Ahmet Altan

Semih Bey, Şinasi Bey Emel Hanım ve hayat

5 Kasım 2006
Hayatı hafife alırdı.<br><br>Ama işini değil. "Karikatürün büyük ustası..."

Kaybetmiştik.

Ve ölüme alışılmıyordu.

Duygular yığınlar halinde kayıyordu içimde ve altlarında birçok kahkaha ezilip ölüyordu.



Bir toprak kayması gibi içimdeki duygular yığınlar halinde kaymaya başladı, hızla kayarak birbirinin üstüne yığılıyorlar, gençliğime ait birçok anı belki de bir daha asla eski neşesine kavuşamayacak şekilde duyguların altına gömülüyordu.

Televizyonda Semih Bey’in yüzü bana bakıyordu.

Ölmüştü.

Ama ölmemiş gibi gülüyordu.

Kayan duyguların bıraktığı boşlukta yankılanan bir ses "karikatür sanatının en büyük ustalarından birini" kaybettiğimizi söylüyordu.

Taş değmiş bir sırça köşk gibi bütün camlarım şangırtılarla kırılıyordu.

Gördüğüm kaçıncı ölüm.

Ama ölüme alışılmıyor.

Her biri, ilk kezmiş gibi aynı şiddetle geliyor.

Karanlık tünellere girer gibi o ölüm haberlerinin içine giriyor ve her seferinde biraz daha eksilmiş olarak çıkıyorum.

Semih Bey, birçok insandan olduğu gibi benden de bir şeyler alarak gidiyor buralardan.

Emel Hanım’ın okul koridorlarındaki yürüyüşünü hatırlıyorum.

Genç yaşına rağmen erken beyazlaşmış saçlarının kırçıllığını inatçı bir zarafetle sergiler, Adanalı bir hanımağa ile incelikli bir entelektüelin çekici melezliğini taşıyan kişiliği ile bütün öğrencilerini etkilerdi.

Kocasının cenazesinde, Hıncal Uluç’a, "Neden dostunun gitmesine izin veriyorsun Hıncal" demiş ağlayarak, "Bak tabutunu götürüyorlar."

O kabadayı halinin altında naif bir kız çocuğu da barındırırdı.

Gizli bir aşk beslerdim ben Emel Hanım’a.

Hálá da o aşk orada öyle durur.

Arada bir evlerine gittiğimde Emel Hanım, lise ikide evlenen laf dinlemez öğrencisini sevecen bir şekilde azarlarken, Semih Bey onu tanıyan insanların asla unutmayacağı kahkahalarıyla araya girerek beni korurdu.

Karikatürü tablo gibi yapardı Semih Bey.

İnce ince, ayrıntılı çizerdi, onun çizgileri bana nedense söğüt ağaçlarını hatırlatırdı, o salkım söğütleri.

Zor zamanlarda da görmüştüm Semih Bey’i.

Hapishanenin kapısında babamla çekilmiş resmi duruyor bende.

Acılı günlerde, kabarık bulutların arasından çakan şimşekler gibi esprileriyle, hikayeleriyle, kahkahalarıyla bir aydınlık yaratırdı.

Bir keresinde onu karikatürünü çizerken odanın aralık kapısından seyretmiştim.

Şaşırmıştım.

İnanılmaz bir ciddiyet ve yoğunluk vardı yüzünde, burnunun üstüne yerleştirdiği bir gözlükle önündeki kağıda doğru eğilmiş çiziyordu.

Onda hiç rastlamadığım bir haldi bu.

İnsanların yüzünde bir gülümseme yaratmak için çizerken, yüzündeki gülümseme kaybolmuştu.

Sonra yanımıza geldiğinde biraz önce kağıdın üstüne ciddiyetle eğilen adam o değilmiş gibi yüzünde gene hayatı hafife alan bir gülücük vardı.

Hayatı hafife alırdı.

Ama işini değil.

"Karikatürün büyük ustası..."

Kaybetmiştik.

Ve ölüme alışılmıyordu.

Duygular yığınlar halinde kayıyordu içimde ve altlarında birçok kahkaha ezilip ölüyordu.

Bir daha duyulmayacak birçok kahkaha.

Bir daha duyulmayacak birçok ses.

Bir daha çizilmeyecek birçok çizgi.

Bir sendika odasında yapılan konuşma, bir yaz bahçesindeki neşeli sohbet, bir hapishane kapısındaki çileli bekleyiş, bütün hayatının çöktüğünü sandığın anda seni yeniden yüreklendiren dostça bir ses, nice ortak anı, o anıların iki sahibinden birini kaybediyor şimdi.

Anıların ikinci sahibinden epey bir şeyler eksilterek.

Ben de öldüğümde, Semih Bey’in elini omzuma koyarak söylediği birçok söz de bir daha hatırlanmamak üzere kaybolacak.

Ölüm sadece insanları almıyor, yaşanmış olanları, biriktirilenleri, sevilenleri de alıp götürüyor.

Semih Bey’in çizgileri hep hatırlanacak, insanların duvarlarını süsleyecek, defalarca yeniden yayınlanacak, kitaplar halinde raflarda, masalarda duracak ama onun bana dediklerini, babam hapisteyken demir masalı dar bir odada yaptığımız konuşmayı, hapishaneye giderken arabada söylediklerimizi kim bilecek, kim hatırlayacak?

Her giden, kendisiyle birlikte ne kadar çok anı götürüyor.

Bir başka usta, edebiyatın ustası Abdülhak Şinasi Hisar, "Bu geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara dönmek ve müsaade buyurun, dünyada ilk adımlarımı bir musiki gibi duymama sebep olmuş bu ruhlara teşekkür vazifemi ifa etmek için bir ölüm ninnisi, bir ölüm ilahisi, bir ölüm duası söyler gibi imkanım nispetinde, hep hatıralarını saymak istiyorum" diyor sevgili ölüleri için.

"Geçmiş zamanın ona sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara dönmek, hep hatıralarını saymak isteyen" Şinasi Bey de yazabildiklerini yazıp, yazamadıklarını yanına alarak sevgili ölülerinin arasına katıldığında kim bilir neler kayboldu, kaç kelime, kaç söz, kaç gülümseme, unutulmayacak sanılan kaç duygu sonsuz bir sessizliğin içine kaydı.

