın ‘yakın geleceğin gösterimini izleyeceksiniz’ dediği ‘Yarının İşini Yarına Bırakma’ kitabı okuyucularıyla buluştu. Çoğumuzun aklından geçen kaygılı düşünceler, yanıtlarını arayıp bulmaya çalıştığımız sorularla kitabına başlayan Tarhan, bundan sonra en çok konuşulacak, hedeflenecek şeylerin de ilk kez bir arada yazıldığını belirtti. Söyleşimizde dikkat çektiği geleceğin kilit ve belirleyici kavramlarını da konuştuğumuz T- İnsan Ufuk Tarhan, “Hiper teknolojik gelişmeler; über sosyopolitik ve psikolojik dönüşümler; beter ekolojik ve ekonomik fırtınalar; üzen etik ve ahlaki çöküşlerle savrulup yalpaladığımız kafa karıştıran, beyin yakan bir çağdayız. Geleceği anlamlandırabileceğimiz kavramları anlayıp, yarının işini yarına bırakmayan, geleceğini kodlayabilen nesillere dönüşmemiz gerekiyor” dedi.

lk kitabınız T-insan gibi yine QR kodlarla bezenmiş interaktif bir kitap var karşımızda. ‘Yarının İşini Yarına Bırakma’ kitabınızı okuyucuların özellikle hangi yanıtları bulmasını, nasıl bir ilham almasını isteyerek yazdınız?
Tüm dünyada ve özellikle bizim de içinde yer aldığımız gelişmekte olan ülkelerde koşullar giderek ağırlaşıyor. Orta sınıf fakirleşirken, dar gelirliler yoksulluk seviyesine iniyor. Eğitim, adalet, düşünce-basın özgürlüğü, cinsiyet eşitliği, dezavantajlı kitlelerin hakları, sosyal güvenlik, yaşlıların koşulları, gelir dağılımı, kadına-çocuğa-hayvana şiddet, doğa katliamı vb. gibi önemli gelişmişlik endekslerinde bizim gibi geride kalmış bölgelerde pandemiden sonra daha da artan oranda depresif bir psikoloji hâkim. Üstüne bir de ekonomik kriz ve enflasyon, göçmen akını, Rusya Savaşı gerginliği, çevremizi saran terör tehlikesi, teknolojik gelişmelerin tetiklediği dönüşüm ve dijitalleşme ile iş ve eğitim şartlarının hızla değişmesi ve hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan salgın bu çağ insanını yani hepimizi epey yordu. Gelecek endişesi, geleceğe güven gibi duygularda büyük tahribat yarattı.

YAPICI TUTUM BENİMSEMEK İÇİN

Bu yüzden kitaba başlarken listelediğim soruların yardımı ile aslında okuyuculara; “Sevgili Fütürdaşlar, yok birbirimizden farkımız. Tüm bunlar ortak sorunumuz, yalnız değilsin. Bu olanlar sadece sana-bana olmuyor, milyarlarca Dünyadaş olarak hep beraber küresel ve epey sorunlu bir çağda debeleniyoruz. Özetle, eğer olan biteni ve gerçekleşme ihtimali yüksek gelişmeleri farklı ve gelecekçi bir bakış açısı ile sürdürülebilirlik ekseninde anlamlandırabilirsek, problemlerin üstesinden gelebiliriz. Yeniden geleceğe ve birbirimize güvenebiliriz,” demeyi istedim. Okuyucularımın geleceğe, yarınlara ezber-şablon söylem ya da serzenişlerle değil, çok farklı açılardan bakmaları, düşünmeleri, olumlu ve yapıcı tutum benimsemeleri için bilgi, ilham kaynağı ve bir referans, bir başucu kitabı yaratmaya odaklandım.

