Ceren Arseven

Yarın sizin bayramınız bu da eğlence rehberiniz

22 Nisan 2011
Çocuklara ait tek bayram gününde, bir büyük olarak sizlere uzun bir yazı yazmak yerine özel bir rehber hazırladım. Keyifli bir bayram geçirmek için ne yiyebilirim, ne alabilirim ve neler yapabilirim diye merak ediyorsanız, işte sadece size özel bir 23 Nisan eğlence rehberi. Hepinize mutlu bayramlar!

ETKİNLİKLER

Bursalı çocuklar tiyatroya davetli

Yarın ve pazar günü, birbirinden renkli gösteriler sunmayı planlayan Adile Naşit Tiyatrosu, Bursalı çocuklara tam bir bayram yaşatacak. Yıldırım Belediyesi ve Bursa Kültür Sanat Derneği işbirliği içinde organize edilen programda ücretsiz olarak Karagöz gösterisi, tiyatro oyunları, kukla ve sihirbaz gösterileri izleme imkanı bulacaksınız. Tel: (224) 368 51 20.

Yetenek Sizsiniz Eskişehir’de

Eskişehir NeoPlus AVM’de 2 gün boyunca eğlence var. Atölyeler, yarışmalar, çılgın şovlar, tiyatro oyunları, sihirbazlar, Yetenek Sizsiniz yarışmacılarının gösterileri ve birbirinden eğlenceli sürprizlere katılabilirsiniz.

Resim yapmayı öğrenin

Faber-Castell, çeşitli alışveriş merkezlerinde yaratıcı atölye çalışmaları düzenliyor. Yarın İstanbul City’s, Galleria ve Oyuncak Müzesi’nde; 24 Nisan Pazar günü ise Akmerkez ve City’s’deki aktivitelerde hem keyifli zaman geçirebilir, hem de resim yapmaya dair bir sürü şey öğrenebilirsiniz.

Operaya hiç gittiniz mi

Yazının Devamını Oku

Nedir sizin bu dinozor merakınız

15 Nisan 2011
65 milyon yıldır dünya üzerinde var olmayıp onlar kadar popülerliğini koruyan bir başka şey daha yok herhalde. Çoğu şeyin kısacık zamanda önemini yitirdiği bu yüzyılda modası geçmeyen bir şey söyle deseler, dinozor derim kesinlikle. Hem bilim dünyasında hem de popüler kültürde çok önemli bir yeri var bu dev hayvanların. Ne yer ne içerlerdi, neden yok oldular, kaç türleri vardı, ne kadar büyüklerdi gibi soruların ardı arkası kesilmiyor.
KORKUNÇ KERTENKELE
100 milyon yıldan fazla bir zaman kara hayatına egemen olmuş dinozorlar. Dinozor kelimesi ise Yunanca’da korkunç kertenkele anlamına gelen iki sözcüğün birleştirilmesinden oluşturulmuş. Soylarının neden tükendiği konusunda kesin bir bilgi bulunmayan bu dev hayvanlar şimdi yine bir sergi vesilesiyle gündemimizdeler.
Çocuk ve ergen psikiyatristi Uzm. Dr. Gökçe Küçükyazıcı’ya göre okul çağındaki çocuklar (6-12 yaş) öğrenmeye çok açıklar ve pek çok şeye karşı merak duyuyorlar. Bilinmeyeni öğrenme isteği, araştırmacılık, koleksiyonculuk bu yaş grubunun genel özellikleri. Dinozorlar da günümüzde yaşamayan, hakkında kısmen bilgi sahibi olunan, nesilleri tükenmiş, gizemli ve geçmişe ait canlılar oldukları için bu konudaki müze ve sergiler özellikle bu yaşta çocukların çok ilgisini çekiyor. Dinozorlar hakkında kitaplar okumak, onların isim ve özelliklerini öğrenip, kendileri gibi bu konuya ilgi duyan çocuklarla paylaşmak, bu yaşlarda çok heyecan ve keyif verici oluyor.
Daha küçük (5 yaş öncesi) çocuklar ise bilişsel becerileri henüz tam gelişmediği için canlı cansız ayırmakta güçlük çekebiliyorlar. Gökçe Küçükyazıcı’ya göre bu yaşlarda çocuklar hareketli, büyük boyuttaki canlılardan korkabiliyor, yüksek sesten tedirginlik duyabiliyorlar. ‘Bu konuda dikkatli olunmalı, eğer gidilecekse ortam önceden gözlenip çocuk sergide görecekleri konusunda anlayabileceği bir dilde bilgilendirilmeli, uygun olmayan kısımlara girilmemeli’ diyen Küçükyazıcı’ya göre dikkatli olduktan sonra çekinecek ya da kaygılanacak bir durum yok.
Siz de eğer meraklıysanız bu dev yaratıklara, bir fırsatını yaratıp sergiyi görün derim. Pişman olmayacaksınız.
Yazının Devamını Oku