Semih Bey’in kahkahaları onu tanıyanlar yaşadıkça yaşayacak, o şenlikli, şerbetli, insanın içine ferahlık veren gülüş hep duyulacak, o insanlar da gittikten sonra peki?

En ağır kederi taşıdığında o kedere seninle omuz verip, fısıldadığı bir iki sözle dünyayı geçici bir süreliğine de olsa bir gülistana çevirmeyi başaran o mucizenin sesi ne olacak?

O sese bir ömür alışmış olan Emel Hanım ne yapacak?

"Dostunun gitmesine neden izin veriyorsun Hıncal" diyen o çaresiz küçük kız, erken ağarmış saçlarını geniş alnının üstünde daha genç yaşında bir meydan okuma gibi taşıyan o Adanalı kabadayı hanımağa, insanların küçük hesaplarıyla müstehzi bir gülümsemeyle dalga geçen sanat tarihçisi, benim unutulmaz Emel Hanım’ım ne yapacak?

Başındaki dağdağa biraz geçtikten sonra kapısını çalacak olan eski öğrencisini gördüğünde ne diyecek?

Ben ne diyeceğim?

Eksildiğimizi bileceğiz, o eksikliği artık kapatamayacağımızı da...

Ölüm hayatın bir parçası, bunu öğrendim.

Ölüler hayatın nesi?

Artık yoklar ve yokluklarının ruhlarımızda yarattığı eksiklikle eskisinden de fazla varlar, eskisinden de fazla hissediliyorlar.

Basınköy’deki evimizi hatırlıyorum, her biri bende başka bir iz bırakmış olan misafirleri, "dünyada ilk adımlarımı bir musiki gibi duymama sebep olmuş" insanları, şakalaşmalarını, belalara karşı direnişlerini, zekice nüktelerini, ölümle ve hayatla dalga geçmelerini, onları sevgiyle ağırlayan annemi.

Aralarında annemin de olduğu bazıları buralardan gittiler.

Bazılarıyla yollarımız ayrıldı.

Ama "dünyada ilk adımlarımı bir musiki gibi duymama sebep olmuş bu ruhlara", çocukluğumun ve gençliğimin unutulmaz kahramanlarına hep minnet hissettim.

Semih Bey, çizgileri, kahkahaları, en ağır, en baskılı günlerdeki dostluğu ile benim kahramanlarımdan biriydi.

Küçük bir oğlandım ben.

O genç bir adam.

Emel Hanım, genç bir kadın.

Semih Bey öldü.

Ben yaşlandım, Semih Bey öldü, ben biraz daha yaşlandım.

Emel Hanım, hálá genç bir kadın.

Benim öğretmenimdi.

Şimdi onu kendi kızım gibi hissediyorum.

"Dostunun gitmesine neden izin veriyorsun Hıncal" demiş.

Benim güzel, küçük kızım Semih Bey’in tabutu giderken öyle demiş.

"Bu geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara dönmek istiyorum" diyor Abdülhak Şinasi Bey.

"Geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi içinden bu ruhlara" ben de dönmek istiyorum Şinasi Bey, ben de o ruhların hatıralarını yad etmek, o eski sofraları bir daha yaşamak, onca belaya karşı hiç aldırmadan gülen o genç adamlarla genç kadınları bir daha görmek, annemin yüzüne bir daha bakmak, o kahkahaları bir daha duymak, her seferinde biraz daha ağırlaşan kederden kurtulmak, her biriyle biraz daha eksilen ruhumu yeniden tamamlamak, her biriyle biraz daha unutuluşluğa itilecek kişisel anılara sıkı sıkı tutunmak, her biriyle bir kış kayıkhanesi gibi sert dalgalara teslim olup ıssızlaşan içimi tanıdık seslerle şenlendirmek, yeniden kalabalıklaşmak istiyorum.

Emel Hanım, o müstehzi gülümsemesiyle beni hırpalayıp, gençlik yaramazlıklarımla dalga geçsin istiyorum.

Semih Bey’i, önündeki kağıda eğilip çizerken bir daha görmek istiyorum.

"Geçmiş zamanın bana sinmiş gölgesi..."

Her ölümle o gölge büyüyor, her ölümle ben daha çok gölgeleniyorum.

Neşeli nakaratlarla başlayıp ağır ağır kararan kederli bir şarkı gibi yaşıyorum bu hayatı.

Bir toprak kayması gibi, içimdeki duygular yığınlar halinde kayıyor.

Ziyaretinize geleceğim Emel Hanım.

O kabadayı hanımağa, "zamanın kendisine sinmiş gölgesi içinden" bir gülümseme bulabilecek mi?

Gülümseyebilecek misiniz?

Ben gülümseyebilecek miyim?

Yoksa artık duyulmayan neşeli bir kahkahayla başımızı önümüze eğip, gözlerimizi birbirimizden saklayacak mıyız?

Semih Bey’in yüzü bana bakıyor.

Ölmüş.

Ama ölmemiş gibi bakıyor.

Ölmemiş gibi bakıyor Emel Hanım, hiç ölmemiş gibi...

Zamanın bize sinmiş gölgeliğinin içine hiç çekilmemiş gibi...
Yazının Devamını Oku

Sadakat ve namus

29 Ekim 2006
Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür. Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler. Niye öldürürler kadınları?

Ürdün dağlarının çöl rengi yamaçlarındaki keskin patikalarda karşı karşıya gelen iki iri erkek dağ keçisinin nasıl dövüştüğünü hiç gördünüz mü?

Alınlarını birbirine dayayıp, göz göze bakışırlar önce.

Sonra birkaç adım geri giderler.

Dururlar.

Bir an beklerler.

Aniden arka ayakları üstüne kalkarlar, bir metreye varan arkaya doğru kıvrık sivri boynuzlarıyla kendilerini ileriye doğru fırlatırlar.

Havada korkunç bir çatırtıyla birbirine çarpar boynuzları.