“2006 yılında kendimi Türkiye’nin profesyonel anlamda çalışan ilk Fütüristi olarak ilan edip, gelecek tasarımı dediğimde gülenler vardı. Şimdi söylediklerim dillerden düşmüyor” diyorsunuz.  Yine bu kitabınızda ilk kez yazdığınız şeyler var. Bundan sonra en çok neler konuşulacak sizden dinleyelim mi?
Bundan sonra “İnsanlığın, menzili 2100’e kadar uzanan yeni gelecek vizyonu” konuşulacak. Yani konuşulmalı. Lütfen konuşulsun… Gelecek için bundan daha önemli bir şey yok çünkü!..
İnsanlık, 2050’lerde dataizmden güç alan ekolojik hümanizm ile kapitalizmi ehlileştirip “Sürdürülebilir Kapitalizm”e erişecek. Bu sayede önce tam anlamı ile dijital medeniyetlerin dünyadaşları haline dönüşecek. Buradan da singularity (tekillik) ile Tip-1 Gezegensel Uygarlık seviyesine geçecek. Tip-1 Uygarlık seviyesi ile sürdürülebilir sınırsız enerji üretebilen ve kullanabilen, Singularity (tekillik) dediğimiz yeni bir medeniyeti oluşturan dünyalılar; kendi gezegenindeki tüm insanları, canlıları, doğayı ve insansıları kapsayacak şekilde hem birbirleriyle hem de diğer gezegenlerdeki varlıklarla barış içinde yaşamayı hedefleyecekler.

DETAY KONULAR

Yazının Devamını Oku

Bilinmeyenden korkmayın dönüştürmeyi bilin!

17 Mart 2022
Bilinmezlik herkes için ayrı bir anlam taşıyabilir. Genellikle başımıza geleceklerin en kötüsü olarak düşündüğümüz bu durum aslında daha iyi bir fırsatın habercisi olabilir mi? Jungian Dönüşüm Koçu Işıl Çetinkaya, toplum olarak bize öğretilen en son şeyin risk almak ve de belirsizliği kucaklamak olduğuna dikkat çekerken, bu durumla başa çıkamamanın insanları mutsuzluğa ve depresyona sürüklediğini belirtti. Pandemi ile birlikte hayattaki her şeyin planlanamayacağı yönünde ortak bir öğreti oluştuğunu da anlatarak, “Bilinmeyenden korkmak normaldir ancak bir planınızın olmaması daha korkunçtur. Sistem bize önemli bir ders verdi. Hem bireysel hem profesyonel iş yaşamımızda acil cevap aramamız gereken konu bilinmeyeni nasıl kucaklayacağımız sorusudur” dedi.

Y? Coaching Kurucu Eğitmeni Işıl Çetinkaya röportajımızda dönüşüm ve ideal geleceği tasarlamak adına, kendi kendine liderlik yapmanın da önemli olduğunun altını çizdi. Çetinkaya ile kendi dönüşüm yolculuğu üzerinden öz liderlik ve bilinmezliği fırsata çevirmenin adımları üzerine konuştuk.


Küçük yaşlardan itibaren en sık ‘büyüyünce ne olacaksın?’ sorusunu duyuyoruz sanırım. Eğitim de kuşkusuz kariyer yolculuğu ve başarı için önemli bir etken ancak planlama en doğru ne zaman yapılmalı sizce?
Yaşadığımız toplum bizi planlayıcı olmaya yönlendiriyor. Küçük yaşlardan itibaren, büyüyünce ‘ne olmak istiyorsun?’ sorusuna bir cevap arıyoruz, bu bir gerçek. Alan değiştirmenin ve planlamanın ötesinde, kariyer yolculuğu, sizin için gerçekten anlamlı olan işi yapmayı arzu ettiğinizde başlar. Anlamlı çalışma içsel güdümlüdür çünkü içsel benliğinizin dışa dönük ifadesidir. Değerleriniz, tutkularınız ve doğuştan gelen güçlü yönleriniz -benimkisi merak (gülerek)- içsel motivasyonunuzun kaynağını sağlar. Uygulayıcısı olduğum kariyer dönüşüm koçluk modelinde ise anlamlı iş vizyonunuzu; gelecekte hangi işi yapmak istediğinizi ve misyon; bunu neden yapmak istediğinizi, topluma katkınızın ne olacağını belirliyoruz. Çalışma amacınızı yaratırken değerlerinizi, tutkularınızı ve doğuştan gelen güçlü yönlerinizi geliştirmeniz için ilgili kişilere rehberlik ediyorum.

