Aziz Devrimci

Duyularınızı uyandırın...

21 Eylül 2023
“Bu devir sıradan insanın en parlak zamanı. Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir.” (Dostoyevski)

Dikkat ederseniz duyu ve duygularınızın uyuyup uyumadıklarını sormadım, çünkü uyuduklarını biliyorum. Hem de görmediğiniz rüyaları uyduracak kadar çok derinde bir uykudalar... Elinizdeki telefona bakarken kaydırdığınız görüntüler önce gerçek hayatla ilginizi, ardından da yaşamla alakalı duyularınızı bloke ederek gerçek ve doğal yaşamdan uzaklaştırmış... Üzgünüm ama farkında bile değilsiniz. Her şeyin doğallığını unuttuğunuz gibi kendi doğallığınızı da yaşayamıyorsunuz. “Aaa... Olur mu hiç... Biz organik besleniyoruz... Hem de ne dolu yaşıyoruz bir görseniz...” diyeceksiniz ama nafile ikna olmam... İçinizden geldiğinde sevginizi haykırmıyorsunuz mesela... İşinize geldiğinde haykırmaya başladınız... Yalan söylediğinizde doğal tepkimeyle kızaran yüzünüz, şimdilerde doğruyu söylediğinizde alarm verir halde... Öpüştüğünüz dudaklarla öptüğünüz beden plastikten olunca dokunduğunuzda doğal olarak kendiliğinden oluşan enerji alışverişi de güme gidiyor... Sadece naylon tadı damağınızda... Koku hafızası da kalmadı ki. Ve hatta anne kokusu bile yok oldu, ucuz ve suni aromatik kokular her şeye engel... Bedenleri güzel koksun diye insanlar eskiden kurutulmuş kokulu gül yaprakları yerlermiş... Şimdi ne yerseniz yiyin, inanın tatsızsınız... Bedeniniz ilaç, ruhunuz yalan olmuş... Önceden doğanın şarkısıydı mest olduğunuz, şimdilerde suni bir uğultuyla ATM’den inen paranın sesine vurgunsunuz... Alışverişlerde kartınız için sorulan ‘Temassız mı?’ sorusunu öylesine içselleştirdiniz ki kendinizle bile teması kestiniz... Eskiden olduğu gibi sevdiğiniz de olmuyor, çünkü anlamını değiştirdiniz... Gönül sevdiğine meyletmiyor artık, zira gözleriniz sadece görüntüye meyilli...

BİR FİLİSTİN HİKÂYESİ ‘JAFRA’

Arapça’da ‘Dişi Ceylan’ anlamına gelen ‘Jafra’ya Filistin topraklarında, özellikle de Batı Şeria bölgesinde yoğun olarak rastlanıyor. Aslında bildiğinizin dışında bir Filistin hikâyesi ‘Jafra...’ Nour adında Filistinli bir kadının, kendi vatanının binlerce yıldır zaten var olan kültürünü herkese haykırma, tanıtma ve hatta tüm dünyaya göstermek için kurduğu bir restoran ve daha fazlası. Restoranın logosunda da kullandığı 5000 yaşındaki zeytin ağacı ve doğal yaşamla birlikte sembolleşmiş coğrafyası ile Filistin ve Filistinlilerin de bir yaşamı, insani özellikleri, kendine has bir mutfağı, kültürü ve geleneksel yaşam tarzı olduğunun da anlatıldığı samimi, içten ve duygulu bir hikâye.

MUSAKHAN, MANAKİŞ, FATTOUSH...

Jafra’da henüz yapımına başlanmamış ama hepimizin yakından bildiği coğrafi işaretli Hatay künefesinin de anavatanının ‘Filistin’ ve ‘Nablus’ olduğunu belirtmeliyim. Akdeniz kıyılarına has mutfakların lezzetine ilaveten Filistin’in bozulmamış doğallığı da ilave edildiğinde bildiğiniz Akdeniz tatlarından daha lezzetli ve aromatik halini koruduğunu söyleyebilirim. Akdeniz salatası ‘Fattoush’ yediğinizde bunu fark edeceksiniz. Kuru zahter, susam, yerel peynir ve yerel zeytinyağı ile taş fırında pişirilen ve mutlaka tadılması gereken ‘Zahterli Pide’nin (Manakiş) zahteri (Dağ kekiği), Batı Şeria’nın kuzey bölgesi ‘Tulkarim’ şehrinden geliyor. Bayılacağınızı garanti edeceğim ‘Musakhan’ ise sumak ve soğanla pişirilen kemiksiz tavuk eti, yufkaların içine konularak rulo halde üzerine zeytinyağı serpiştirilerek fırınlanıyor, tadı efsane oluyor. Herkesin mutlaka tatması, dinlemesi ve öğrenmesi gereken efsaneye ulaşmak için, Hilal Mahallesi, Rabindranth Tagore Caddesi (eski 4. Cadde) 727.Sokak’a gidin. ‘Jafra’da restorandan fazlası var.

