Armağan Çağlayan

Maraz aşkları seviyoruz

16 Mart 2005
Toplum olarak, yada ne bileyim milletçe hepimiz ‘marazi’ şeyleri mi seviyoruz, yoksa bana mı öyle geliyor? Son dönemlerde bakıyorum da, televizyonda en çok seyredilen dizilerin hepsinde ‘marazi aşk hikayeleri’ var. Örnek mi istiyorsunuz, buyrun Aliye, Yağmur Zamanı, Haziran Gecesi... Hepsi yayınlandıkları günün en çok seyredilen programları oluyorlar. Hepsi de marazi olaylar eşliğinde ‘marazi aşkları’ anlatıyorlar. Hatta o kadar ki, sadece anlatılan hikayelerin ‘başrolündeki aşklar’ değil, yan öykülerdeki aşklar da ‘marazi!’

Ben de üzerinize afiyet, ‘Aliye’ ve ‘Yağmur Zamanı’ dizilerinin fanatik bir izleyicisi olarak hiç kaçırmadan her iki diziyi de takip ediyorum. Hatta benim de bu dizilere olan tutkum o kadar ‘marazi’ bir hal aldı ki, özellikle Aliye başladığında cep telefonlarımı kapatıyorum, ev telefonunun fişini çekiyorum, telefonları kapatmayı unuttuysam eğer, telefonlar zır zır çalıyor ama ben yine de telefonları açmıyorum.

Her reklam arasına, sinemada verilmiş ‘beş dakika ara’ muamelesi yapıp, her türlü ihtiyacımı da bu arada görüyorum. Salı ve çarşamba günleri de asla ‘ev dışında’ herhangi bir program yapmıyorum. Benim bu dizilerle ilişkim de bildiğiniz ‘maraz’ bir durum yani!

Geçen haftaların birisinde Aliye dizisindeki her türlü aşk ilişkisi iyice ‘hastalanınca’, ‘Eyvah, bu diziyi de böyle batıracak bu senaristler’ dedim. Hani nereye kadar seyreder seyirci bu kadar ‘iç kıyan aşkları’ diye düşündüm! Ertesi sabah izlenme oranlarına bakınca ‘Bu da bana kapak olsun’ dedim içimden. Sonra izlenme oranlarını hafta hafta takip edince baktım ki, dizilerdeki aşklar ne kadar ‘hastalanırsa’, izlenme oranları da o kadar yükseliyor!

Hani şairin dediği gibi, ‘Mutlu aşk yoktur’ diyelim ama, bizim de toplum olarak bu kadar ‘maraza aşklara’ düşkünlüğümüzün sebebi ne ola ki? Belki de daha çocukluğumuzda evdeki anne-baba kavgalarından, ergenliğimizde bize ‘öğretilen’ ilişki kurma biçimlerinden, belki de bu ülkede doğup büyümekten dolayı hep ‘marazi aşkları’ seviyoruz. Ama sadece aşkta değil, bir çok şeyde düşkünüz ‘marazi’ şeylere.

* * *

Hastalandığımızda hemen ‘ölümü’ düşünürüz, işler biraz kötüye gitse ‘dünyanın sonu gelir’, her an herkese küsmek için her türlü sebebimiz cebimizde hazırdır. Hatta her şey beklemediğimiz kadar iyiye gittiğinde, tahtalara vurup, ‘Hayırdır inşallah’ bile deriz. Yarattığımız bütün ‘popüler kültür figürleri’ de marazlı bana sorarsanız!

Buyrun bendeniz, Bayhan, Semra Hanım, Günay Hanım ve Türkiye’deki her türlü yeteneğin tek bir merkezde toplandığı ‘üstün insan Sabri’, Haziran Gecesi’nden psikolog Duygu, anne Nebahat Çehre, Aliye’de Deniz’e aşık doktor kız. Hadi ‘maraz aşkları’ seviyoruz da ‘maraz insanlara’ ne oluyor?

Sadece ‘popüler kültür figürleri değil’, yarattığımız önemli ‘siyasal figürlerimiz’ de marazlı! Tek tek saymama gerek var mı? Bakın geçtiğimiz 15-20 yıllık siyaset arenasına, siz de bana hak vereceksiniz! Yazar çizer dünyasının ‘aydın figürleri’ de sağ olsunlar maraziler. Hele bazıları, konumları ve yaptıkları işler nedeniyle marazi figürlerle uğraşmaktan, onları incelemekten, onlar hakkında düşünmekten muzdarip, hepimizden daha maraziler!

Başımız da sonumuz da marazi anlayacağınız. ‘Balık baştan kokar’ dedikleri bu mu ola?
Yazının Devamını Oku

Ben yapmadım, o yaptıııııı!

14 Mart 2005
İnsanın yetişemeyeceği kadar tarakta bezi olunca, en kötü şey eve geç gitmek oluyor. Hani herkesin akşam yemeğini yediği, sonra da televizyonlardaki ana haber bültenlerini seyrettiği sıralarda, ben daha ya eve gitmek için köprü trafiğinde ya da başka yerlerde debeleniyor oluyorum.