Havalar sizi mahvetmesin

8 Nisan 2011
Mevsim değişikliklerinin, beyinde salgılanan kimyasallar ve hormonlar üzerinde de etkili olduğunu hepimiz biliyoruz. Bahar aylarında hissedilen enerji azalması, yorgunluk ya da aşırı neşenin bu biyolojik değişimden kaynaklandığına dikkat çekiyor uzmanlar. Havanın ısınmasıyla birlikte ortaya çıkan ruh değişimlerinin en çok düzensiz beslenenleri ve amacı olmayanları sevdiğini söyleyen uzmanlara göre bahar aylarında hem fiziksel hem de ruhsal değişimler yaşıyoruz. Kimi kendini daha zinde ve mutlu hissederken kimisi huzursuz ve endişeli olmaktan yakınıyor.
Atmosferdeki en ufak değişikliğin bile ruh sağlığı üzerinde etkisi olduğunu söylüyor doktorlar. Hatta o kadar ki, üniversitelerin psikoloji bölümlerinde meteorolojinin ruh sağlığı üzerindeki etkisiyle ilgilenen bir dal bile varmış. Atmosferdeki basınç dalgalanmalarının psikoloji üzerindeki etkisini araştıran bu bölümlerde yapılan çalışmalar, atmosferdeki basıncın dikkatimizi ve zekamızı etkilediğini ortaya koyuyor. Atmosferdeki dalgalanmaların hata yapma riskini yüzde 20 oranında artırdığını hatırlatan uzmanlar, yapılacak 1-2 ufak değişiklikle yazı keyifli bir biçimde karşılayabileceğimizi belirtiyor.
Mevsimsel değişimin olumsuz etkilerini azaltmak için yapılması gerekenler ise şöyle:
* Yediklerinize dikkat edin. Bol bol sebze ve meyve yerseniz enerjinizi koruyabilirsiniz.
* Haftanın üç günü 20 dakika yürüyün. Sabahları açık havada yapılan yürüyüşler çok faydalı.
* Ders çalıştığınız ortamın havası çok önemli. Beynin oksijene ihtiyacı olduğu için odanızı havalandırın.
* Uyku düzenine özen gösterin. Uzmanlara göre 8 saat uyku uyumak şart!
* Psikologlara göre herkesin hayata karşı amaçlarını gözden geçirmesi gerekiyor. Sabah kalktığında bir amacı olmayan kişilerde stresin arttığını söyleyen uzmanlara göre hedeflerinizi liste halinde yazmak motivasyonu yükseltiyor.
Orhan Veli’nin şiirindeki gibi, bu güzel havalar beni mahvetmesin diyorsanız, bu tavsiyeler size iyi gelebilir. Nasıl olsa denemesi bedava!
Yazının Devamını Oku