ANKARA MI? ANGARA MI?

Yazının Devamını Oku

Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri: Bozdağ Kasketleri

14 Eylül 2023
Hürriyet Ankara, ‘Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri’ ile nostalji yolculuğunu sürdürüyor. Bu hafta, Ankara Kalesi’nde 1963’lerden günümüze kadar gelen ve üç kuşağının(dede-çocuk-torun) bir arada bulunduğu Bozdağ Kasketleri’ne konuk olduk.

MEDENİ DEVRİMİN SEMBOLÜ ‘SİPERİ ŞEMSLİ SERPUŞ’

“Medeni olacağız. Buna mecburuz. Zihniyetlerini, fikirlerini medeniyetin emrettiği değişim ve yükselişe uydurmayanlar felaket ve ıstırap içindedirler.” Mustafa Kemal Atatürk

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1925 yılının Ağustos ayında Kastamonu’da söylemeye başladığı devrim sözlerine İnebolu’da da devam eder: “Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için laik bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta ‘Siperi Şemsli Serpuş’, bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine ‘Şapka’ denir.” Artık ‘Şapka’ sözcüğü ağızdan çıkmıştı ve ardından da 25 Kasım 1925’te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edildi. Kanunun ilk maddesi şöyledir: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller.”

Fotoğraflar: Ekin Hazal DOĞRUYUSEVER

İlkini geçen ay yayınladığımız Ankara’nın kuşaktan kuşağa hikâyelerinin ikincisinde geçen ay olduğu gibi yaklaşık yetmiş yıllık ve üç kuşağın birlikte çalıştığı bir hikâyemiz var. Geçen ay Hacı Bayram’daydık. Bu ay Kale Mahallesi’nin en popüler sokaklarının başında gelen ‘Can Sokak’ta ve 22 numaralı dükkândayız... Size de oluyor mu bilmiyorum ama ben Ankara Kalesi veya kaleye çıkan sokaklara her gittiğimde doğallığın huzurla birlikte yaygın kokusu ciğerlerime doluyor, keyifleniyorum... Sanki gerçek hayat buymuş ya da bu olmalıymış hissine kapılıyorum. Bilgeliğin, alçak gönüllülüğün, kanaatkârlığın ve bunların hepsinin bir arada olduğu erdemli insanların varlığında bu duygulara kapılmamak mümkün mü? Sessiz sedasız, kimseyi rahatsız etmeden, karşılıklı saygı çerçevesinde, etik ve ahlaki değerlerin hüküm sürdüğü bir yaşam tarzı hayal etmek zor olmamalı değil mi? Az önce okuduğunuz ve yukarıda bahsettiğim bu duygularla gittim. Geleneksel esnaflığın son temsilcilerinden ‘Bozdağ Kasketleri’ dükkânına girer girmez doğallığına mest oldum zaten. Çalışma tezgâhı, şapka ve kasketlerin dizildiği raflar... Duvara asılı fotoğraf, resim ve dualar... Etrafın düzeni ve çalışma dağınıklığı... Çaydanlık... Buharlı ya da kömürlü olmasa bile en az 50 yıllık eski tip ütünün duruşu... Gelişi güzel üst üste duran kumaş ve astar parçaları... Kalıplar... Şablonlar... Alın terinin bulaştığı renginden belli makas, yüksük ve cetveller... İplikler, yumaklar... Kumaşla birlikte çay kokusunun verdiği ve yüreğe işleyen huzur... Birinci kuşak Ali Bozdağ, ikinci kuşak Ali İhsan ve üçüncü kuşak Dilara...Sabri ile Türkan isimli sarman kedilerin oynaşmaları... Her şey o kadar doğal ki gerçek olduğunu düşünemiyor, kurgulanmış bir film sahnesindeymiş hislerine kapılıyorsunuz. Dükkânda doğal olmayanların sadece bizler ve sevgili Ekin’in deklanşörüne bastığı fotoğraf makinesinin sesinin olduğunu fark ettiğinizde ise içinizi buruk bir sevinç kaplıyor ve hatta rahatlıyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

Hatırla sevgili...