Demek ki yine böyle saçmasapan trafikte debelendiğim günlerden birisinde, İstanbul polisinin büyük bir iştahla Dünya Kadınlar Günü’nü kutlayanlara attığı ‘meydan dayağını’ ve ‘kick boks’ tekmelerini kaçırmışım...

Şimdi kendi çapında yazılar yazan bir ‘köşe kapan’ olarak, gündemi takip etmem ve bu kadar önemli bir konuyu kaçırmamam gerekir değil mi? Ama gündemi takip edememek benim suçum değil. Trafiğe takılıyorum ve ana haber bültenlerini kaçırıyorum. (Çok şey kaçırmıyorsun mu dediniz!!!) Demek ki zaman zaman benim gündemi takip edemeyip, yazılarda zırvalamam kimin suçu: Trafiğin suçu!

Zaten birkaç hafta sonra eve gittiğimde, seyrettiğim, seyretmeyi istediğim bir takım programları da seyredemiyor olacağım. ‘RTÜK amca’, ‘Bundan böyle bir seyirci olarak, senin seyredebileceğin programlara ben karar veririm’ dedi. (Ne var canım bunda, koskocaman Kandilli Rasathane Müdürü ‘deprem dede’ oluyor da, Radyo Televizyon Üst Kurulu Başkanı ‘RTÜK amca’ olamaz mı?) Bütün uzaktan kumandalar çöpe! Yaşasın sansür! Yaşasın tek seslilik! İzlenme oranlarına göre bu programlar çok seyrediliyormuş, ne önemi var? Mühim olan, gelen ‘ihbarcı’ telefonları... Ki her daim Türkiye’de ‘ihbarcı’ olmak, niyeyse çok da kötü bir şeymiş gibi algılanmamıştır.

‘Toplumsal sorumluluk bilinciyle’, ‘reality show’ları ‘ihbar’ eden bu ‘duyarlı’ vatandaşlarımıza bir gün gidip, ‘F Tipi Cezaevleri ile ilgili bir imza kampanyası var, şu dilekçenin altını imzalar mısınız?’ deseniz, arkalarına bakmadan koşa koşa kaçar, hatta bir de suratınıza bakıp ‘Manyak mısın kardeşim sen, başımı belaya mı sokacaksın benim’ derler. O da ayrı bir mevzudur...

Ama şimdi eğri oturun, doğru konuşun, kim getirdi bu televizyonları bu hale? Kim suçlu? Tabii ki medya, değil mi! Yoksa olayın herhangi bir ‘kültür politikasıyla’ falan uzaktan ve yakından alakası yok!

Hem kim bu kadar ‘toplumsal sorunlara karşı duyarsız ve depolitize bir toplum’ haline getirdi bizi? Tabii ki ‘ihbarcı medya’... Allah’ın günü koy gazetelere cıbıldak kadın ve manken resimlerini... Yoksa ne alakası var bunun askeri müdahalelerle falan!

Hadi bırakın F Tipi’ni filan, bu ‘ihbarcı’ şahıslara ‘SSK Hastaneleri’nde çok kuyruk var, çıkın hakkınızı arayın’ deseniz bile boş! Onlar birden üç maymunun kör ve sağır olanını oynamaya başlarlar. Zaten SSK Hastaneleri’nde kuyruklar ve çekilen eziyetten de ‘ihbarcı medya’ suçlu!

Bu medya aslında Türkiye’de çok şeyden suçlu: Hızlı tren kazalarından, Emine Erdoğan’a Rusya gezisi sırasında verilen hediyelerden, küresel ısınmadan, İstanbul’da gerekli gereksiz, zamanlı zamansız yağan kardan, polisin attığı meydan dayağından, hatta bazı kişilerin sarı saçlarından!

Küçükken altından kalkamadığım bir yaramazlık yaptığımda, annem beni cezalandıracak diye korkar ve hemen kardeşimi göstererek ‘Ben yapmadım, o yaptı’ derdim. Çocukça bir bahane işte!

Ama benim çocukken, suçlu iken cezalandırılmaktan kaçmak için suçu kardeşime atmam pek masummuş meğer...

Pek de yerindeymiş demek ki!

Baksanıza koskocaman Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bile ‘yaramazlık’ yapınca ‘Ben yapmadım, ihbarcı medya yaptı’ diyor!
Yazının Devamını Oku

Sezer-Erdoğan terapi seansı

9 Mart 2005
Benim gibi ‘kafayı çizip’ ya da ‘ruh hastası’ olup terapiye gidenler bilirler, son dönemlerin en moda terapi yöntemi ‘serbest çağrışım’ denilen yeni yöntem. Bu yöntemde terapist, karşısındaki hastayı konuşulacak ‘konu’ ya da ‘olay’ hakkında yönlendirmiyor.