Birinden biri o patikadan aşağıya düşene ya da çektiği acıya dayanamayıp kaçana kadar tekrarlarlar bunu.

Bu ölümcül kavganın bir tek amacı vardır.

Aşağıdaki vadide akasya ağaçlarının yapraklarını sakin sakin yiyip muzaffer erkeklerini bekleyen dişilere sahip olmak.

Kavgayı kazanan, sadece galip gelmekten değil dişiler arasında uyandırdığı saygılı korkudan da memnun bir halde o yamaçlardan ağır adımlarla iner, hiç acele etmeden kendinden emin bir şekilde en beğendiğinden başlayıp bütün dişileri teker teker altına alıp döller.

Doğada, şiddet içermeyen bir sevişme yoktur.

Hemen hemen bütün hayvan cinslerinin erkekleri dişileri hak edebilmek için ölümüne dövüşürler, sevişme hakkı sadece en güçlülere tanınmıştır.

Dişiler, boynuzu en güçlü olanı, pençesi en kuvvetli olanı isterler.

Erkek sadece rakiplerini yenmez bir dişiyi hak etmek için, gücüyle o dişiyi de korkutmak zorundadır.

Kendisinden korkmadığı bir erkekle birlikte olmaz bir dişi.

Dağ tavşanlarının erkekleri kadar iri olan dişileri işi daha da ileri götürürler, diğerlerini yenen erkekle bir de kendileri dövüşürler gücünden iyice emin olmak için, ancak çok sıkı bir kavgadan ve iyice hırpalandıktan sonra uysallaşıp teslim olurlar.

Her erkek dişisini elde edebilmek için rakiplerinden de dişisinden de güçlü olmak zorundadır.

Doğa, neredeyse bütün varlığını şiddete dayandırmıştır.

Bu vahşetin açık bir nedeni, anlaşılır bir amacı vardır.

En güçlü soyu elde etmek.

Kavga eşit şartlarda yapılır.

En kuvvetli erkek en çok dişiyi döller.

Ve, kadınlar öldürülmez.

Sivri dişlerin, keskin pençelerin, parçalayıcı boynuzların, öldürücü zehirlerin, bir dişiyle sevişebilmek için birbirini yok ettiği şiddet ve vahşet dolu doğada kadınlarını yalnızca insanlar öldürür.

Hayvanlar, erkekliklerini başka erkeklerle dövüşerek gösterirken bazı insanlar erkekliklerini kadınlarını öldürerek göstermek isterler.

Niye öldürürler kadınları?

Neden ırzına geçildiği için hamile kalan on beş yaşındaki bir kız çocuğunu öldürürler mesela?

Sanırım buna hiç düşünmeden verecekleri cevap, "kadın namustur" olacaktır.

"Kadın niye namustur" diye sorarsanız bunun cevabını o kadar kolay veremezler.

Biraz şaşkınca yüzünüze bakacaklardır, çünkü bunun asla sorulamayacak kadar ortak kabul gördüğüne inanırlar.

Onların yerine ben söyleyeyim.

Çünkü kadın erkeğin çocuğunu taşır.

Onu "namus ve sadakat" sembolü yapan budur.

Eğer bir soru daha sorarak devam ederseniz tuhaf bir yere doğru ilerler "kadın, namus" ilişkisi.

Niye hamile kalmak, erkeğin çocuğunu taşımak kadına "namus ve sadakat" sembolü olmayı yükler?

Bence, işte tam da burada kadın cinayetlerinin ana temasıyla karşılaşırız.

Namusun altından "para" çıkar.

Hayvanların öldürmeyip de insanların öldürmesinin ana nedeni, hayvanlar dünyasında olmayan paranın insanların dünyasında olmasıdır.

Erkek, çocuğunu taşıyacak kadının "namuslu ve sadık" olmasını ister.

Çünkü parasını o kadının taşıdığı çocuğa bırakacaktır.

"Kendi" çocuğuna miras bırakmak ister.

Bundan emin olmalıdır, aksi takdirde kandırılmış olur.

Sadakat, erkeğin mirasının garantisidir.

Peki, kız çocuklarını niye öldürürler?

Neden ırzına geçilen ya da sevdiğiyle kaçan bir kızın cezası ölümdür bu ülkede?

Çünkü kızlar para eder.

"Karının doğuracağı çocuğun babasının sen olduğunun garantisini sana bakire bir kız sunarak veriyorum" demenin bir fiyatı vardır.

"Başlık" parası derler adına da.

Para etmeyecek kızları öldürürler.

Bu "para cinayetinin" adını "namus" koymanın da birçok faydası vardır.

Kendi kızını ya da kardeşini öldüren erkek, satılacak diğer kızlara gözdağı verir ve onların "para edecek" biçimde kalmalarını sağlar ama asıl önemlisi "kendi kızını" öldüren biri, bu ortak yalan yüzünden "namuslu" bir adam olarak tanınacaktır.

Üstelik sadece katil değil, bu anlayışı destekleyen herkes de "namuslu" olacaktır.

Önlerine bir "namus" perdesi inecektir.

O perdenin arkasında istediklerini yapabilirler.

Başkasının hakkını çalabilirler, dolandırıcılık yapabilirler, tembellik edebilirler, yalan söyleyebilirler, kendilerinden daha güçlünün önünde hiçbir utanç duymadan eğilebilirler.

Her şeyi yapabilirler.

Zavallı kadınlarla kızlar üzerinden sağladıkları "namus", onların her türlü namussuzluğunu saklayabilir artık.

Endişe edecek bir şey yoktur.

Dünyaya bir bakın.

En fazla kadının öldürüldüğü ülkeler, hırsızlığın, yolsuzluğun, alçaklığın en fazla olduğu ülkelerdir.

Eğer bu ülkelerde erkekler "kadın öldürecek" kadar namuslarına düşkünlerse ahlaksızlık neden böylesine yaygın?

Neden "kadınları öldürecek" kadar "cesur" erkekler bu ülkelerde fikirlerini bile söyleyemezler, kadın öldürmeye gelince patlayan cesaretleri neden daha güçlü birini görünce ortadan kaybolur?