7 Eylül 2023
“Umut belki de gelecek sayfadadır. Kapatma kitabı...” (Cemal Süreya)

Başlığı gördüğünüzde içinizden mırıldandığınızı biliyorum... “Hatırla sevgili, o mesut geceyi...” Yazarken ben de mırıldandım tabii ki. Ve hatta, ne yazacağımı düşünürken gözlerimi bile yummuştum... “Hatırlamak” ve “sevgili” birbirlerine ne çok yakışıyorlar... Bir arada ne güzel duruyorlar değil mi? Baştan sona her harfi ayrı ayrı hatıra doluymuş gibi, ayrı ayrı sevgi yüklenmiş bize doğru geliyorlar. Kulağımızdan girip yüreğimizin en derinlerinde bizim bile ulaşmakta zorlandığımız yerlerine kadar dokunuyorlar. Sizi bilmem ama ben öyle duyumsadım. Tatlı bir hüzün... Anıların en akılda kalan anlarına duyulan özlemin yüze oturttuğu buruk ama mutlulukla parlayan gülümseme... “İyi ki yaşamışım” dediğinizde, çektiğiniz derin nefesi içinizde bir süre saklayıp yaşadığınız o anla hasret giderirken... “Ölsem de gam yemem” deyiminin anlamını kavradığınızda... İstemeden bıraktığınız nefesten sonra gayri ihtiyari çıkan “Ohhh” nidasıyla yaşama dönüş ve yeniden yeşeren mutluluğu hissedip umut tazelediğinizde. Hüzünlenmeyin lütfen... Siz hüzünlenin diye yazmadım. Geçenlerde Hollandalı ünlü kemancı ve orkestra şefi “André Rieu”un 2014 yılında İstanbul’da verdiği konserin görüntülerine rastlamıştım... Salondaki binlerce seyirci sahnedeki Johann Strauss Orkestrası’nın çaldığı “Hatırla Sevgili” şarkısına eşlik ederken yüzlerine yansıyan mutluluğu ve umudu görmeliydiniz. “Hatırla Sevgili” Muhlis Sabahaddin Bey’in Nihavend makamındaki semai bestesi olarak geçiyor. Bir de “Zar je morala doć (Gelmesi mi gerekiyordu?)” isminde Sırp halk türküsüymüş ayrıca... Aklıma “Filenin (Şampiyon) Sultanları” geldi, umut yüklendim... Rakibi Sırbistan için mırıldandım... “Hatırla sevgili... Eda’yı, Ebrar’ı, Melissa’yı, Zehra’yı, Hande’yi, Özge’yi... Siz de unutmayın…

VOLKAN “ÇIRAK” ARIYOR...

Gün geçtikçe efsaneleşen Abay Kunanbay Sokak’taki Volkie’s Burger’in her şeyi metalurji mühendisi sevgili “Volkan Yıldırım”; hazırlık ve pişirim yaparken günün neredeyse 12 saatini sıcak ızgara karşısında hiç oturmadan ayakta geçiriyor. Günlük olarak servis ettiği 32 burgerin (Bu sayı hafta sonları artıyor) brioche ekmeğinden, köftesine, sosuna kadar her şeyini kendi elleriyle hazırlıyor. Her yolum düştüğünde mutlaka uğruyor gerek kendisi, gerekse ona sürekli destek olan anne ve babası ile sohbet edip nefesleniyorum. Beyaz yakalıktan burgerciliğe geçiş yaparken müzik ve sanata ayırdığı vakti de hamburgere kaptırmış sevgili Volkan. Yaptığı işin hakkını verebilen esnaf sıkıntısı çektiğimiz bir dönemden geçerken Volkan’ın işine olan tutkusunu gördüğümde ilerisi için umutlanıyorum. Son gittiğimde “Protein Burger” hazırlıyordu... Göz yumurtalı ve özel soslu bir burgermiş. Amerikan filmlerindeki “Diner” sahnelerini anımsattı...

Burgerin yanına veya ekmek arasında köftenin üstüne koyduklarında ağzım sulanırdı. Protein Burger’in yapımını izlerken yine ağzım sulandı... “Çırak arıyorum” derken sesi yorgundu... “Çırak bulursam gitarımı getirip burger yiyenlere dinleti yapma planım var” dedi...Şahane olur...

LENİ ARTİSAN VE “KAHVE REÇELİ”

Yazının Devamını Oku

‘Telaş mı, tembellik mi?’