Hasta, her seansta istediği yerden, istediği şekilde konuşmaya başlıyor ve seans hasta tarafından seçilen bu konu üzerinde geçiyor. Ama bu yöntemin beni en çok sinir eden tarafı, seansın orta yerinde aniden başlayan ‘uzun sessizlikler’di. Anlatacak konunuz, söyleyecek lafınız kalmadığında, siz susunca terapist de susuyor. Ortada uzun, bitmek bilmeyen, sonu gelmeyen bir sessizlik oluyor.

İnsanın içi sıkılıyor tabii doğal olarak. Terapistlerin söylediğine göre de bu uzun sessizlikler sırasında ‘hasta’ kendi içinde bir yolculuğa çıkarak, ruhunun en derinlerindeki, en ortaya çıkmaz sorunlarını bulup çıkartıyormuş.

Bu sebeple de bu uzun ve insanı sinir eden, bakışlarını nereye kaçıracağını şaşırdığı sessizlikler, çok ama çok önemliymiş. Şimdi bayram değil seyran değil, nereden aklına geldi bu terapi seansları dediğinizden eminim! Ama bana göre hem bayram, hem de seyran vallahi!

* * *

Geçen hafta gazetelerde bir haber vardı. Bu habere göre, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçen hafta yaptıkları iki saat süren görüşme sırasında 30 dakika karşılıklı susup oturmuşlar. Hiç konuşmadan, serbest çağrışımla yapılan terapi seansı gibi!

Ben bu haberi okuduktan sonra hemen aklıma serbest çağrışımla yapılan terapi seansları geldi ve meraktan öldüm ben, bittim. İşte o an benim bittiğim andı. İflah olmaz merak duyguma belki de beş milyonuncu kez yenik düştüm!

Mesela, bu uzun sessizlik boyunca Erdoğan ile Sezer odanın içinde bakışlarını nereye çevirdiler? Birbirlerinin gözlerine baktılar mı? Ya da mesela Erdoğan nereye bakacağını bilemeyerek tırnakları ile mi oynadı?

Sezer, Çankaya Köşkü’nün camlarından, dışarıdaki ağaçların dallarını mı saydı? Ve önce kim konuştu ve ne dedi? Kimin için hangi mevzu çok önemliydi?

Yazının bundan sonrası eğlenceli bir fantezi!

* * *

n Sezer, ‘Ne olacak bu gelin kaynanaların durumu?’ demiş olabilir mi?

n Erdoğan ‘Efendim’ diye Günay Hanım gibi söze girerek, ‘Ben Günay Hanım’ın oğlu Sabri’yi tutuyorum, bu yarışma sonuçlanmadan RTÜK bu yarışmaları yasaklamasın, sadece aba altından sopa göstersin, yoksa bize ‘sansürcü’ hükümet derler... Hem Emine de yarışmanın sonucunu çok merak ediyor’ demiş olabilir mi?

n Erdoğan cebinden Bakanlar Kurulu’nda oynadıkları ‘İsim, şehir, hayvan, bitki’ oyununun kağıtlarını çıkartıp, ‘kızıl tilki’nin adının Türkiye’nin üniter yapısını bozucu nitelikte kasıtlı olarak konulduğu ‘gerçeğini’, bu oyundan sonra fark ettiğini söyleyerek ‘Biz kızıl tilki adını değiştireceğiz’ demiş olabilir mi?

n Sezer, ‘Sayın Erdoğan ne olacak bu sahte rakı meselesi? Bir kadeh içip rahatlayamayacak mıyız, gönül rahatlığıyla’ demiş midir?

n Erdoğan, Emine Hanım’ın Gülben Ergen’in yeni saç rengini hiç beğenmediğini söylemiş midir?

n Kurtlar Vadisi’nde Rauf Denktaş’ın oyunculuğu üzerine yorum yapmış olabilirler mi?

n Rauf Denktaş’tan sonra televizyon dünyasında dizilere ve oyunculuğa adım atacak politikacının kim olacağına dair iddiaya girmişler midir?

n Ne olacak Eurovision’da Gülseren’in hali demişler midir?

Hangisidir ilk konu acaba?

Ya da başka neler olabilir ki?

Biliyorum fazla merak kediyi öldürür!!!!
Yazının Devamını Oku

Açık teşekkür

2 Mart 2005
Dünyaya gelmemi sağlayan babama,

Beni dokuz ay 10 gün karnında taşıyan anneme,

Okuma yazma öğreten ilkokul öğretmenim anneme,

Bütün orta öğrenimimde bana öğreten ve beni eğiten canım öğretmenlerime!