Neden namuslarına kadın dışında hiçbir yerde düşkün değillerdir?

Çünkü mesele namus meselesi değildir.

Mesele para meselesidir.

Kadın sadece "alınıp satıldığı" ülkelerde erkeğin "namusu" olarak görülür.

Erkeklerin, taze kadın bedeni üzerinden para sağlamadığı ülkelerde herkes kendi namusundan sorumludur, erkekler kendi namuslarından, kadınlar kendi namuslarından.

Ve, bir toplumda kadın bir satış malzemesi değilse o toplumda namus da yatakta aranmaz.

Namus, insanın yaptığı iştedir.

İşini kötü yapan, başkalarının hakkını yiyen bir erkek, karısı ya da kızı dünyanın en sadık, en "namuslu" kadını olsa da namuslu olmaz.

Namussuz olur.

Ben, kadınların "namus" sembolü kabul edildiği toplumlarda erkeğin namusundan kuşku duyarım.

Kendilerini kadınların arkasına saklarlar çünkü.

Kendi namuslarıyla, dürüstlükleriyle, işleriyle, ahlaklarıyla çıkmazlar ortaya.

Her türlü desiseyi, alçaklığı, haksızlığı, korkaklığı kadınların "namusunun" ardına gizlerler.

Doğaya bakın.

Yeryüzünün en korkunç pençeleriyle kavga eden aslanlara bakın.

Timsahlara bakın.

Dağ keçilerine, parslara, jaguarlara, maymunlara bakın.

Hepsinin erkeği dişi için dövüşür.

Ama hepsi de erkek erkeğe dövüşür.

Erkekçe dövüşür.

Ölümü ama yalnızca kendi ölümünü göze alarak dövüşür.

Hiçbiri kadının arkasına saklanmaz.

Hiçbiri kendi gücünü bir dişi öldürerek göstermez.

Dişiler erkeklerinden "kendilerini dövdüğü" için değil, diğer erkekleri dövdüğü, diğer erkeklerden güçlü olduğu için korkarlar.

Ve, hayvanlar kızlarını satmazlar.

Onun için de kızlarını "namus" için öldürmezler.

Bir toplumda kadın "namus" için öldürülüyorsa dikkatle bakın, orada iki şey görürsünüz, kızlar para karşılığı satılıyordur ve o toplumda yolsuzluk, haksızlık çok fazladır.

Kadın, erkeklerin ahlaksızlıklarını ve korkularını saklayan kanlı bir perdedir.

O perdeyi cinayetlerle örüyorlar.

Küçük kızları öldürüyorlar.

Zavallı kız çocuklarını sokaklarda vuruyorlar.

Kavruk bedenlerini kaldırımların üstünde bırakıyorlar.

"Namus" için diyorlar.

Belki gerçekten de inanıyorlar buna.

Kadına "namus" diyen geleneğe tapınıyorlar.

O geleneğin altında para yatıyor.

Kaygan, kaypak, kanlı bir para.

Sadece ahlaksız toplumlarda kadınların "namus" adına öldürüleceğine inanıyorum.

Ve, çöl rengi dağların keskin yamaçlarında hayatlarını tehlikeye atarak dövüşen dağ keçilerini seviyorum.

Bir hayvan gibi, bir erkek gibi dövüşüyorlar çünkü.

Ne kızlarını satıyorlar, ne kadınlarını öldürüyorlar.

Bir de kendi namuslarını kendi işlerinde arayan insanları seviyorum.

Bir dağ keçisi kadar dürüst ve cesur olan insanları.
Yazının Devamını Oku

Benim güzel Allahım

22 Ekim 2006
Ey siz inananlar.<br><br>Tanrınızın yarattıklarına düşmanlık mı besleyeceksiniz? Öldürecek misiniz onları?

Yoksul mu bırakacaksınız?

Acılarına sırtınızı mı döneceksiniz?

Sadece kendi kavminiz için mi şefaat dileneceksiniz?

Kendinizi ayıracak mısınız Rabbinizin yarattığı diğer kullardan?

Dininizle, ırkınızla böbürlenecek misiniz?

Ey siz, huzursuz ruhlar... Ey siz, binlerce yıldır kendi ihtirasının dikenleriyle kanayanlar... Ey siz, fıtrattan eksikli yaratılmış olanlar...

Dinleyin.

Fırtına kuşları gibi içinde uçtuğunuz sert rüzgarlarla yorgunsunuz, günahlarınızla, hiç bitmeyen hırslarınızla yorgunsunuz, kavgalarla, düşmanlıklarla, kızgınlıklarla yorgunsunuz, avucunuzda sıktığınız bir ustura gibi sizi yaralayan bencilliklerinizle yorgunsunuz.

Rüzgarın dinmesini özlediniz.

Sessizliği ve sükûneti özlediniz.

Düşmanlarınızla ve kendinizle barışmayı özlediniz.

Daha doğduğunuz gün bir hapishane gibi kapıları üstünüze kapanan hayatın dağdağasından kurtulmayı özlediniz.

Bir lahzalık bir huzur için yakarıyorsunuz.

İçinizdeki öfkeli çığlıklar sussun, dışınızdaki insafsız dövüş naraları kesilsin istiyorsunuz.

Kasırgalardan çıkıp sakin bir vahaya konmak istiyorsunuz.

Rüzgar uğultusundan başka sesler de duymak, gözlerinize dolan o karmaşık karaltılardan başka şeyler de görmek, sükûnetin tadını çıkarmak, soluklanıp gücünüzü yeniden toplamak istiyorsunuz.

Ve, tanrı isteklerinize cevap verdi.

Ve, bayramlar bağışladı size, kendinizden ve kavgalarınızdan kurtulun diye.

Ve dedi ki, "bugün durun, bugün barışın, bugün düşmanlıklarınızı, hırslarınızı unutun, bugün kendi eksiğinizi başkalarının eksikliklerini severek tamamlayın."

Ve, ben, Rabbimin eksikli kulları o günlerde mükemmeliyete erişip düşmanlarını sevdikleri, ruhlarını hırpalayan kasırgalardan kurtuldukları için bayramlara iman ettim.