31 Ağustos 2023
“Şu telaşlarım bir bitse diyorum. Belki uzaklara giderim. Çoktandır gitmek istediğim yollar var.” (Ahmed Arif)

Hareket alanımız geniş olsa bile yetmiyor, içimize de dışımıza da sığamıyoruz... Fiziki güvenlikten ziyade, ruhsal güvenliğimiz için endişeleniyoruz... Sarılacak bir beden, tutulacak bir el, hissedilecek bir nefes ya da endişelerimizi, duygularımızı anlayacak bir yürek bakınıyoruz etrafta... Bulamadığımızda küsüyor, duygusallaşıp kendimize acımaya başlıyoruz... Kaçıp gitmek, uzaklaşmak arzusu kaplıyor yüreğimizi... Alıp ruhumuzu bir, lokomotifin dumanına takılıp, bir leyleğin kanatlarına asılıp, bir nehrin akıntısına kapılıp... Hatta rüzgârın savurduğu yapraklarla el ele tutuşup nereye olursa sürüklenip gitmek istiyoruz. Nedenini bilmeden, soru bile sormadan, olabildiğince uzaklara, uzağın da uzağına... Gözümüzü yumduğumuzda gördüğümüz huzurdur, kaçıp gitmek... TS. Elliot, “Her nereye gidersen git, yolun sonunda yine kendinle karşılaşırsın” derken, gitme isteğini, kendinden kaçışla ilişkilendiriyor, Cahit Zarifoğlu da hak veriyor, ama “Nereye kadar kendinden kaçabilirsin, ya geri dönemezsen?” endişesinde haklı bence. Aslında hepimizin de gayet iyi bildiği ama görmezden geldiği en doğrusunu ise “Yalanla kendini kandırmaktansa, gerçekle yüzleşmek iyidir” diyen Khaled Hosseini söylüyor. Tembelliğin ince çizgisi var... Anında hareket etmekle, bekleyerek hareket etmek arası bir noktada sıkışıyor... Esasında dışarıdan uyarılmayla uyanmaya alışkınız ancak her şeyi ertelediğimiz gibi kurduğumuz alarmın çalışını da öteleyebiliyorduk... Saatinden önce uyanmış olma ihtimali ile geç kalmış olma korkusu arasında bir yerdeyiz ve her iki ihtimalin de sınırlarını zorluyoruz... Telaş mı, tembellik mi? Bilemedim...

AZİM BEŞİKTAŞ DÖNERCİSİ

“Ankara’nın yarım asrı geçkin, en iyi ve en güler yüzlü döneri” yakıştırmasını Hacı Bayram Mahallesi, Tahtakale Sokak’ta bulunan ‘Beşiktaş Dönercisi’nin müptela olmuş müdavimleri yapmışlar. Dönerciyi ilk olarak 1952 yılında ‘Dede’ lakaplı Celal Çarhoğlu kuruyor. 1957 yılında evladı gibi gördüğü, Akif Karadaş’a namı diğer ‘Akif Usta’ya bırakıyor. O tarihten bugüne kadar da başta halen hayatta olan Akif Usta ile çocukları Raşit ve Remzi Karadaş birlikte getirmişler. Gazeteden sevgili Haşim Kılıç önermişti, bilmediğimi duyunca da ayıplamıştı hatta. Dönerciye gittiğimde ayıplamasının haklılığıyla yüzleşmek hoşuma gitti açıkçası. Böylesine keyifli, tarihi ve üstelik de benim en sevdiğim tarzda yani tüm ailenin hep birlikte el ele çalıştığı bir işletmeden bihaber olmak gerçekten ayıp. Hayran kaldım desem az bile... Remzi ve Raşit kardeşler salonda ve tezgâhta.. Eşleri Fatma ve Fatma hanımlar tezgâhın arkasında, çocuklar Ferhat, Elif ve Tuğba servis, kasa ve salonun her yerinde. Bildiğiniz tüm döner ve dönercileri unutun derim... Gidin ve bundan sonra benim gibi hayranı ve müptelası olacağınız efsaneyle tanışın...

WAFFLE (KÖŞESİ) CORNER

Yirmi küsur yıl önce ‘waffle’ kelimesine bayağı yabancıydık. Belçika ve özellikle Brüksel’e has bu pişmiş hamurun üzerine, erimiş çikolata, farklı meyveler, krem şanti ile soslar dökülerek oluşturulan tatlıya duyduğumuz hayranlığı fotoğraflara bakarak gideriyorduk. Yurt dışına gidenler görür, öğrenir, deneyimler ve gelip biz lokal kalmış meraklılara ballandıra ballandıra anlatırlardı. Çankaya, Turan Emeksiz Sokak’taki Kent Sitesi’nin altında açılan ‘Ankara’nın ilk wafflecısı’ ‘Waffle Corner’la tanışmam yirmi küsur yıla dayanıyor yani. Kapanmış olabileceği endişesine kapılsam da, waffle tutkunu ergen kızıma verdiğim sözü yerine getirmek için ilk tercihim bu nostaljik mekân oldu. Gittiğimizde açık oluşuyla sevindik tabii. Halen aynı kişilerin işletiyor olması ile eski dekor ve durumunu koruması nostaljiyi daha da keyifli hale getirdi. Waffle'ın lezzeti de nostaljik ve keyifliydi. Sosisli ve tostlarını da denemeye gideceğim ve bu da ayrı bir nostaljik lezzet verecek... Siz de gidin.