Can sıkıntısından ve dedikodudan kurtulmak için, bütün bir ilk gençliğimi ‘okuyarak’ geçirmemi sağlayan bütün kasaba halkına,

Tam iki yıl boyunca ‘ya kazanamazsam korkusuyla’ eve kapanıp, bir üniversiteye girebilmek için, inek gibi ders çalışmama sebep olan ve bu sebeple ergenlik dönemimden, en önemlisi de hayatımdan tam iki yılımı başarıyla ‘çalan’ YÖK’e ve YÖK’ün şahsında ille de İhsan Doğramacı’ya,

1980 sonrasında girdiğim üniversitede hiçbir sosyal ve kültürel faaliyete izin verilmediği için, boş boş oturmak yerine, günümün altı saatini ders çalışarak geçirmemi, kalan zamanlarda da ‘entelektüel faaliyet’lerle sosyalleşmek yerine sadece ve sadece kitap okumamı sağlayan, 1982 Anayasası’nın mimarı Orhan Aldıkaçtı’ya ve ille de ‘kurucular meclisi’ne,

‘Depolitize’ olmamı sağlayan 1980 Askeri Müdahalesi’nin bütün komutanlarına ve netekim ille de Kenan Evren’e,

Büyürken ailem tarafından bana öğretilen ya da öğretilmeye çalışılan bütün ‘manevi değerleri’ değiştirerek, bana dünyayı ‘maddiyatçı’ değerler üzerine kurmayı öğreten, beni ve de benimle birlikte o dönemde yetişen milyonlarca genci ‘madde’nin esiri haline getiren Turgut Özal ve arkadaşlarına,

Bana bir yabani ot bile olsa dünya nimetlerinin değerini gösteren anneanneme, sadece rüyalara inanan ve ‘rüyalarımızın’ önemini bana öğreten dedeme,

O yıllarda her şeye rağmen ‘papatya’ olmayan ve olmayı reddeden anneme,

‘Prens’ olmayan babama ve ailemin diğer ‘prens olmaya’ ayak direyenlerine,

İlk kez ‘oy kullandığım’ 1982 Anayasası Halk Oylaması’nda içinden verdiğiniz oyun renginin belli olduğu zarflara rağmen, ‘Korkma oğlum, sen red oyu at’ deme cesaretini göstererek, beni yüreklendiren babama,

Hayatımı zorlaştıran takıntılarımın gelişip, kocaman olup, bugün hálá devam etmesinde büyük katkı sahibi olan, bütün yakın eş dost ve akrabalarıma,

Bu takıntılarımla hayatın daha güzel olduğunu bana gösteren, benden daha takıntılı arkadaşlarıma,

‘Gerçek insanlarla’, ‘mış gibi’ yapan ya da yaşayan insanlar arasındaki farkı bana öğreten ‘küçük şehir insanları’ ile, ‘show dünyası’nın ‘büyük’ kahramanlarına,

Belde silahla dolaşmanın ‘kötü ve çok da gereksiz bir gösteriş’ olduğunu bana ilk öğreten dayıma,

Bana ‘yargılamamayı’ öğreten, bir dönem okuduğum ve hálá okumaya devam ettiğim, bütün yazar ve çizerlere,

Benden ne iş, ne para, ne pul istemeden, iyi giyinsem de, kötü giyinsem de, ünlü de olsam, ünsüz de, beni olduğum gibi seven kedim Zeynep’e,

Bana ‘daha iyi yazmam’ adına şevk verdikleri için köşe yazılarım konusunda haddimi bildirenlere,

Bana bu yazıyı yazmamda ‘ilham kaynağı olan’ ve her sene Oscar törenlerinde içimi kustururcasına, annelerinden başlayıp dedelerinden çıkan ve yedi cedlerine dahi teşekkür etmeyi borç bilen ‘Oscar ödülü manyağı’ Hollywood sakinlerine,

Çok teşekkür ederim!
Yazının Devamını Oku

Sakın bunları yapmayın

28 Şubat 2005
Eğer yeteri kadar agresif, saldırgan ya da <B>kafanızda bardak kıracak </B>veya yarışmacı olduğunuz evde, başka bir yarışmacının <B>kafasına bardak fırlatacak </B>kadar ‘cesur’ değilseniz; Eğer herhangi bir yarışmadan Türk halkı tarafından ‘Artık seni bu ekranlarda görmek istemiyoruz, git bu evden’ denilip azat edilmenize rağmen, her ama her sabah, sabahın köründe gözünüzdeki çapaklarla kalkıp, giyinip süslenip bir televizyon stüdyosunda, ‘sabah şekeri’ sunucuların ‘öyle dememiş miydin’, ‘ama dememiş miydin’, ‘ama demiştin’, ‘öyle mi dedin, yoksa böyle mi dedin’ gibi sorularına tahammül gösterecek sinirleriniz yoksa;

Eğer her sabah ‘işsiz güçsüz, o stüdyodan bu stüdyoya gezen’ kadınlar tarafından sorgulanmak, tartaklanmak, silkelenmek istemiyor ve buna dayanabileceğinizi gözünüze kestiremiyorsanız, ünlü olmak amacıyla sakın bir ‘reality show’a katılmayın!