Ve dedim ki, "hiddetine değil imanım ama şefkatine iman ediyorum."

O, benim güzel Allahım.

O, eksik yarattığı kullarını eksiklikleriyle sevecek kudrete sahip olan.

O, kasırgaları ve vahaları yaratan.

O, imanını kaybetmiş bir adamın çocukluğunda kıldığı teravih namazlarında söylenen "salavat-ı şerif"e sesini veren.

Bayramlar, benim inançsızlığımın durduğu, dinlendiği, huzurlu vahalar.

Bayramlar, benim kaybettiğim tanrımı bulduğum büyük ve huzurlu mabetler.

Ey siz, binlerce yıldır kendi ihtiraslarıyla kanayanlar, sizlersiniz bana bayramlarda tanrımı bulduran.

Düşmanınıza gösterdiğiniz merhamet, yoksula gösterdiğiniz şefkat, muhtaca gösterdiğiniz rikkat bana tanrının varlığını gösteren.

Ruhunuzu saran huzur, sizdeki huzurla o müthiş kasırganın ani duruşu, hepimizi kucaklayan hoşgörülü sevecenlik, o temizlik kokusu beni inanmadığıma inandıran.

Bayramlar, benim tanrımın sizin mükemmeliyetinizde ortaya çıktığı muhteşem duraklar.

Ve dedi ki benim Allahım, "kendiniz için değil düşmanınız için dua edin."

Ve dedi ki, "kendiniz için değil düşmanınız için şefaat isteyin."

Ve dedi ki, "sizi birbirinize emanet ettim, emanetinize hıyanet etmeyin."

Ve dedi ki, "düşmanlarınızı da benim yarattığımı unutmayın."

Ve dedi ki, "bu menzilde öyle yüce bir merhamet gösterin ki bana inanmayanlar sizin merhametinizin ışığında görsünler beni."

Bayramlar, dünyadaki imtihanları en zorlu geçenlerin, yoksulların, kimsesizlerin, evsizlerin, çocuğuna portakal alamayan işsizlerin, dağda ölümü bekleyenlerin, nöbet yerinde hasret çekenlerin, hastaların, gurbete çıkanların, hapistekilerin, kaderin kendilerine daha iyi davrandığı insanlar tarafından tevazuyla, ağırbaşlılıkla, şefkatle kucaklandığı duraklar.

Kendimizden yıkandığımız, kendi öfkelerimizden arındığımız, menfaatlerimize sırtımızı döndüğümüz kutsal yunaklar.

Bir ihtiyarın elini öpen genç, bir çocuğun başını okşayan adam, bir yoksulu sevindiren zengin, bu huzurlu vahanın çiçeklerini dikenler.

O davranışların her birinde ben kendi tanrımın tebessümünü görürüm.

Kullarının merhametinden sevinir benim tanrım.

Hayatın kasırgasını bunun için durdurur.

En huzursuzumuz bile böyle günlerde huzur bulur.

Bir başkasına merhametle, şefkatle, tevazuuyla uzanan her elde tanrının eli vardır ve o el değdiği her yere huzur ve güç verir.

O huzuru herkesle birlikte duyarım.

Ruhum sakinleşir.

Her gülümseyen yüzle birlikte hafiflediğimi, zincirlerimin çözüldüğünü, ihtirasların ve öfkelerin hapishanesinden azat edildiğimi hissederim.

Ve, iman ederim kendi tanrıma.

Ve, her gülümseyen yüze, her sevecen sese minnet duyarım.

Onlardır benim tanrımın dünyadaki yansıması.

Onlardır beni inandıran.

Ben her bayram iman ederim.

Ey siz, huzursuz ruhlar...

Ey siz, binlerce yıldır kendi ihtirasının dikenleriyle kanayanlar...

Ey siz, fıtrattan eksikli yaratılmış olanlar...

Dinleyin.

Sizsiniz beni Allah’a yaklaştıran.

Kendi eksikliğinizi başkalarının eksikliğini severek tamamladığınızı görmek inandırır beni tanrının varlığına.

Ve derim ki, "hiddetinden korkmuyorum ey Rabbim, şefkatin titretiyor dizlerimi."

Ve derim ki, "bana varlığını kullarının merhametinde göster."

Ve derim ki, "sen olmasaydın da onlar böyle kötü olabilirlerdi ama sensiz iyi olamazlardı, onların iyiliklerini göster bana."

Ve derim ki, "senin adına kötülük edenler varken nasıl inanacağım sana."

Ve derim ki, "senin cennetini istemiyorum ey tanrım, bütün istediğim seni tebessüm ettirecek bir iyilik yapma gücü, onu ver bana."

Ve, bayramlarda benim tanrım bana kullarının iyi yanlarını gösterir.

Birbirine sarılan her düşmanla ben imana doğru bir adım atarım.

Huzur bulan her ruhla biraz daha inanırım.

Sizi, bir mükemmeliyete doğru yürüyün, ruhunuzun eksikliğini kendiniz tamamlayın ve böylece O’nun kendi başına mükemmeliyete ulaşabilecek canlılar yaratabildiğini gösterin diye eksik yaratan tanrı, bu ıstıraplı yürüyüşte durup dinlenebileceğiniz menziller yaptı size.

O menzillerde durun.

Durun ve eksik yanlarınızın tamamlanmasını bekleyin.

Sahip olduklarınız, sizin eksikleriniz.

Öfkeleriniz, düşmanlıklarınız, hırslarınız, kıskançlıklarınız, hasetleriniz, böbürlenmeleriniz.

Onlardan kurtuldukça tamamlanacaksınız.

Ve, bayramlar tamamlanma vakitleri.

Ey siz inananlar...

Tanrınızın yarattıklarına düşmanlık mı besleyeceksiniz?

Öldürecek misiniz onları?

Yoksul mu bırakacaksınız?

Acılarına sırtınızı mı döneceksiniz?

Sadece kendi kavminiz için mi şefaat dileneceksiniz?

Kendinizi ayıracak mısınız Rabbinizin yarattığı diğer kullardan?

Dininizle, ırkınızla böbürlenecek misiniz?