MARDİNLİ İÇLİ KÖFTE

Yazının Devamını Oku

Sorunsuzluk...

24 Ağustos 2023
“Hayaller ve gerçekler yarışır. Hayaller hep önde gider ama her zaman gerçekler kazanır.“ (Oscar Wilde)

Bazen garip duygulara takılıp kalıyorum... Kendime, çevreme ya da başkalarına karşı yeterli miyim? Böylesi garip düşünceleri kurcalamak sağlıklı bir ruh hali mi ondan emin değilim… Aklıma geliyor ve kurcalıyorum işte... Daha iyi olmayı isterdim, daha düşünceli, daha sorumlu belki de... Sorunsuz hatta... Daha iyi olmak, neye ve kime göre olacak? Bu da bir soru… Ancak doğru cevabı var mı, belli değil... Muamma. Herkesin değer yargısı farklıyken iyi olmak ile daha iyi olmak arasındaki kıstası bulmak çok mu kolay? Daha düşünceli ve sorumlu olmak arzusu anlaşılabilir... Bir farkındalık duygusu ile de aşılabilir hatta... Asıl mesele sorunsuzluk? Sorumsuzluk değil. Tırnak içine alıyor ve heceliyorum: “So-run-suz-luk” diye bir şey var mıdır? Sanmıyorum çünkü sorular, sorunları çağırıyor… Her soru bir başka sorun yaratıyor. Ve haliyle her sorun kendi içindeki sorularla daha da büyüyor. Mükemmeli bulmak adına sorular çoğaldıkça, sorunlar da aynı oranda çoğalıyor... Olmayı düşündüğün kişi ile aslında olduğun kişi arasında kalmakla ikilenmiş yaşamın, asıl ve gölge gibi ruhunu da ikilemesi yanılsaması hastalığına kapılmışsın... Haberin var mı? Aklınız karıştı, farkındayım… Özetle; gölgenin mükemmel görüntüsü için uğraş veren esasın çırpınışı, gerçeği değiştirmiyor. Mümkün olmayan mükemmellik için heba oluyorsun... Ruhunla birlikte bıraktığın hakiki sen, bir köşedeyken, mükemmelliyeti hayal eden beyninin kastığı bedenin; ruhsuzluğun soğukluğuna direnemeyecek; önce üşüyecek, sonra da donup kalacaksın. Ve sen bunun farkında değilsin...

CİHAN’DA ‘AŞK’ VAR

Oran’daki alışveriş merkezlerinin olduğu bölgeye gidenler ya da oralarda yaşayanlar “Cihan Kebap”ı mutlaka bilirler. İlk olarak 1983 yılında Kızılay Sakarya Caddesi’nde açılmış, şimdiki yerine de 2013 yılında taşınmış. Yıllardır müdavimleriyle aşk yaşayıp onlara da fazlasıyla yaşatan bu mahalle kebapçısını, Hürriyet Ankara’nın deneyimli muhabiri sevgili Ekin Hazal Doğruyusever önermese farkına varmayacaktım. “Mahalle kebapçısı” tabirini özellikle kullanıyorum zira bahsettiğim “Aşk”; Ankara’da artık yok denecek kadar azalan bu kebap dükkânlarında yaşanıyor sadece. Cihan Kebap’ın ikinci kuşak işletmecisi Abdurrahman Karaahmetoğlu; Ankara’da bu aşkı müdavimleriyle karşılıklı yaşayan son mahalle kebapçısı ünvanına sahip olma ihtimali yüksek. Bu yüzden “Cihan Kebap” ve çalışanları biz Ankara sevdalıları için ayrı bir öneme sahip olmalı. Hürriyet Gazetesi’nin hazırladığı “En iyi 10 Lahmacuncu” listesinde Ankara’yı temsil eden Cihan Kebap’ın “Trileçe” tatlısı da apayrı bir efsane. Ben sırrını öğrendim ama size söylemeyeceğim. Nefis tereyağlı “Yoğurtlu Kebap” genel favorilerimin arasına girdi. Cihan’da “Aşk” başkadır... Öneririm, mutlaka tadın.