* * *

n Eğer stüdyodaki bu doymaz, hat ve sınır bilmez seyircilere gösterecek ‘bekaret raporunuz’ yoksa, zaten ‘evden dışarıya adım atmayı’ aklınızdan bile geçirmeyin!

n SSK’lı iseniz ve bu aralar hastalandıysanız, medyanın kopardığı ’SSK’larda kuyruk var, muayene olunamıyor’ yaygarasına inanıp, SSK hastanelerine gitmemezlik etmeyin. Diyelim ki hastasınız, gidin rahat rahat muayenenizi olun. Koskocaman Başbakan ‘medya abartıyor, o kadar kuyruk ve karmaşa yok’ derken yalan söyleyecek değil ya!

n Kitap okumayın, çalışkan bir öğrenci olmayın! Hayatı, ‘hayat pratiği yaparak’ öğrenin. Her türlü deliğe girin, çıkın, başınızı bu sebeple türlü belalara sokun! Teorisyen değil, pratisyen olun. Değerli vaktinizi okuyarak harcamayın! Bakın Başbakan’ın ‘okuyan bütün arkadaşları sürünüyormuş’. Siz de sürünmek istemezsiniz değil mi?

n Sevgilinizin size olan sadakat derecesini Ebru Gündeş gibi, olur olmaz yöntemlerle ölçmeye kalkmayın. Yoksa elinizde sadakati ölçülecek bir sevgili de kalmayabilir!

n Kendinizi Türk hekimlerine emanet etmek ne kelime, Türk hekimlerine iğne bile vurdurmayın!

* * *

n Gündemdeyseniz tartışılmayacak kıyafetler giymeyin. Oranızı buranızı açabildiğiniz kadar açın. Göğsünüzü, poponuzu... Bu konuda sınır tanımayın. Semra Özal bile beklediği tepkiyi gör(e)memiş baksanıza!!! Kıyafet seçiminde ‘tutucu’ olmayın!

n Evde boş boş oturmayın. Canınız sıkıldığı için gerekli gereksiz kurslara gitmeyin. Mesela İngilizce kursuna gitmeyin. Ne gerek var! Bunun yerine vaktinizi bir gün size mutlaka lazım olacak olan ‘oyunculuk’ kurslarında değerlendirin... Hayat bu, başınıza ne geleceği belli mi olur? Bir gün ‘oynayıp’ star olabileceğiniz, herhangi bir ‘reality show’un yıldızı olabilirsiniz! (Bkz: Size Anne Diyebilir miyim evi yarışmacısı Sabri’nin ‘acı itirafları!’)

n Sizden ‘birazcık yaşı büyük diye’, bir erkekten gelen, flört, kavalyelik, eşlik etme, beraber yemeğe çıkma, davetlere gitme v.b. (!) tekliflerini asla reddetmeyin. Belli mi olur, belki bu yaşlı şovalyeler bir günde şansınızı döndürüverirler!

