Eyüp Can

Türk yargısının ideolojisi

28 Ağustos 2010
Yargı ile siyaset arasında kılıçlar açıktan çekildi.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Başkanvekili Kadir Özbek Adalet Bakanı Sadullah Ergin, hakkında suç duyurusunda bulundu.

‘Evet evet’ yanlış okumadınız.

HSYK Başkanvekili Özbek, HSYK Başkanı Ergin hakkında, ‘2010 yılı hâkim ve savcı atama yaz kararnamesi’nin görüşüldüğü sırada kurul toplantısını terk ettiği için suç duyurusunda bulundu.

* * *

Vekil, başkanı, HSYK’nın çalışmalarını engellemekle suçluyor.

Yazının Devamını Oku

‘The Cemaat’

27 Ağustos 2010
OLACAĞI buydu... ‘Ergenekoncu avı’ Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ adlı kitabıyla ‘cemaat avına’ dönüştü. ‘Ordunun imamı’, ‘emniyetin imamı’, ‘siyasetin imamı...’
Ortalık ‘Her şeyi perde arkasından yöneten gizli güçlerden’ yani imamlardan geçilmiyor.
‘Kozanlı Ömer’ kod adlı Osman Hilmi Özdil mesela...
Ya da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanı başına kurulmuş M.A.
Herhalde Hanefi Avcı yıllardır Başbakan’la çok yakın çalışan danışmanı Mücahit Aslan’ı kastediyor.
* * *
Kitapta açık ya da gizli yüzlerce isim var.
Seç, beğen, al...
Çözebilirsen şifreleri çöz.
Çözemezsen de önemi yok, nasıl olsa her taşın altından cemaat çıkıyor.
‘Cemaat’ dediysem herhangi bir cemaat değil bu.
İngilizce tabirle ‘The Cemaat!’
Bir çeşit Tanrı, çünkü Avcı’ya göre neredeyse tanrısal sıfatları haiz bir cemaat bu.
‘Omnipotent, Almighty...’
Kadir-i mutlak, her şeye gücü yeten!
* * *
Hanefi Avcı’yı yıllar öncesinden tanırım.
Zekâsı ve analitik düşünme biçimiyle beni etkileyen ender emniyetçilerdendir.
Doğrusu büyük bir merakla aldığım kitabı her şeyden önce onun kalibresine ve zekâsına yakıştıramadım.
Keşke kişisel bir öfke ve kırgınlıkla yazmak yerine daha soğukkanlı yazsaymış.
O zaman eminim o ‘Her şeye gücü yettiğini/her taşın altından çıktığını’ iddia ettiği ‘The Cemaat’ bile silkelenip kendine gelirdi.
Fakat kitabı öfke, intikam ve komplocu bir kafayla kaleme alınca, bırakın ‘The Cemaat’i sarsmayı, sansasyonel bir tartışma çıkarmanın ötesine geçememiş.
* * *
Dün, İçişleri Bakanlığı, Hanefi Avcı’yı merkeze aldı.
Muhtemelen görevdeyken böylesine sansasyonel bir kitap yazdığı için cezalandırılacak.
İddialar, hayatı komplolarla okuyanlara malzeme vermek dışında güme gidecek.
Bu yüzden açıkçası ben Hanefi Avcı’nın hem kendi zekâsına hem de çok faydalı bir cemaat tartışmasına yazık ettiğini düşünüyorum.
Keşke öfkesini bastırıp soğukkanlı bir analiz yapabilseydi.
* * *
Fakat bu tartışmanın her şeye rağmen benim açımdan önemli bir tarafı var.
O da Ergenekon üzerinden yürüyen ve giderek ‘cadı avı’na dönüşen ideolojik hesaplaşmanın tersinden işletildiğinde nasıl olabileceğini göstermesi.
28 Şubat döneminde bu ülkede insanlar ve kurumlar ‘gerici, yeşil sermaye, hatta silahsız terör örgütü’ gibi abuk suçlamalarla mahkûm edilmeye çalışıldı.
Arkasından o gün mahkûm ve mağdur edilmek istenen insanlar iktidar oldu.
Sonra büyük bir hesaplaşma başladı.
Ergenekon davası bu hesaplaşmanın can damarı...
Bu davanın demokrasi açısından tarihi bir dava olduğu konusunda hiçbir şüphem yok.
Çünkü Ergenekon davasıyla birlikte devlet adına her türlü karanlık eylemi gerçekleştirenler bir gün hesap verebileceklerini gördüler.
Ama maalesef kriminal eylemlerle sınırlı kalması gereken bu dava giderek ‘ulusalcılık ideolojisi’ ile hesaplaşmaya dönüştü.
* * *
Ulusalcılık ideolojisinden yana ya da karşı olabilirsiniz.
Tıpkı şu ya da bu cemaatten yana ya da karşı olabileceğiniz gibi...
Burada ölçü, ulusalcı ya da cemaatçi herhangi bir hukuk dışılık var mı eylemlerinizde?
Ölçü kaçıp ince çizgi kaçırılınca cadı avcılığı başlıyor.
Hukuk dışı eylemler yerine niyetler, inançlar yargılanmaya başlayınca zemin kayıyor.
Dün dini cemaatlere karşı avcılık yapılıyordu, bugün ulusalcılara karşı bir avcılık var.
Hanefi Avcı ‘The Cemaat’ yaklaşımıyla başarılı olur ya da olmaz maalesef yeni bir cadı avı başlattı.
Tam bir kısırdöngü...
Evet “Ava giden avlanır” ama unutmayalım böylesi bir vahşi cangılda kim av kim avcı hiç belli olmaz, roller her an değişebilir.
28 Şubat döneminin ‘The Cemaatçi’ olmakla suçlanan avı bugünün ‘The Cemaat Avcısı’ Hanefi Avcı bunun en çarpıcı örneği...
Yazının Devamını Oku