Onun yarattığı kulları sevmeden tanrınızı nasıl seveceksiniz?

O benim güzel Allahım.

Görür içinizdeki kötülükleri.

Düşmanlıklarınızı görür.

Bir kulunun bir kuluna ettiği kötülük üzmez mi onu?

Ey siz inananlar...

Siz korkmaz mısınız onu üzmekten?

Onun üzülmesinden üzülmez misiniz?

Bayramlar, sadece birbirinizi değil, tanrınızı da sevindirme vakitleri.

Onu sevindirdiğinizde, onun da tebessüm ettiğini imanla görürüm.

Ve der ki, "hepinizi eksikli yarattım, birbirinizin eksiğini hor görmeyin."

Ve der ki, "hepiniz benimsiniz, benim olana kötülük etmeyin."

Ve der ki, "her bir kulum eksiğini, bir başka kulumun eksiğini hoş görerek tamamlar."

Ve der ki, "düşmanlarınız da benim kullarım, onlar için dua edin."

Ve der ki, "merhametim hiddetimden fazladır, sizin de merhametiniz hiddetinizden fazla olsun."

Ve, bayramlar eksikli kulların merhametle huzur bulduğu zamanlardır.

O huzurda görürüm ben onu.

Benim güzel Allahım.

Öyle kullar yaratır ki, inançsızları merhametleriyle inandırırlar.

Ben her bayram inanırım.

Onun yarattığı kulların şefkati beni yaklaştırır ona.

Ve derim ki, "hiddetinden korkmuyorum ey tanrım, şefkatin titretiyor dizlerimi."

Ve derim ki, "sana her bayram inanıyorsam ey tanrım, bu, her bayram senin kullarının şefkatine inandığımdandır."
Yazının Devamını Oku

Sessiz bir istasyonda

15 Ekim 2006
Kendi hayatıma sığmıyor, başka hayatlara da sıçrıyor, kendi hayatımla birlikte, başka hayatları da aç bir pars gibi paralıyordu korkum. Uzun, çok uzun yıllar bu korkuyla koştum ben. Bir dağ gölünün suları gibi durgun ve koyu bir akşamüstü, tepelerindeki yaprakları sararmaya başlamış sık ağaçların arasından uzayıp giden ıssız tren yolunu, birbirinin içinden çıkan parçalı çatılarıyla olduğundan büyük görünmeye çalışan istasyon binasını, sessiz taş peronu, perondaki bankta birbirlerine sokularak oturmuş üç yaşlı kadını, huzurlu sükunetinde huzursuz bir hüznü barındıran şeffaf gölgesiyle koynuna almış.

Çekilirken son ışıkları yüksek binaların tepelerindeki pencerelere kızıl yansımalarla çarpan güneşin solgun parlaklığı artık buraya düşmüyor.

Gün bitiyor.

Yalnızların ve kimsesizlerin saati.

Yatılı okulların pencerelerinden başımı cama dayayıp, arada bir pas kırmızısı şileplerin geçtiği boş bir denize evimi özleyerek baktığım saatler.

Böyle bir akşam vakti, zift kokan yolcusuz bir vapurun arada bir çalan titrek kampanasını dinleyerek vardığım Kadıköy’den bindiğim tramvayın arka sahanlığında, "nasıl bir hayatım olacak" diye kederle düşündüğümü hatırlıyorum.

On bir yaşındaydım.

Yalnızlık, keskin demir ağzıyla bir giyotin gibi çocukluğuma inmiş, beni yaşadığım andan kopartıp mutlu hayaller ve endişeli belirsizliklerle dolu bir gelecek tahayyülüne savurmuştu.

Bir kalabalığın içinde yalnızlıklarıyla yaşamak zorunda olan bütün yatılı çocuklar gibi bir ev özlerdim.

Hayallerimde, o evin pembeye çalan turuncu ışıkları ve sağlam parkelerinin üstünde çıplak ayaklarıyla yürüyen güzel bir kadın vardı.

Öyle evlerim oldu.

Güzel kadınlarım da.

Ama yalnızlığın soğuk demirden keskin ağzının hayatına indiğini hisseden bir çocuğun, ömrü boyunca yalnızlık korkusundan kurtulamayacağını bilmiyordum.

Yalnızlık korkusunun insanı yalnızlaştırdığını da.

Beni daha sonra öldürecek olan birçok kadını ben daha önce kendi yalnızlığım ve yalnızlıktan duyduğum korkuyla yaralamıştım.

Ölümden çok korkanların, bu korkuya dayanamayarak ölüme doğru koşmaları gibi yalnızlıktan çok korkanlar da yalnızlığın gelmesini bekleyemeyerek yalnızlığa doğru koşuyorlardı.

Ne yaşarlarsa yaşasınlar bir yanları hep yalnız, ketum ve "başkalarına" kapalı kalıyordu.

Yatakhane pencerelerinden seyrettiğim gibi geniş bir boşluğu içinde taşıyordun, en şefkatli öpüşler, en sevgi dolu sarılışlar bile o "boşluğa" ulaşamıyor, her zaman yalnız bir yanın oluyordu, varolan her duyguyu zehirleyen, bozan, sakatlayan bir eksiklik yaşıyordun.

Çok uzun yıllar, hissettiğim eksikliğin benim içimde olduğunu kavrayamadım.

Bana duyulan sevginin eksikliğinden kuşkulandım.

Bu kuşku beni haşinleştirdi, bencilleştirdi.

Bütün gençliğim, beni benim istediğim gibi hiçbir "boşluk" bırakmadan sevecek bir kadını aramakla geçti, ne beyhude bir arayış.

Hiçbir sevgi o boşluğu doldurmaya muktedir değildi, ben güneşe bakan bir kör gibi sabahın olmasını, binlerce defa sabah olsa bile onu fark etmeyeceğimi bilemeden bekliyordum.

Ben hayatımı korkularla mahvettim.

Kendiminkiyle birlikte birçok hayatı da.