Şaka yapmanın serbest olduğu tek gün

1 Nisan 2011
Bugün 1 Nisan; ‘Dünya Şaka Günü.’ Normalde yaptığımız pek de hoş karşılanmayan şakalarımızın kabul gördüğü, hatta bizden şaka yapmamız beklenen bir gün. Nisan 1 Şakası’nın nasıl doğduğuna dair farklı kültürlerde farklı efsaneler var. Fransızlar, Poisson d’Avril yani Nisan Balığı diyorlar bu güne. Fransa’da geleneğin kökleri 16. yüzyıla kadar uzanıyor. 1564 yılında Fransa Kralı IX. Charles, yılbaşını 1 Nisan’dan 1 Ocak’a aldırmış. Bu arada, 1 Nisan’ı hala sene başı olarak kabul etmeye devam edenlere yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelmiş. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere de ‘Nisan balığı’ ismi verilmesi böyle başlamış.
İngiltere’de ‘Nisan Kaçıkları Günü’, İskoçya’da ise ‘Guguk Kuşu’ olarak anılan şaka günü, neredeyse bütün kültürlerde farklı şekillerde de olsa yer alıyor. En eski 1 Nisan şakasının ise Romalılar döneminde yapıldığına inanılıyor.
Dünyaca ünlü markalar, çok saygın gazeteler, milyonlarca izleyicisi olan televizyon kanalları bile şaka yapıyor 1 Nisan’da. Dozunu kaçırıp kırıcı olmadan her türlü şakayı yapabildiğimiz bu günde ben de size birkaç şaka önerisinde bulunacağım. Bazısı bana yapılmış şakalar, bazısı ise benim yaptığım. Beğenirseniz, denemesi size kalmış.
İçilemeyen meyve suyu: Bu şakayı gerçekleştirebilmek için bize gerekli olan malzemeler su, jöle ve bir bardak. Portakallı, çilekli ya da istediğimiz herhangi bir meyveli jöleyi alıp tarifine uygun bir şekilde hazırlıyoruz. Jöle hazır olunca onu bardağa koyuyoruz. Buzdolabında bir süre bekleyen jöle katılaşıyor. Meyve suyu içer misin diye sorduğumuz arkadaşımız ya da annemiz uzaktan aynı meyve suyuna benzeyen bardağı kafasına dikip içmeye çalışınca da bize büyük bir kahkaha atmak düşüyor elbette!
Hayalet cipsler: Bu şakayı yapabilmek için çok dikkatli ve titiz bir şekilde çalışmanız gerekiyor. Gerekli malzemeler 1 paket cips, makas, çift taraflı bank, kağıt ve kalem. Marketten aldığınız bir paket cipsin ağzını yırtmamaya dikkat ederek düzgünce açın. İçinden bütün cipsleri çıkarıp üzerine 1 Nisan yazdığınız kağıdı boş paketin içine yerleştirin. Kırtasiyeden aldığınız çift taraflı bantla, sanki cips paketi daha önce hiç açılmamış gibi görünecek şekilde ağzını güzelce bantlayın. Evde anne babanız ya da okulda en yakın arkadaşınız, ağzı sulanarak açtığı poşetin boş olduğunu görünce eminim çok eğleneceksiniz!
Zamanı ileriye alın: Bu çok klasik bir şaka gibi gözükse de aslında her zaman işe yarayan ve fazla uzatılmadığı sürece çok da güldüren bir şaka. Gerçekleştirebilmek için yapılması gereken tek şey evdeki bütün saatleri 1 saat geriye almak. Böylece normalde 7’de uyanması gereken ev ahalisi 6’da hazırlanmaya başlıyor. Her zamanki şekilde hazırlanıp yola düşmeye hazırlanan anne babanıza bunun bir 1 Nisan şakası olduğunu zamanında söylemezseniz, 1 saat boyunca ayakta servis bekleyebilir ya da işlerine 1 saat önce gidebilirler. O yüzden bu şakayı yaparken zamanlamaya çok dikkat edip vaktinde ‘şaka yaptım!’ demeyi sakın unutmayın.
Herkese kocaman kahkahalı, bol şakalı bir 1 Nisan diliyorum!
Yazının Devamını Oku