MANTI ‘MAHARET’ İSTER

Yazının Devamını Oku

Çook sıcak...

17 Ağustos 2023
“Belki de günümüzde amaç, ne olduğumuzu keşfetmek değil, ne olduğumuzu reddetmektir.” (Michel Faucault)

Hayata hükmetmenin dayanılmaz cazibesine kapıldık... Hayatta kalabilme kuvvetinin, insandaki beden ve ruh sağlığı ile alakalı olduğu gerçeğini görmezden geldik. Gücün aslında biyolojik bir sonuç olduğunu unuttuk... Güç kelimesini dev aynalarla kaplayarak bambaşka bir anlama kaydırdık... Para gibi... Silah gibi mesela... Makam ve şatafat gibi maddesel kaynaklarla güçlenen, şişerek kabaran ve bu kaynaklar tükendiğinde tıslayarak sönen, sonra da kaybolan geçici bir balon olduğunu kabul etmedik. Doğal olmayan kaynaklarla güçlenen şeyin, insanın kendi kendine ürettiği kibirli egosuydu  ancak biz bunu biyolojik ve içgüdüsel algıladık... Kendimizi evrenin sahibi gibi görsek de aslında evrende toz zerreciği kadar yer kaplayan bir dünyada yaşıyorduk. Yaşadığımız dünyanın efendisi gibi davranıyor olsak bile, gerçekte doğanın içinde doğanın diğer bileşenleri gibi sadece bir parçasıydık... Doğada nefes alan her canlı gibi yani... Solucan veya balık gibi, kuş gibi, kedi gibi... Ve hatta elma gibi, kaktüs, asma ya da ısırgan otu gibi... O kadar... Evet evet! Ötesi yok. Biz buyuz ve bu kadarız. Güneş aydınlatıp ısıttığı sürece varız, su yoksa biz de olmayacağız... Yeşil nefes aldıkça biz de nefesleneceğiz...Arılar vızıldamıyorsa bizim şarkı söyleyebileceğimizi sanmayınız... Farkında değilsiniz ama suyumuz gittikçe ısınıyor... Çok sıcak... Belki son nefesimizde reddettiğimiz benliğimizin aslında tüm diğer canlılarla aynı olduğunu kabul edeceğiz... Ancak nafile artık... Çook sıcak...

ANKARA’NIN AFİLİ MEYHANESİ ‘AFİTAP’

Ankara’da keyfine ve damak zevkine düşkün olan herkes ‘Afitap Meyhane’yi bilir mutlaka. Altı yıl önce Kavaklıdere Tunus Caddesi’nde açılan “Afitap” Farsça’da “Özel ve güzel yüz” anlamında ve hatta Türkçe’de de özel bir kadın ismi... Güneş gibi parlak anlamı ile birlikte aydınlık yüzlü kadınlara da deniyor. İlk açıldığında şahane mezeleriyle ünlenen ‘Afitap’ın Tunus Caddesi’ndeki dükkânı neredeyse kapalı gişe hizmet verirken, herkesin kafasında, mezeleri hazırlayanın, anaç, dişil ve ateşli “Afitap” figürü, kadınla şekillenmiş. Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama meğerse tüm bu nefis mezeleri meyhaneyi Murat’la birlikte kuran alaylı aşçı “Zeynel Aksar” kendi elleriyle hazırlıyormuş. Sonradan Erdal ve Veysel’in katılımıyla büyüyen “Afitap”, Söğütözü Mahallesi’ne büyük bir şube açarak Tunus’ta oturacak sandalyeyi bulmakta zorlanan müdavimlerinin yüreğine su serpmiş.

AFİTAP  ‘MÜHÜR’

Geçtiğimiz günlerde Ankaralı ünlü oyuncu sevgili “Mert Karabulut” Afitap’ın yine Söğütözü’nde, meyhaneden ayrı olarak farklı tarzda ve lezzetin ateşle “Mühür”lendiği bir et restoranı açtığını söyledi... Meraklandım. Araştırma ve geliştirmeyi önemseyen yönetim kadrosuna sahip Afitap’ın iyi şeyler yapacağı fikri heyecanlandırdı ve hemen tadımı planladık tabii ki... “Mühür” restoran genel olarak meyhanede hazırlanan deniz ürünleri mezelerini, etli versiyonlara dönüştürerek farklı bir ağız tadı yakalamaya çalışmış. Izgara et ve ürünlerinden şahane yemekler tasarlamış. Koordinatör şef “Adıgüzel Yıldız” hepsini tek tek anlattı. Meze olarak sunulan “Et Turşusu”nu duymadığınıza eminim. Fümelenerek salamura edilen “Pikanya”, istiridye soslu “Domates salatası”, Hatay’a has şahane meze “Havan Ezmesi” ile tütsülenmiş etle hazırlanan “İrlanda Mezesi”ni mutlaka deneyin. Gittiğinizde Ankara’da hiçbir et lokantasında rastlayamayacağınız “Zırhlanmış kıyma, pastırma, kuzu bonfile, kuyruk yağı dana nuar ve biberle” hazırlanan “Madalyon” favoriniz olacak, demedi demeyin.