ACI GERÇEKLE YÜZLEŞTİM

Siz belli bir yaşa gelene kadar ne istediğinizi biliyor muydunuz? Tercihinizi neye göre yaptınız?
Sizi bilmem ama hayatımızı etkileyen seçimler yaptığımız 18 yaşımda henüz hayattan ne istediğimi ve gerçek dünyanın nasıl olduğunu bilmiyordum. İnsanların konuştuğu kariyer yolunu seçtim ve bunun için planlama yapmaya başladım. Mezun olana kadar da bu yolun nasıl görüneceği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ardından, birçok Y kuşağının bugün karşılaştıkları ve kariyer hedeflerinin beklentilerini karşılamadığı durum ile farkına vardıkları acı gerçekle yüzleştim. Ama zaten bir şeye çok fazla yatırım yaptıysanız, yapmak isteyeceğiniz son şey bu yatırımları hiçe sayıp içerisinde bulunduğunuz gemiden atlamaktır.

RİSK ALMAK ÖĞRETİLMİYOR

Yazının Devamını Oku

4 milyon arı kovanı açlıkla karşı karşıya!

3 Mart 2022
Gıda Yüksek Mühendisi Dr. Aslı Elif Tanuğur Samancı, arı ürünlerinin şifasını kendi oğlu üzerinde gözlemledikten sonra, tüm dünyaya anlatmak için girişimci oldu. 10 arıcı ile çıktığı yolculuğunda, Türkiye’de bir ilk olan ‘Sözleşmeli Arıcılık’ modeli ile 5 bin sözleşmeli arıcıya ulaştı. “Doğanın insanları besleyebilmesi için önce bizim arıları beslememiz lazım,” diyen Dr.Samancı, söyleşimizde ülke genelinde yaklaşık 4 milyon arı kovanının açlık nedeniyle yok olma tehlikesinde olduğunun altını çizdi. Tanuğur, “Acilen arı yemi tedarik edip arıcılar birlikleri vasıtası ile arıcılara ulaştırılması gerekiyor. Arıların beslenme açığı kapatılmazsa tarımsal üretim de en az yarı yarıya azalır,” sözleriyle krize dikkat çekti.

Bir yandan birçok değerli ürünü üretme potansiyeli yüksek bir ülkeyiz derken öte yandan doğal afetler, iklim kriziyle birlikte tarımsal üretimde sıkıntılı günlerin yakın olduğunu konuşuyoruz. Arıcılık sektörü ve arılar bu süreçten nasıl etkileniyor?
2021 yılı arıcılıkta gerek iklim değişiklileri (kuraklık, sel, toz taşınımı) gerekse yangın ve sel felaketleri nedeniyle tüm dünya da olduğu gibi ülkemiz arıcılığını da olumsuz etkilendi. Verim düşüklükleri kaçınılmaz oldu. Öte yandan Türkiye Arıcılar Birliği’nden aldığımız güncel verilere göre hali hazırda ülke genelinde yaklaşık 4 milyon arı kovanı (Türkiye’deki toplam kovan sayısının yaklaşık yarısı) şu anda açlık ve dolayısıyla yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Bu zorlu koşullarda atılacak ilk adım arıların besin ihtiyacını karşılamak. Arı yemi bildiğimiz sofra şekerinden hazırlanıyor yani toz şekerden. Arıcı toz şekeri sulandırıp arısına yedirip en azından ölmesini engelleyebiliyor. Arılar tozlaşmaya yaptıkları katkılarla tarımsal üretimde verimliliği 10 katına kadar artırabilir. Eğer bu arılar yok olursa tarımsal üretim en az yarı yarıya azalır. Bu da ülke genelinde tarımsal ürünlerde fiyatların artması anlamına gelir. Bu nedenle arının yaptığı üretim faaliyeti doğa ve insanlık için çok değerli. 