n Asla ‘asla olmaz’ demeyin!
Yazının Devamını Oku

Star mı olmak istiyorsunuz

23 Şubat 2005
Türkiye’de ‘star’ olmak istiyorsanız, televizyon ve gazetelerde ‘boy göstermenin’ bazı kurallarına uymanız gerekiyor. Bir kere Türk halkı olarak ‘pısırık’ insan sevmiyoruz. Sadece ‘reality show’larda değil, mecliste, kurultaylarda, gazete köşelerinde de sevmiyoruz. Sevdiğimiz, tartıştığımız ve hatta yarışmalarda destekleyip ‘baş tacı’ ettiğimiz, insanların hepsi, ‘kavgacı’, ‘agresif’, ‘karıştırıcı’ insanlar. ‘Gelinim Olur musun?’ yarışmasında, Semra Hanım Teyze’yi eleştirmemize rağmen, baş tacı etmiş, tepemize oturtmuştuk ama, evden ilk elenen kayınvalide adayı da, evin en hanımefendi, en uyumlu, en sessiz, en suya sabuna dokunmayan insanı Cemile Hanım olmuştu. Tıpkı bu yarışmanın ikinci serisi olan ‘Size Anne Diyebilir miyim?’ yarışmasında da, Cemile Hanım’la neredeyse aynı özellikleri taşıyan İnci Hanım’ın elenmesi gibi. Ama belli ki bu hanımefendilik ve sessizlik, oy almak için gerek ve yeter şart değil. Ne kadar kavga, ne kadar çirkeflik yaparsanız, bunlar ‘oy olarak’ size geri dönüyor. Ben artık kesin kararımı verdim. Bu yarışmaların ‘ikinci turlarına’ katılanlar, yarışma başlamadan evvel ‘kavga’, ‘yalan dolan’ ve ‘çirkeflik’ provaları yaptıkları ‘kamplarda’ bu yarışmaya hazırlanıyorlar. * * * Eğer ‘kavgacı’ değilseniz ve tüm uğraşlarınıza rağmen bir türlü de olamıyorsanız, o zaman star olmak için bu yarışmalar dışında daha meşakkatli bir yolu tercih edeceksiniz. Önce o sıralarda ülkenin en güçlü siyasi partisinin ‘gençlik kollarına’ kayıt olacaksınız. Bu parti içinde ‘atak’, ‘cesur’ ‘liderini her platformda savunan’ birisi olarak liderinizin gözüne gireceksiniz. Daha sonra delege olacak, arkasından parti yönetimine gireceksiniz ama çalıştığınız siyasi parti gözden düşmeye başladığı anda, hemen yeni ‘yükselen değere’ transfer olacaksınız. Genç, dinamik, modern, gözükeceksiniz. Popülist olacaksınız, hatta o kadar popülist olacaksınız ki, ‘aykırı bir siyasi olarak’ bir şarkı yarışmasında ‘konuk jüri’ üyeliği yapıp, elinize sazı alıp, canlı yayında türkü bile söyleyeceksiniz! Hatta Nazım’dan şiirler okuyacaksınız. Kamuoyu oluşturduğunuza inandığınız anda da basacaksınız istifayı! Tek adam olmak için. Kabul ediyorum zor bir yol. Ama daha da zorları var. Önce Cumhurbaşkanı olup, sonra bir dizide oyuncu olmayı denemek gibi mesela. Fotoğraf çekmek kesmeyince, ‘Bana Türk basınında sansür var, ben de söyleyeceklerimi Türk televizyonlarının en yüksek izlenme oranına sahip, dizisinde söyleyeceğim’ kılıfını uydurarak mesela. Bu kadar yüksek izlenme oranına sahip bir dizinin yapımcılarının da işi gücü yoktu, dizide saatlerce Rauf Denktaş’ın Kıbrıs meseleleri konusundaki bitmek tükenmek bilmez görüşlerine yer verip, izlenme oranlarını düşüreceklerdi!!!* * * Ama son günlerin en gözde, en kolay ve en bereketli ‘star olma’ yolu Eurovision şarkı yarışması tabii ki! Ya olmadık bir şarkıyla yarışmacı olarak katılacak ve sonra döndüğü söylenen dolaplarla birinci olacaksınız, ya da ucundan kıyısından müziğe ya da show dünyasına bulaşmış birisiyseniz, Eurovision’un tartışıldığı canlı yayınlara konuk olarak katılmak ve orada ‘görüş beyan etmek’ fırsatını kaçırmayacaksınız. Ama bu tartışmalarda da mümkün olduğu kadar ‘agresif’ ve ‘ağır’ konuşacaksınız!Bunlar da olmadıysa, belli ki son zamanlarda ‘cinselliğiyle kafayı bozmuş’ olan Türk halkına, ‘250 yaşında bile bir kadını hamile bırakabilmenin reçetesini’ verecek, o da olmazsa ‘Hayata kazık kakmanın en pratik 25 yolu’ konulu bir dizi yazı yazacaksınız. İşte o zaman ‘gündeme’ geldiğinizin ve ‘star’ olduğunuzun resmidir.
Yazının Devamını Oku

Dumur oldum kal geldi

21 Şubat 2005
Ağzım bir karış açık kaldı! Nutkum tutuldu! Bu işin gerçekten suyu çıktı! Aslında yukarıdaki cümleler gördüklerimin, duyduklarımın karşısında yaşadığım şaşkınlığı belki de tam anlamı ile ifade edemiyorlar. Mutlaka daha iyi ifade eden cümleler bulunabilir bu durum için ama, ben bulamıyorum çünkü ‘dumur oldum.’ Çünkü bana ‘kal geldi!’

Geçen hafta Türk televizyonlarında gördüklerim bana bu sözleri sarf ettirdi. Hatta gördüklerim üzerine bir arkadaşımı arayıp ‘Sen bilirsin hangi dinde, kıyamete yakın toplumsal çürüme başlayacak deniyordu? Ben o dinin kutsal kitabını okuyup, neler öngördüğünü anlamak istiyorum’ bile dedim.

* * *

Önce kaynanaların kaynanası Semra Hanım’ın oğlu Ata’ya yaptığı kamera şakasını izledim. İster inanın ister inanmayın durum tam şöyle:

Semra hanım bir televizyon ekibiyle Ata’ya kamera şakası yapmak üzere anlaşıyor. Ve Ata’yı da yanına alıp röportaj yapmak üzere bir mekana geliyor. Röportajı yapan kişi, Ata’ya Sinem’le ilgili sorular sormaya başlıyor ve bir aşamada ‘delikanlılık’ hadiselerine falan girince, bu çocukla Ata yumruk yumruğa birbirlerine giriyorlar....Semra Hanım’da oturduğu yerden bu kavgayı hafif müstehzi, ama ekrana çıkmaktan mutlu bir ifade ile izliyor. Ama öyle böyle değil bildiğiniz yumruk yumruğa bir kavga...