‘Dehşet tanrınız’la yüzleşmeye hazır mısınız?

25 Ağustos 2010
FARKINDA olalım ya da olmayalım...<br><br>Hepimizin ‘dehşet tanrısı’ var. * * *

TIME dergisi son sayısında Amerikalıların ‘dehşet tanrısı’nı kapaktan sorguladı.

‘Amerika İslamofobik mi?’

* * *

Yunan mitolojisine göre Phobos (fobos) korkunun daha doğrusu korkma duygusunun tanrısı.

İnsanoğlu doğası gereği birçok şeyden korkar.

Yaşamın devamlılığı için gerekli bir savunma mekanizmasıdır korku.

Fakat fobi ile kastedilen gerçeklikle bağı kopmuş, saplantı derecesinde bir korku...

Kimimiz yükseklikten korkarız kimimiz karanlıktan.

Gündelik yaşamımızı olumsuz yönde etkilemediği müddetçe masum hatta gerekli korkulardır bunlar.

Ama bir de hayatı zehir eden korkular vardır...
 
* * */images/100/0x0/55eb17a5f018fbb8f8aa88a0

Kimi muz görür panik atak olur, kimi kedi.

Ya tedavi edilmeniz gerekir ya da korktuğunuz şeyden uzak durmanız.

Ama bir de sosyal ve toplumsal korkular var.

Tehlikeli, tedavisi hayli zor.

Homofobi mesela çağımızın en önemli sosyal bozukluklarından biridir.

İşin kötüsü birçok homofobik kabul etmez kendi bakış açısında bir sorun olduğunu.

Varsa bir sorun karşısındakindedir!

* * *

11 Eylül’den sonra Batı’da paranoya düzeyine varan yeni bir korku türedi: İslamofobi.

İslam korkusu daha doğru bir tabirle İslam nefreti diye çevirebilirsiniz.