Sinemada seyrettiğiniz ilk film hangisiydi

25 Mart 2011
İlk defa sinemaya gittiğimde 6 yaşındaydım. Hiç unutmuyorum, dayımla önce bir şeyler yemiş, sonra da ‘Geleceğe Dönüş’ filmini izleyeme gitmiştik. Işıklar kapanıp kocaman perdede dev gibi insanlar görününce, dayım ‘korktun mu?’ diye sormuştu bana. Oysa ben, korkmak ne kelime, bayılmıştım sinemada olmaya. Daha sokaktayken ağzımı sulandıran patlamış mısır kokusu, gişedeki biletçi amcanın dayıma değil de bana uzattığı bilet koçanları, filmin başlamak üzere olduğunu bize hatırlatan 3 gong sesi, ışıklar kısılırken yapılan son fısıldaşmalar... Ve elbette izlediğim filmdeki hikayeler, kahramanlar, iyiler ve kötüler.
İlk izlediğim filmde Marty McFly ile birlikte çok havalı bir arabayla geçmişe gittim. Sonra annemin bizi Eti sinemasında götürdüğü ‘Ayı’ filminde, annesini kaybetmiş küçük ayı yavrusuyla avcılardan kaçtım. Derya sinemasının balkonunda babamla izlediğimiz ‘Tanrılar Çıldırmış Olmalı’da ise Afrika’da bir oraya bir buraya koşturdum arkadaşım Xixo ile. Konu ne olursa olsun, hep çok sevdim sinemayı. Sinema salonunda, birkaç saatliğine de olsa hiç bilmediğim bir dünyanın içinde kaybolmak hep çok güzel geldi bana.
Üniversite yıllarımda, sinema bambaşka şeyler ifade etti. Çünkü film festivaliyle tanıştım. Festival kitapçığını adeta ezberleyerek seçtiğim filmler için form doldurmak büyük keyifti. Mümkün olan en fazla sayıda film izleyebilmek için yapılan ince hesaplar, son dakika biletleri için beklenen uzun kuyruklar, iki film arasındaki 15 dakikada hızla mideye indirilen tostlar, festivalin sonunda özenle arşive kaldırılan film kitapçıkları ve programlar... Beş tane film izlediğim oldu bir günde, yine de doyamayıp ertesi gün gittim güzelim Emek sinemasının kapısına. Onca yıl geçti, hayat değişti ama bu durum değişmedi benim için.
Şimdi yine Nisan geliyor. İstanbul yavaş yavaş hazırlanıyor film maratonuna. Bu yıl da, son 30 yıldır olduğu gibi, 230 film, onlarca ünlü konuk ve bir sürü güzel etkinlikle, şehre sinema geliyor. Karanlık bir salonda, koltuğumuzdan hiç kalkmadan bambaşka dünyalara yolculuk yapalım diye. Yüzlerce kişi aynı anda koskocaman kahkahalar atalım, perdedeki kahramanlarla heyecan dolu maceralara atılalım diye. Bazen çok sıkıcı olabilen şu dünyada, hayal kurmaktan asla vazgeçmeyelim diye. Bence siz de bir bilet alın ve 1-2 saatliğine kaçın asık suratlı mecburiyetlerinizden. Hepinize iyi seyirler!
Yazının Devamını Oku

Akvaryumlar ve bir ev hayvanı olarak balık

18 Mart 2011
Ben oldum olası hayvanları çok severim. Çocukken mahallede ne kadar kör, kuyruğu kopmuş, bacağı kırılmış kedi köpek varsa toplayıp eve getirirdim. ‘İyileştikten sonra hemen geri bırakma’ sözü ile tedavisine başlanan yaralı hayvancık iyileştirilir, azıcık kendini toparlayana kadar evin içindeki varlığına anlayış gösterilir ancak sonunda, annemlerin değişiyle ‘ait oldukları yere’ yani sokaklara mutlaka bırakılırlardı.
Çok istedim, çok tutturdum bir kedim olsun diye. Bizimkileri bir türlü ikna edemedim minik bir kedi yavrusu sahip olmanın bana çok iyi geleceğine. Kardeşimle birlikte kahramanca mücadele ettik, ama sonunda hep kaybettik ‘tüylü ev arkadaşı edinme savaşımızı’. Biz de ne yapalım, yazları dedemlerin bahçesine azımsanmayacak büyüklükte bir kedi ordusu toplayarak tatmin etmeye çalıştık hayvanlara karşı duyduğumuz sevgiyi. Arada uğrayan birkaç köpek de olurdu, kardeşimin kaplumbağası vardı bir de. Bahçenin kuytu bir köşesine saklanırdı, biz de saatlerce onu arardık, hem de panikle. Dünyanın en yavaş hayvanı değilmiş de, sanki koşup kaçacakmış gibi...
Sonra babamdan bir öneri geldi. Hem bizim hayvan sahibi olma isteğimizi yerine getirecek, hem de onların ‘tüy, mama, bakım’ endişelerini giderecek bir orta yol bulunmuştu: Akvaryum alacaktık.
Akvaryumu, motoru, taşı, yosunu, balığı derken su altı dünyasının küçük bir örneğini yaratıverdik salonumuzda. Tetra, lepistes, Japon... Rengarenk balıklarımız oldu böylece.
Ancak uzun sürmedi hevesimiz. Pazar akşamüstü başlayıp yatıncaya kadar süren akvaryum temizleme faaliyeti bir süre sonra hepimize zor gelmeye başladı. Kim yemlerini verecek? Sularını kim değiştirecek? ‘Zaten biz beslediğimiz hayvanı elimizle sevmek istiyoruz, balıkla olmuyor’ dedik, çıktık kardeşimle işin içinden. O akvaryum da annem kapıya koyuncaya kadar yıllarca durdu dolabın bir köşesinde. Boş ve boynu bükük bir halde?
Sonrasında balıklarla ilişkim dev akvaryum ziyaretleriyle gerçekleşti. İlk defa böyle büyük bir akvaryum gördüğümde şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. İçinde var olmaya alışık olmadığımız bir evren çünkü sualtı. Renkleri, sesleri, içinde barındırdığı değişik canlıları ile nefes alıp verebildiğimiz dünyadan çok başka bir dünya. İşte bu gizemli dünyayı bize gösterdikleri için seviyorum bu akvaryumları gezmeyi. Koskocaman bir köpekbalığına dokunabilecek kadar yaklaşıp, o sevimli canavar kolumu midesine indirmeden onu izleyebilme şansı verdikleri için.
Yazının Devamını Oku