EMEK LOKANTASI

Yazının Devamını Oku

Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri: Ruşen Pastaneleri

10 Ağustos 2023
Hürriyet Ankara, “Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri” ile siz okurlarımızı nostaljik bir yolculuğa çıkarıyor. İlk olarak, 1950’lerden günümüze kadar ulaşan, üç kuşağın da (dede-çocuk-torun) bir arada bulunduğu Ulus’taki Ruşen Pastaneleri’ne konuk olduk.

ESNAF, ZANAATKÂR YA DA ARTİSAN

Dolandım misl-i cihan (tüm dünyayı) bulamadım başıma bir tane taç...
Ne eğride tok gördüm ne doğruda aç...
(Anonim)

Küçük çapta kol ve beden gücüne dayalı üretim yapan ve bu üretimin satışı ile birebir ilgilenen kişiye “esnaf” deniyor. Dilimize Arapça’dan geçmiş kelime, “sınıflar” yani “üretimleri farklarına göre sınıflandırmak” anlamına da çıkıyor. Eski dilde kullanılıp şimdilerde pek de izine rastlamadığımız “esnaf” kelimesini kafanızda canlandıramadıysanız; size sosyal medyadan aşina olduğunuz güncel dilde örtüştüğü şekilde izah edeyim. El yapımı yani emeğin elle becerileni veya eski dildeki karşılığı ile “zanaat...” Günümüzdeki kelime karşılığı ise İngilizce’den “artisan...” Bugünkü tabirle bağımsız çalışan, küçücük dükkânda üretim ve satış yapan kişinin yaptığı için adına “zanaat” yerine “artisan” deniyor.

*

Nasıl başlayacağımı bilemedim. Uzun zamandır yazmaya alıştığım bir yöntem ve formatın dışına çıkarken, duygusunu da hesaplamam gerektiğini düşünmeliydim. Yüklendiğiniz duygunun size eşlik edeceği satırlarda gezinirken kullandığınız her kelime önem kazanıyor. Zaman, mekân ve anlatacağınız konum gibi diğer eşlikçilerin de katıldığı duygu bütünlüğüne kapılmadan önce bir armoni oluşturmalısınız. Hem uyum içerisinde hem de geçmiş ve geleceği kapsayacak biçimde yol alacak armoninin aynı ahenkle ruhlara da hitap edeceğinin farkında olmalısınız. “Kuşaktan Kuşağa Ankara Hikâyeleri” sohbetlerimizin ilk hikâye önerisi Hürriyet Ankara Haber Koordinatörü’müz sevgili Fatih Tekeci’den geldiğinde, havasını koklamıştım. Zaman, mekân ve konumla birlikte yazıyı hayal edip duyguyu yüklenmem neyse ki çok uzun sürmedi, heyecanı ile birlikte kurgulamaya başladığım yazının ilk satırlarını az önce okudunuz.Ankara için büyük önem taşıyan, okurlarımızı çok eski yıllara götürecek olan bu sohbetlerimizi, genç gazeteci arkadaşım Ekin Hazal Doğruyusever’le birlikte her ay yayına hazırlamaya çalışacağız. Keyifle okuyup takip edeceğinizi umuyorum.

VASFINI KORUYAN VE YAŞAYAN BİR İŞLETME

Yazının Devamını Oku

Kontrolsüz duygular...