TARIMSAL ÜRETİM OLUMSUZ ETKİLENECEK

Bu krizin aşılması için alınacak önlemler nedir?
Doğanın insanları besleyebilmesi için önce bizim arıları beslememiz lazım. Aslında bu insanlık için bir kriz, ama şu anda kimse bunun farkında değil. Acilen arı yemi tedarik edip arıcı birlikleri vasıtası ile arıcılara ulaştırmak gerekiyor. Yaklaşık 6 ay süren uzun uğraşlar sonucu Ahbap Derneği ile bir yardım çalışması başlatıldı ama halen toplanan yardım arıları kurtarmaya yeterli değil. Şu anda 1 paket yeme 1 kg şekere bile ihtiyaç var, kaç kovanı kurtarabilirsek. Eğer acil yem desteği sağlanmaz ve arıların besleme açığı kapatılmaz ise, ciddi koloni kayıpları verilecektir. Akabinde sektörde gerek maddi gerekse manevi kayıplar ile sonuçlanacaktır. Ayrıca arı kayıplarının tarımsal üretime de çok ciddi olumsuz etkileri olacaktır. Marketlerdeki gıdaların yüzde 60’ı arılar sayesinde var. Arılar olmazsa tahıl, bakliyat, meyve, sebze hiçbiri olmayacak. Bunun dışında çevresel, ekonomik ve sosyal sonuçlarda doğuracaktır. Arılara sahip çıkmak hem insanı hem de milli bir görevdir.

BAL ÜRETİMİNDE DÜNYADA İKİNCİYİZ

Yazının Devamını Oku

Geleceğin iş gücü esnek çalışanlar

17 Şubat 2022
Pandemi ile birlikte teknolojik gelişmelere hızla adapte olan iş dünyasında, geleceğin iş modelleri ve yetkinlikleri her geçen gün genişliyor. İnsan Kaynakları Danışmanı Pakize Özdemir, özellikle yetenekli iş gücüyle sürekli bağlantıda olmak isteyen şirketlerin ve de dünya pazarını fark eden Z kuşağının esnek işgücü modelini tercih etmeye başladığına dikkat çekti. Özdemir, “Çalışanlar artık birden fazla ülkede farklı konulardaki uzmanlıklarını hizmet olarak sunabiliyor. Standart bir iş tanımında ısrarcı olan şirketler, yaratıcı ve yetenekli çalışanlarını kaybetmeye başladılar ” dedi.

Fotoğraflar: Onur Özdemir

Koala Hr Solutions Kurucusu Pakize Özdemir ile hem beyaz yakalı bir çalışanken girişimci olmaya uzanan hikâyesini hem deneyimlediği yeni nesil çalışma modellerini konuşmak üzere bir araya geldik. Son dönemlerde üst yönetim kademesinin yeni kuşakları anlayabilmek adına tersine mentörlük almaya başladığını anlatan Özdemir, söyleximisde kuşaklar arası çalışma düzeninin nasıl fırsata çevrileceği yönünde de ipuçları vermeyi de ihmal etmedi.

Genç bir girişimci olarak öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Uludağ Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstriyel İlişkiler mezunuyum. İnsan kaynakları alanındaki 10 yıllık iş hayatımın bir kısmını Türkiye de bir kısmını da Avustralya’da geçirdim. Sydney’de Selc Business College’de liderlik ve yöneticilik üstüne okudum. Aynı anda farklı şirketlerde satış yöneticiliği ve İK danışmanlığı yaptım. Avustralya’da yangınların çıktığı ardından yağmurların durmadığı dönemlerde eşimle Türkiye’ye geri dönmeye karar verdik. Dönme kararımız duygusal bir karar olsa da edindiğimiz deneyim ile Türkiye’de farklı fırsatlar yakalayabileceğimizi fark etmiştik. Tersine göç diye de düşünebiliriz bunu aslında.

Sizi önce Avustralya’ya göç etmeye sonra geri dönmeye iten çalışma hayatındaki süreçler nelerdi?
Türkiye’de insan kaynakları uzmanı olarak çalıştığım dönemde birçok uluslararası şirketle iş görüşmeleri yaptım ve fark ettim ki işe başladığımda uzun süreli standart bir iş tanımı ile çalışmam bekleniyor. Daha yaratıcı konularda çalışmak istediğim için, Avustralya’da yeni bir hayat kurmaya karar verdim. Beni zorlayacak bir deneyim aradığımdan tam da istediğim yerdi. Bugün baktığımda doğru bir karar verdiğimi daha net görebiliyorum. Hem aldığım eğitimler hem de uygulama yaptığım projeler açısından bakış açılarının farklı olması benim ufkumu açtı diyebilirim. Farklı kültürlerden insanlarla birlikte çalışmak da farklı bir tecrübeydi.

ÇOK FAZLA YETENEK KAYBETTİK!

Yazının Devamını Oku