Kimsesiz akşam vakitleri gördüğüm bu ıssız ve günün ışığını her yerden önce kaybetmiş şeffaf gölgeli istasyonlar, bu sükunetinde huzursuz ruhların kıpırdadığı sessizlik, kara gözlü yalnız bir çocuğu, o çocuğun yaralarından kurtulamamış haşin bir genci, canı yanmış güzel gözlü, kendi gözyaşlarıyla berraklaşmış ince çizgili kadınlar getirir bana.

Bir banliyö istasyonuna iner gibi bir alacakaranlık iner içime.

Trenin gelmeyeceğini bile bile bekleyen bir yolcu gibi kendi istasyonumun peronlarında çaresizce dolaşırım.

Hep aynı anlamsız cümle yankılanır istasyonumda, "ah, sandığınız gibi değil, hiç sandığınız gibi değil."

Onlara, bir tramvayın arka sahanlığında "nasıl bir hayatım olacak" diye düşünen, korkan, endişeli, yalnız çocuğu göstermek isterim.

Onlara, "ben ölümü de yalnızlığı öğrendiğim yıllarda öğrendim" demek isterim.

Annemle babamın geçirdiği kazayı duyduğumda ruhumun bir yanına kezzap gibi dökülen korkuyu, ölümü, ölümün her an gelebileceğini keşfetmenin etime kazınan dehşetini göstermek isterim.

Gençliğimi yalnızlık ve ölüm korkularıyla geçirdim demek isterim.

Yalnızlıktan korkup yalnızlığa koşmak gibi ölümden korkup ölüme koşmak istediğim yıllar.

Ölüm tarafından aşağılandığımı hissetmenin, kendi iradem dışında gerçekleşecek bir başka iradenin hayatımın sonuna karar vereceğini öğrenmenin, beni nasıl parmaklıklarını kıramadığım bir çılgınlık kafesine hapsettiğini anlatmak isterim.

Zamanı, geçen dakikaları, hayatın bizzat kendisini bile düşman gördüğüm yıllar.

İçimdeki "boşluğu" aşkıyla, sevgisiyle, şefkatiyle dolduracak bir kadın bulabildiğimde bütün korkularımdan kurtulacağımı sanarak çıktığım o delice koşuyu, en çok sevdiğimde bile içimdeki "boşluk" yüzünden kendi aşkımdan da karşımdakinin aşkından da kuşkulanarak yaşadığım azaplı kıvranışları.

"Seviyordum ama korkuyordum," demek isterim, "korkum, senden de, benden de, hayatımızdan da daha büyüktü."

Kendi hayatıma sığmıyor, başka hayatlara da sıçrıyor, kendi hayatımla birlikte, başka hayatları da aç bir pars gibi paralıyordu korkum.

Uzun, çok uzun yıllar bu korkuyla koştum ben.

O çok derine yerleşmiş sessizlikten, o sessizlikte yankılanan boğuk ve anlaşılmaz seslerden kaçmaya çalıştım.

O sessizliğin gürültüsünü bastıracağını umut ettiğim her sesin peşinden gittim.

Durmam gerektiğinde bile duramadıysam bundandır.

Kendi içindeki gürültülü bir sessizlikten, hiç dolmayan boşluktan kaçmaya çalışan biri nasıl durabilir, kurtulması gerekenin kendi yarası olduğunu bilmeyen biri nerede durması gerektiğini nasıl bilir?

Ağır bir yüktü korkularım bana.

Çok uzun taşıdım, çok yoruldum.

Hep beni seven bir kadının beni o korkulardan, o ağır yükten kurtaracağını, kurtarabileceğini umdum, kurtarmadıklarında, kurtarmak istemedikleri için kurtarmadıklarını düşündüm.

Onların yapabileceği hiçbir şey olmadığını bilmiyordum.

Yapabilirler ama yapmıyorlar sanıyordum.

Sırf bu yüzden nice sevgi sözcüğünü bir düşmanlık gibi algıladım.

Öfkelendim.

Kırıldım, kırdım; parçalandım, parçaladım.

Olmayan bir savaşta ölmüş bir savaşçının hayaleti gibi dolaştım kendi hayatımın içinde, atımın ayakları kendi mutluluğumu çiğnedi, kalkanım beni kendi sevinçlerimden korudu, kılıcımın kestiği kendi sevdiklerimdi.

Yalnız bir çocuk, bütün intikamını benden ve benim sevdiklerimden aldı.

O çocuğun korkularıyla korktum ben.

Mavi ışıklarla aydınlanmış bir yaz sabahı deniz kenarında yürürken, garip bir tedirginlik hissettim, ne olduğunu anlayamadığım, tuhaf, hiç bilmediğim, hiç alışkın olmadığım bir duygu zihnimde ve ruhumda kendine yer arıyordu.

Yavaşladım.

Niye huzursuzlandığımı anlamaya çalıştım.

Ve, birden fark ettim.

Korkularım gitmişti.

Hayatımda belki de hiç hissetmediğim bir hafiflik, bir rahatlık hissediyordum ve yıllardır yaşadığı o korkunç baskıya, o kahredici ağırlığa alışkın ruhum şaşırmıştı.

Öylesine uzun zaman korkularla, endişelerle yaşamıştım ki artık varlığım hayatın ve varolmanın böyle bir şey olduğuna inanmıştı.

Bir yaz sabahı aniden kurtuldum korkularımdan.

Ölümden ve yalnızlıktan korkan çocuk ölmüştü, ıstıraplarla dolu çaresiz bir hastalıktan ancak ölerek kurtulmuş, sakalları çoktan beyazlamış bir adamı kendi kederinden azat etmişti.

Artık ölümden korkmuyorum.

Yalnızlıktan da.

Belki de korkacak bir şeyim kalmadığından.

Hayatı eski bir evlilik gibi huzurla seviyorum ama "çocuğun" gittiği yere gitmekten de ürkmüyorum.

"Hadi" dediklerinde ayak sürümem. Gittiğim yerde huzura ermiş bir çocukla buluşacağımı umuyorum çünkü.

Ve, bazen o çocuğun huzurlu halini görmeyi özlüyorum.

Telaşsız bir özlem bu, acelesiz, sakin.