Bu görüntülerden sonra geçtiğimiz hafta Kelebek gazetesinde yayınlanan Semra hanım ile yaptığım röportajın sonunda söylediğim bütün cümleleri geri alıyorum. Meğer ne kadar medyatik olmaya meraklı, meğer ne kadar sonuç için her yolu mübah gören, meğer ne kadar hiç utanması arlanması olmayan bir kadınmış bu yahu! Bu kadar mı insan dur durak bilmez? Bu kadar mı bir insanın ’süper egosu’ yok olur? Bu gidişle Bayrampaşa’daki evinde yaşayıp kendini Ataköy’de yaşıyor sanmaya devam edecek anlaşılan!

Çarşamba sabahı Seda Sayan’da yaşanan ‘realitiy show kahramanlarının süfli kavgası’ ise, insanın gözlerini yuvalarından uğratacak biçimdeydi hakikaten! Adviye Hanım’la Nurçin arasındaki ağız dalaşının, fiziksel şiddete dönmesi ve Nurçin’in Adviye Hanım’ın oğluna ‘karı kılıklı şey’ diye bağırması üzerine, damat adayının geçirdiği sinir krizi görüntüleri ve bu kavgadan sonra migreni tutup başını bağlayan Seda Sayan’ın kavgaya doyamayıp, sabah konukları stüdyoya getiren serviste yaşanan kavgayı anlatması için servis şoförünü programa çıkartıp ballandıra ballandıra kavgayı anlattırması ise ayrıca rezaletti!

Olacağı da buydu!

Perşembe akşamı ‘Size anne demesem olmaz mı?’ evinde yaşanan ‘ihbar mektubu’ rezaleti ise evlere şenlik bir durumdu! Yani bütün bir programı ‘eve gelen mektup’ diye bize seyrettirip (düşünün ki bunca yılın televizyoncusu olarak ben bile düşüyorsam bu tuzaklara siz niye düşmeyesiniz? İçiniz rahat olsun!!!) Ortaya çıka çıka eski bir aşk mektubu çıkınca, yaşadığım hayalkırıklığını siz düşünün artık. Ama o mektup okunana kadar soruşturma yapan bir polis edasıyla her çifti karşısına oturtup ‘itiraflarını’ ağızlarından almaya çalışan, alamadıkça da iyice ‘tehditkar’ sözler sarf eden Ebru Akel ise ayrıca görülmelere değerdi doğrusu! Zaten mektup okunduktan sonra ‘dünyada tek, nadide ve kainatta başka eşi ve benzeri bulunmadığı’ annesi Günay Hanım tarafından ilan edilen Sabri’nin burnundan akan ter damlaları ile annesi ile sürekli birbirleri ile çelişen beyanatları(!!!) da işin üzerine tüy dikti hakikaten!!

Tabii bende ‘toplumsal çürümeye’ tutulmuş ve bundan geri duramayan bir televizyon izleyicisi olarak cuma günü hiç televizyon seyretmedim sanmayın. Yasemin Bozkurt’un programında ‘Dokuz yıl sonra karımla ilk kez geçen hafta cinsel ilişkide bulunduk, çok güzeldi’ diyerek hayatının itirafını bir panonun arkasından yapan ‘koca’ ile, Gülben Ergen’in canlı yayınında Tülin ile telefonda konuşurken, önünde duran su dolu bardağı vurarak kafasında bu bardağı kıran Caner’i, ve yine aynı programda Gönül Yazar’a evlenme teklif eden Semra Hanım’ın eski kocası, yeni jön Hamit Bey’i görmedim sanmayın.

* * *

ATV’de ‘örnek sevgi aileleri’ yaratacağız diyerek dört ailenin bir eve sokulduğu yarışma programını izliyor musunuz? Geçen hafta yayınlanan ilk bölümünde yarışmanın ‘sunamayıcısı’ Ceyda Düvenci, Kayahan’dan bir türlü boşalamayan ‘sevgi kelebekliği’ konumunun varisi olduğunu gözümüze gözümüze sokarak ‘Hadi babana seni seviyorum’ de, deyip, canlı yayında bunu söyletip, bir aileyi ‘sevgi ve sevinç gözyaşlarına’ boğmasına rağmen, bu hafta ‘sevgi kelebekliğinden’ vazgeçti ne yazık ki! Türkiye’nin ‘ördek aileleri’ daha yarışmanın üçüncü gününde birbirlerine hakaret, kavga kıyamet diz boyu idi maşallah! Nazar değmesin inşallah!

Bu gördüklerimiz gerçekten kıyamet habercisi olabilir mi?

Peki hepimiz şikayet ediyoruz etmesine ama seyretmekten de bir türlü geri duramıyoruz. Peki çözüm nerede? Televizyon yöneticilerinin ve yapımcıların kararlarında mı? Bütün TV yöneticilerinin yapacağı bir zirvede mi? Bu tür programlar yayınlamamakta mı? Yoksa reklam verenlerin, reklamlarını programın ratinglerinden öte kalitesine bakarak vermelerinde mi?

SİZCE NEREDE?
Yazının Devamını Oku

Şaşırdım! Şaşırmadım!