3 Ağustos 2023
“İnsanları değiştirmeye çalışmayın. Onları olduğu gibi reddedin.” (Niccolo Machiavelli)

Hiçbirimiz dört dörtlük değiliz... Hepimizin kontrol etmekte zorlandığı veya hiç edemediği duyguları, davranışları vardır mutlaka. Bu duygu ve davranışların hayatımıza yüklediği zorlukların yanı sıra sonuçlarının kısa sürede kendini göstererek bizi soktuğu abuk durumla yüzleşmenin mahcubiyeti ve olumsuzluklarını görmezden gelmek de... Ne bileyim? Fevri misiniz mesela... Yani anlık da olsa gözünüz kararıyor ve kendinizi kaybediyor musunuz? Saman alevi gibi yanıp kısa sürede kendiliğinden sönse bile yaktığını kül ediyor haliyle... Kırılan kalpler ya da işlenen günahların bedeli ne olur bilinmez...  Asabiyet var bir de, o da kontrol edilemiyor ama bu fevrilikten farklı bir duygu... Sürekli burnundan soluyarak yaşama durumu... Memnuniyetsiz, gergin ve tepkili gezinme hali... Olumsuzlukları görmeyi görev edinmiş olumsuz insanların genel tavrı. Bedeli koca bir yalnızlık... Zamanla çevresinde kimseleri bulamadığında asabi durumu sürer mi? O da belli değil... İlahi bir durum olmamasına rağmen yalan söylemek de kontrol edilemiyor maalesef... Yalanın hayatlarına kattığı sanal ihtişamı kısa süreliğine de olsa yaşamanın verdiği öz güven, alışkanlık yapıyor... Doğruyu söylemek akıllarına bile gelmiyor... Bir çeşit bağımlılık yani... Mübalağa veya abartma, kabartma sanatı da var. Bilirsiniz işte... Hani şu pireyi deve yapan cinsler... İnsanlığın en çok sığındığı ya da kullandığı durum ya da dikkat çekme hali... Hepimizde var biraz diyebilirim. En fenası da saflık olmalı. Hani şu aptallık derecesindeki saflık var ya... O işte... Sürekli aynı hatayı tekrarlayan saflara başka ne deniyor bilmiyorum... Siz söyleyin... Cühela mı? Kurnaz mı?

ŞU FIRAT’IN...‘BALCAN KEBABI’

Fırat nehrini bilirsiniz... Hani “Şu Fırat’ın suyu akar serindir... Oy... Oy derdo ölem... Akar serindir...” türküsünde suyu serin akan “Fırat Nehri.” Bu nehrin kenarında yetişen sebze ve meyveler de Fırat’ın türküsünde bahsedilen serin suyuyla sulanıyor. Hele bir patlıcanı var ki Fırat’ın kıyısında ‘Birecik’in Mezra köyü ve civarında yetişiyor, adına da “Mezra patlıcanı” deniyor. Hem çekirdeksiz hem sulu ve yumuşak etli olduğundan, başta “Patlıcan (Balcan) kebap” olmak üzere tüm patlıcan yemeklerine lezzet katıyor. Küçükesat, Bağlar Caddesi’ndeki “Efsane Kebapçı Selçuk Usta”ya “Patlıcan geldiğinde haber sal” demiştim; sağ olsun saldı haberi hemen gittim tabii... Yaza girdiğimiz şu sıcak ağustos ayının en serin tarafı Fırat boyundan gelen Mezra patlıcanıyla Selçuk Usta’nın babası Ahmet Usta’nın pişirdiği Balcan kebabı olmalı. Yerken Fırat’ın kenarında esen serin havayı soluyorsunuz... Selçuk Usta’ya gidin... Serinleyeceksiniz.

ROMA DONDURMACISI ‘METO’

Ben yaştakilerin çoğu “Roma dondurması”nı bilir mutlaka. İtalyan usulü kaymak dondurmanın müptelası olmamak mümkün değil. Roma dondurması ararken “Meto”yu duymuştum ama detayları bilmiyordum. Dikmen, Keklikpınarı, Hürriyet Caddesi’ndeki Meto Dondurmacısı’nda dördüncü kuşaktan ve aynı zamanda da babasından el almış bir dondurma ustası “Hüseyin Vatansever” anlattı. “Met” Yugoslavca’da “Bal” demekmiş, Meto da “Ballı” anlamındaymış. Ankara’daki en iyi dondurmacıların çoğu aslen Arnavut kökenli ve birbiriyle de akraba sayılabilirler. Meto’nun serüveni büyük büyük dedeyle İtalya’da başlıyor. İtalya’da dondurmacılığı Roma’da öğrendikten sonra memlekete dönen dedenin çocukları Ankara’ya geliyor ve Roma dondurmacılığını başlatıyorlar. Ankara’da 1956 yılından bu yana dondurmacılık yapan Vatansever ailesinin kurduğu “Meto Dondurma” halen eskiden olduğu gibi Roma’nın lezzetini Ankara’da uygulamaya devam ediyor. Karadutlusunu çok sevdim şahane ama yoğurtlu dondurması efsane... Mutlaka gidin.

BİZİM KÖFTECİ 

Yazının Devamını Oku