Yeni başlayanlar için 3D kılavuzu

11 Mart 2011
Bir 3 boyut furyasıdır gidiyor. Nereye kafamızı çevirsek 3D (ya da Türkçe yazmak gerekirse 3B) işareti görüyoruz. Önce sinemalarda, bir camı mavi bir camı kırmızı gözlüklerle komik duruma düşme pahasına 3 boyutlu filmler izledik.

Sonra 3 boyutlu bilgisayar oyunları girdi hayatımıza. Ardından televizyonun da 3 boyutlusunu ürettiler. Bugün taşınabilir oyun konsollarının da 3D özelliği var, üstüne üstlük oynarken gözlük bile takmak gerekmiyor. Her şeyi Avatar’la James Cameron’un kocaman mavi adamları başlattı diye düşünüyordum aslında. Sonra bir araştırdım, bayağı eski bir hikayesi varmış bu 3 boyut teknolojisinin. Benim gibi bilmeyenler çoktur diye düşündüm, işte meraklısına kısa bir 3D kılavuzu...

173 yıllık teknoloji

Hayatımıza girmesi ve yaygınlaşması yeni olsa da, iki boyutun insana yetmemesi aslında çok eskilere dayanıyor. Nesneleri 3 boyutlu olarak incelemeyi mümkün hale getiren kişi Sir Charles Wheatstone adlı bir İngiliz mucit. 1838 yılında icat ettiği ‘stereoskop’ adlı bir alet sayesinde 3 boyutlu hayatın temellerini atan Wheatstone, günümüzde bu teknoloji ile neler yapıldığını görse epey şaşırırdı zannımca. Bu arada, yaptığı bu ‘stereoskop’ Londra’daki Bilim Müzesi’nde hala sergileniyor, nasıl bir aletmiş diye merak edenlere duyurulur.

İlk 3 boyutlu film

Özellikle foto ğraf sanatçılarının katkılarıyla gelişen 3D teknolojisi, 1922 yı lında ilk defa bir sinema filminde kullanılmış. 1915 yılında Edwin S. Porter ve William E. Waddell çektikleri kısa 3D görüntüleri halka açık gösterimlerle yayınlamışlar. Niagara Şelaleleri ve egzotik dansçılarından oluşan bu görüntüler bazı sinemacıları 3 boyutlu film yapmak için heveslendirmiş. 1922 yılında çekilen ve yönetmenliğini Nat G. Deverich’in yaptığı ‘The Power of Love’(Aşkın Gücü) ise sinemalarda gösterilen ilk 3 boyutlu film.

Görüntü nasıl elde ediliyor

Bu sorunun cevabı hem çok basit hem de karmaşık. 3D teknolojisi görme duyumuzla ilgili çok temel bir prensipten faydalanıyor. Bu prensip bizim derinlik algımızla ilgili. Biz dünyayı iki tane gözümüz olduğu için 3 boyutlu algılıyoruz. Bu iki göz beynimize birbirinin aynı iki tane fotoğraf gönderiyor. Peki , bu iki fotoğraf arasında ki fark ne? İki gözümüz arasında bir mesafe olması, bu iki fotoğraf arasında bakış açısı yani perspektif farkı yaratıyor. Ve bu küçük bakış açısı farkı sayesinde de beynimiz etrafımızdaki eşyaların boyutlarını hesaplıyor. Günümüz 3D teknolojisi de gözümüzün yaptığı bu işlemi tekrarlamaya çalışıyor aslında. Basitçe, 3D teknolojisi her gözümüze farklı görüntü göndererek bizde derinlik algısı yaratıyor. Elbette çok değişik teknikler ve değişik aletlerle ama o kısım gerçekten karmaşık ...

Sağlığa zararlı mı

Yazının Devamını Oku

Oyun oynamak ciddi bir iştir!