New York’ta 11 Eylül saldırısında yıkılan ‘ikiz kuleler’in yakınına cami inşa etme projesi başladığından bu yana Amerikan halkının bilinçaltında gezinen ‘İslam korkusu/nefreti’ hızla açığa çıktı.

Cami karşıtları her gün protesto gösterisi düzenliyorlar.

En son cami karşıtları ile taraftarları arasında çatışmaya varan kavgayı güvenlik güçleri barikat kurarak engelledi.

* * *

Mesele artık psikolojik değil, toplumsal bir histeri ve şiddet gösterisi ile karşı karşıyayız.

Zaten TIME dergisi de bu yüzden Amerikalıları korku ve nefretleri ile yüzleşmeye çağıran cesur bir kapak dosyası hazırlamış.

Hem korku ve nefret sahiplerine hem de nefrete maruz kalanlara mikrofon tutmuş.

Cami projesinin içinde yer alan Daisy Khan, “Camiye karşı çıkanların tavrı İslam fobisini geçerek Müslümanlardan nefret aşamasına geldi” diyor.

Anlayacağınız korku eşiği aşıldı.

Maalesef tepkiler artık nefret eşiğinde dolaşıyor.

* * *

Türkiye’de oturup Amerikalıların İslam korkusu ve nefretini eleştirmek kolay.

Bu yüzden TIME’ın cesur dosyasını not edip bu vesileyle kendi korkularımızla yüzleşmemiz gerekiyor.

Yahudi, Rum, Ermeni, Kürt, Türk, Sünni, Alevi, eşcinsel, travesti, transseksüel...

* * *

Farkında olalım ya da olmayalım...

Hepimizin bir ‘dehşet tanrısı’ var...

Bir gün tıpkı Amerika’daki gibi toplumsal anlamda dehşete kapılmamak için kendi ‘dehşet tanrımızla’ yüzleşmekte fayda var...
Yazının Devamını Oku

Kilidi açacak tek anahtar

24 Ağustos 2010
TARİHLERE özel anlam atfetmem...

Ama size tavsiyem 3 Eylül 2010 tarihini ajandanıza not edin...

Çünkü hem 12 Eylül’de yapılacak referandumun seyrini, hem de sonrasında yaşanacak gelişmeleri büyük ölçüde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 3 Eylül
Diyarbakır konuşması belirleyecek.

Doğrusu çok merak ediyorum...