16 Şubat 2005
Son iki yıldır her şey iyi gidiyordu oysa ki! Televizyon karşısındaki seyirci memnun, basın memnun, Bülent Özveren memnun, hatta herkes memnundu! Yılların ezikliğinden kurtulmuştuk en azından. Ama görünen o ki, yeni TRT yönetiminin üstün çabalarıyla eski ‘ezik’ günlerimize bu yıl tekrar döneceğiz.

Ben en çok Bülent Özveren için üzülüyorum! Şimdi puanlama için her yeni ülkeye bağlanıldığında aynı ‘umut’ dolu sözleri söyleyip, ‘Türkiye no point’ ‘Türkiye one point’ laflarını duyunca yine işi politikaya dökmek zorunda kalacak!

‘Zaten Yunanlılar bizi hiç sevmez falan diyecek!’ Ama bu kez ‘sıfır’ puan vermekte haklılar. Hatta bu kez Bülent Özveren ‘Sevgili seyirciler görüyorsunuz işte her şey ne kadar politik’ dediğinde, hiçbir zaman olmadığı kadar haklı olacak!

AKP yönetimi tarafından TRT yönetimine getirilen Şenol Demiröz, Türkiye’nin İngilizce bir şarkıyla temsil edilmesini politik sebeplerle doğru bulmadı ama, yarışan bütün şarkıların anaokulu rondu, katılan bütün sanatçıların danslarının da okuma bayramı rondu seviyesinde olmasını doğru buldu nedense!

Bu kadar yarışma açtınız, bıraka bıraka finale bu şarkıları mı bıraktınız?

Türkiye’de besteci sıkıntısı mı var? Yoksa hiç kimse Eurovision’da arz-ı endam mı etmek istemiyor? Akıllarına ‘Opera’ faciası gelince vazgeçiyorlardır belki de!

* * *

Cumartesi akşamı da, zorunlu olarak emekliye ‘ayırılması’ tiyatro camiasında büyük olay haline gelen Yıldız Kenter’in, bir komedi dizisinde Sibel Can’la karşılıklı ‘Saklambaç’ oynuyor olmasına şaşırdım! Çünkü genel olarak ‘usta tiyatrocular’, ‘popüler kültürün getirdiği şöhret sayesinde, sonradan oyuncu olmuş kişilerle’ aynı dizide başrol oynamayı istemezler. Hatta oynayanları da küçümserler! Bu durum da beni çok şaşırttı!

Aslında cumartesi akşamı, televizyonun karşısına geçip ‘şaşırmalara doyamamak akşamıydı...’ Mutlaka görmüşsünüzdür, görmediyseniz de anlatanlar olmuştur, Türk televizyon kanallarının nur topu gibi iki adet ‘yepyeni’ reality show’u daha oldu. Hálá Türkiye sınırları dahilinde yaşayıp da, reality show’lara katılmayan Türk vatandaşının kalmış olması ve henüz katıl(a)mayanların da, gördüklerinden, seyrettiklerinden, okuduklarından akıllanmayıp, hálá bu yarışmalara katılıyor olmaları beni Yıldız Kenter- Sibel Can ikilisinden daha da çok şaşırttı!

* * *

Ama beni en çok şaşırtan şey ne oluyor biliyor musunuz?

Aydın’ın sunduğu ‘Sabah Yıldızları’ programı ile aynı saatlerde, Aydın’ın eskiden oynadığı ‘Eltiler’ isimli dizi de bir başka kanalda yayınlanıyor. Bir sabah, bir yeni Aydın’a, bir de eski Aydın’a bakın. Gözlerinize inanamayacak ve çok ama çok şaşıracak, estetik denen şey bir mucize değilmiş diyeceksiniz!

Hafta sonunu bu kadar şaşırmakla geçirince şaşırmaktan çok yorulmuş olmalıyım ki haftaya şaşır(a)mayarak başladım! 14 Şubat Sevgililer Günü’nde her yer 31 Aralık gününü andırırcasına vıcık vıcık ve kıppppkırrrmızı kalplerle doluydu tabii ki!

Şimdi bu gece ana haber bültenlerinin ‘vıcık aşk konukları’ kimler olacak diye merakla beklemekteyim. Ama çıkacak hiçbir çift beni şaşırtamaz sanırım!

Günün anlam ve önemine binaen Star TV’de ‘Dertlar Derya’ adlı yepyeni bir ‘dert dinleme’ programına başlayan Derya Tuna’yı ilk canlı yayınında İbrahim Tatlıses’in aramasına, İbrahim Tatlıses’in bu jestine karşılık da Derya Tuna’nın gözyaşlarını tutamamasına, hiç ama hiç şaşırmadım mesela!

Bu konu bolluğunda konu sıkıntısı çeken biz ‘köşe kapanların’ çoğunun, 14 Şubat Sevgililer Günü yazısı yazmasına da hiç şaşırmadım mesela!

Neyse, Allah şaşırtmasın!
Yazının Devamını Oku