4 Mart 2011
Annemler bana ilk Barbie bebeğimi getirdiklerinde 7 yaşındaydım. Uzun bir yurtdışı seyahatine gitmişler, üstelik de beni götürmemişlerdi. Aslında kırgındım onlara. Kırgın ve kızgın... Ama valizden çıkan o uzun saçlı, sütun bacaklı bebek bir anda bütün öfkemi sildi. Zamanla bu ‘her haliyle mükemmel’ bebeklerden oluşan koleksiyonum genişledi, kadroya aksesuvarlar da eklendi. Taraklar, elbiseler, ayakkabılar... Hatta anneannemlere yastık yorgan bile diktirdim, her gece önce Barbie’lerimi yatırıp öyle girdim yatağıma.

Hatırlıyorum, kardeşimle oyun oynarken, her seferinde bambaşka dünyalar yaratırdık oyuncaklarımızla. Değişik hayaller kurar, farklı karakterlere bürünürdük. Özgür ve yaratıcıydık. Daha da önemlisi oyun, elimizdeki oyuncağın yapabilecekleriyle değil, kendi hayal gücümüzle sınırlıydı.

Günümüzde oyuncakların yerini teknolojik aletler alıyor. Oyun, hayal dünyasında kaybolup bambaşka birileri olduğun bir şey değil artık. Doğru anda, doğru tuşa bastığın bir puan toplama etkinliği. Görünen o ki, oyun oynamak da çocukluğun eskisi kadar önemli bir parçası değil bugün. Uzmanlar, çocukların özgürce oyun oynayabildiği sürenin 20 yıl öncesine göre haftada 8 saat daha az olduğunu düşünüyorlar. Bu 8 saatte, çocuklar oyun oynamak yerine kurslara gidiyor, sinema ve spor gibi yetişkinlerce hazırlanan etkinliklerle vakit geçiriyorlar. Oyunun yerini alan bir başka şey de televizyon ve bilgisayar. Araştırmalar günümüzde çocukların haftada ortalama 40 saatlerini teknolojik cihazlarla geçirdiklerini gösteriyor.

BÜYÜMEK İÇİN OYNAMAK LAZIM

Aslında oyun, özellikle de belirli kurallara bağlı kalınmadan, yaratıcı bir şekilde oynandığında, büyümenin önemli bir parçası. Çocuk bahçesinde ya da evin önünde arkadaşlarımızla oynadığımız oyunlar yaratıcılığımızın gelişmesini, sosyalleşme becerilerimizin artmasını ve bedenimizin güçlenmemizi sağlıyor. Gittikçe yoğunlaşan ve ev-okul-kurs üçgeninde geçen hayatlarında çocuklara hayal güçlerini özgürce kullanabilecekleri oyun zamanları yaratmak lazım. Bebeklerine eğlenceli hayatlar uydurabilsinler, sokakta dizlerini kanatmak pahasına saklambaç oynayabilsinler diye. Çünkü anlaşmazlıkların üstesinden gelme, inisiyatif alma, hızlı karar verme ve yenilgiyi olgunlukla kabul edebilme gibi hayatta çok işe yarayan bazı beceriler okuldaki ders programında yer almıyor.

HANGİ YAŞA HANGİ OYUNCAK

Çocuğun yaşı ve gelişimi oyuncak seçiminde çok etkili! Çünkü uzmanlara göre çocukların farklı gelişim basamaklarında farklı oyuncaklarla oynaması gerekiyor. Çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanı Öznur Simav Durusoy’a göre 6-12 yaş arasındaki çocuklar, genellikle rekabete dayanan oyunları tercih ediyorlar. Çekişmeye dayanan takım oyunları bu yaş grubunda öne çıkıyor. 69 yaş döneminde çocuklar Lego’ya, hobi setlerine, spor oyunlarına, yaşlarına uygun bilgisayar oyunlarına ve matematik ile ilgili oyunlara ilgi duyuyorlar. Ayrıca, neden sonuç ilişkisini kavratacak ve problem çözme becerilerini geliştirecek oyuncaklar bu yaş dönemindeki çocuklara uygun. 912 yaş arasında özgüven gelişimi ve akranlar tarafından kabul edilme önem kazanıyor. Bu nedenle sosyal becerileri geliştirecek kutu oyunları tercih edilebilir. Bu yaş grubunda çocuklar daha karmaşık yapbozları yapmaktan, zihinsel becerileri sınayan bulmacaları çözmekten ve bilim ile ilgili oyuncaklar ile oynamaktan keyif aldıkları için oyuncak seçimi bu yönde yapılabilir. 
Yazının Devamını Oku