Yazının Devamını Oku

Yedinci gülüşte Tanrı’ya kulak veren siyasetçiler

22 Ağustos 2010
EN son ne zaman şöyle katıla katıla güldünüz?<br><br>‘Gülme’ kitabının yazarı ünlü filozof Henry Bergson “İnsanlık dışında hiçbir şey gülünç değil” der. Bir yetişkin günde ortalama 17 defa gülerken, bir çocuk ortalama 40 defa gülüyormuş.
Bir araştırmaya göre 1950’li yıllarda bir insan günde ortalama 18 dakika gülerken 2000’li yılların başında bu zaman 6 dakikaya düşmüş.
Acaba her geçen gün çocukluğumuzu hatta insanlığımızı kaybettiğimiz için mi daha az gülüyoruz?
* * *
En son ne zaman Erdoğan, Kılıçdaroğlu ya da Bahçeli’nin içten güldüğüne tanıklık ettiniz?
Genelde suratlar asık, gözler çakmak çakmak, sinirler yay gibi gergin...
Arşivden zor da olsa sizler için üç kare fotoğraf bulabildim...
Referandum kavgasında hem gülelim hem de gülme üzerine düşünelim istedim.
* * *
Psikeart Dergisi yeni sayısında insanın neden daha az güldüğünü sorgulamış.
Sibel Erentay’ın analizi hem çarpıcı hem de can sıkıcı...
50 yılda yaşam standartlarımız artarken gülmeyi kaybettik, “Çünkü modern yaşam ben ben diyerek hepimizi daha bencil ve yalnız kıldı” diyor...
“Ben önemliyim derken duygusal olarak bağlanma önceliğimizi kendimize vermeye başladık. Yakınlık duygumuzun azalmasına izin verdik. Gülmek ve yakınlık birbirinin vazgeçilmezidir oysa. Uzaklaşmak, paylaşmamak gülmeyi unutturur. Bugün hiç kimse 50’lerin koşullarını özlemiyor ama 50’lerin ilişkilerini özlüyor...”
* * *
Amacım nostalji yapmak değil.
Hatta tam tersi...
Hiç düşündünüz mü “Bu hızda didişmeye devam edersek 2050 yılında günde ortalama kaç dakika gülüyor oluruz?” diye...
Galiba saniyelerle ölçmek zorunda kalacağız!
Herhalde “Bugün biri beni gıdıklasa da gülsem” diye paralı hizmet alırız.
Çünkü kendinizi gıdıklayamazsınız.
“Solo gıdıklama, solo seksten bile daha boştur, mastürbasyon yapıp orgazma ulaşabilirsiniz, fakat kendinizi gıdıklayamazsınız” diyor Hakan Atalay ve bugün içinde bulunduğumuz çatışmacı iklimin bamteline dokunuyor...
“İnsani çatışmaların en masumu olan gıdıklama kavgaları, gülmeyle dolu bir al-ver ilişkisinde bizi birbirimize bağlar. Belki de tüm toplumsal oyunların temeli budur...”
* * *
Her şey o bağla başlıyor...
O bağı kaybettikçe hayat sıradanlaşıyor...
Sıradanlaştıkça gülmek imkânsızlaşıyor...
Binlerce yıl önce yazılmış bir Mısır papirüsüne göre dünyayı yöneten yedi tanrı, Tanrı güldüğünde doğmuş...
“Onun kahkahalarından sonra ışık göründü.
İkinci kez katıla katıla güldü her yer su oldu.
Üçüncü gülme patlamasında Hermes göründü.
Dördüncüde yaratma, beşincide yazgı, altıncıda zaman.
Yedinci gülüşten önce Tanrı’ya korkunç bir ilham geldi, ama o kadar kuvvetle güldü ki, gözyaşlarından insan ruhu doğdu...”
* * *
Referandum tartışmasında siyasetçiler kendi kendilerini gıdıklamaktan ne zaman vazgeçer bilmiyorum...
Size tavsiyem hiç değilse şu pazar günü siyasetçilere değil Tanrı’ya kulak verin...
O kadar kuvvetli gülün ki...
Yazının Devamını Oku

Önce suç duyurusunda bulundu, sonra heykelini açtı

21 Ağustos 2010
SİZE bir vali hikâyesi anlatacağım...

Ama önce minik bir soru: “Vali kimi temsil eder?”

A) Devleti.

B) Hükümeti.

C) Milleti.

Yazının Devamını Oku

‘Bertaraf olma’ pahasına neden Araf’tayım?

20 Ağustos 2010
SIRRI Süreyya Önder,12 Eylül askeri darbesini inceden inceye ‘ti’ye alan Beynelmilel filminin yönetmeni.

Bu topraklara ait yaratıcı mizahın son yıllarda yükselen ‘en harbi’ sesi.

Sıkı sosyalist.

Adıyamanlı, Kürt.

Hapse de girmiş, zulme ve ihanete de uğramış.

Yazının Devamını Oku

Bitaraf olan bertaraf olur!

18 Ağustos 2010
Sadece öteki dünyada değil, bu dünyada da “Araf’ta kalmak” zormuş.<br><br>Cennet ya da cehennem; ‘arası’ yok.

Kimileri için referandumda ‘evet’ cehennem, kimileri için ‘hayır.’
İlla taraf olmanız gerekiyor.

Ya da bertaraf...

* * *

Yazının Devamını Oku