Hayatımın büyük bir kısmını kendimle dövüşerek geçirdim, bu savaştan geriye yalnız bir çocuk, yaralı bir genç ve birkaç satır yazı kaldı.

Bana bütün yaşattıklarına, mutluluğuma mani olmalarına, sevinçlerimi kırmalarına rağmen o birkaç satırı ben o çocukla, o gence borçluyum, bugün sahip olabildiğim iç huzurunu bana sağlayan o birkaç satırı onlarsız yazamazdım.

Artık korkularım yok.

Yalnızlığı seviyorum bile.

Ama dağ göllerinin suları gibi durgun ve koyu bir akşam vakti, ıssız bir tren istasyonu gördüğümde, o sessizlik gölgeli kara bir mızrak gibi içime saplanıp, unutulması gerekenleri saklandıkları derin yerlerden çıkarıyor.

Yalnızlıktan korkan bir çocuk, pencereleri kapatılmış bir tren gibi geçiyor.

Kimseyi görmüyorum.

Ama o trende ıstırap çeken birileri olduğunu hatırlıyorum.

Anlıyorum ki hálá "sessizliğini" koruyan bir yer sızlıyor içimde zaman zaman.

Bir daha öyle ıssız istasyonlar görmek istemiyorum.

Ta ki o çocuğu taşıyan penceresiz trene nihayet tam bir huzura ermiş olarak binene kadar.
Yazının Devamını Oku

Kamelyalı kadınlar

8 Ekim 2006
Paris piyesten sonra kamelyalı kadınlarla dolmuştu.<br><br>Neredeyse bütün kadınlar "aşık bir orospu" olmak istiyorlardı. Kadınlık dehlizlerinin en esrarengiz durağı olan orospulukta, o dehlizlerin en parlak meşalesi olan aşk alevleri yanıyordu. Herkes böyle bir aşk yaşamayı özlüyordu.

Günah ve masumiyet bütün çekicilikleriyle, göğsüne taktığı kamelyayla dolaşan tek bir kadında biraraya gelmişti. Ve, kadınlar günaha ve masumiyete aynı anda sahip olmayı arzuluyorlardı.

Hizmetçisi Clautild, Marie Duplesis’i güzel kokulu sularla yıkadı, kalın havlularla kuruladı, bütün vücudunu pudralarla ovdu, aynanın karşısında kirpiklerini rimelledi, yanaklarına allık sürdü, dudaklarını boyadı, ardından uzun kırmızı tuvaletini giydirdi, mücevher kutusundan en sevdiği inci gerdanlığını getirip taktı, dirseklerinin üstüne kadar uzanan saten eldivenlerini narin beyaz kollarına geçirdi.

O gece Paris’te büyük bir balo veriliyordu.

Aynı zamanda da Marie’nin yirmi üçüncü yaş günüydü.

Salondaki büyük koltuğa oturdu.

Bütün gece o koltuktan kımıldamadı.

Baloya gidecek hali yoktu.

Ölüyordu.

Veremin son dönemini yaşayan bu genç kadın Paris’e geleli henüz yedi yıl olmuştu ama bu sürede oğul Alexandre Dumas’yı, Franz Liszt’i, başta Dük de Guich olmak üzere birçok aristokratı kendine aşık etmiş, açtığı salonda "dostları" Balzac’ı, Musset’yi, Theophile Gautier’yi ağırlamıştı.

Yirmi üçüncü yaş gününde ölmeye ve edebiyat dünyasının en unutulmaz kahramanlarından biri olmaya hazırlanıyordu.

Kendisini daha on iki yaşındayken erkeklere satan sarhoş bir babanın kızıydı, okuma yazmayı on yedi yaşındayken bir dans salonunda karşılaştığı ve kendisine aşık olan Dük de Guiche’den öğrenmişti ama döneminin neredeyse bütün dahilerini etkileyen parlak bir zekası, karşılaştığı her erkeği çarpan olağanüstü bir güzelliği, onu gören herkesin ışığında soluklaştığı etkileyici bir gülümsemesi vardı.

Kısa zamanda öylesine ünlenmişti ki Paris’e gelen bütün yabancı aristokratlar vakitlerini onunla geçirmek için sıraya giriyor ve servetlerinin bir kısmını onun evinde bırakmaya razı oluyorlardı.

Yirmi yaşındayken Alexandre Dumas’nın gayrimeşru oğlu olan Alexandre Dumas Fils ile karşılaştı.

Aynı yaşlardaydılar.

Oğul Alexandre Dumas, zeki, esprili ve yakışıklı bir adamdı.

Marie’ye aşık oldu, Marie de ondan hoşlandı.

Yirmi yaşındaki "oğul" Alexandre’ın parası yoktu. Sevgilisini görmeye geldiğinde, o sırada onun yanında olan erkeğin gitmesini komşunun evinde beklerdi.

Kaçınılmaz olarak kıskançlık krizleri geçiriyordu.

Kavgaları dayanılmaz boyutlara ulaştı.

On bir ay sonra ayrıldılar.

Ayrılığın hemen ardından Marie, belki de hayatında gerçekten aşık olduğu tek erkek olan Franz Liszt’e rastladı. O sıralarda veremi iyice ilerlemişti. Liszt’le birlikte İstanbul’a gitme planları yaptılar.

Ne tuhaftır ki, kadınların gerçekten bütün varlıklarıyla tutuldukları erkekler genellikle "güvenilmez" çıkarlar; dalgalı saçları, yakışıklı yüzü, piyanonun taşlarına tanrının dudakları gibi dokunan ince uzun parmakları, kralların karşısında bile bir nebze taviz vermediği kibiriyle bütün Avrupa’yı kendine aşık eden Liszt, hayatını bir orospuya adayacak biri değildi, o "konteslerin" erkeğiydi, verem olan sevgilisinden hastalık kapmaktan korkup "döndüğümde seni İstanbul’a götüreceğim" diyerek kaçtı.

Daha sonraları, "ben normalde o tür kadınlarla ilgilenmem ama Marie Duplesis farklıydı. Büyük bir yüreği, çok canlı bir ruhu vardı ve bence kendi tarzında eşsizdi. Asla varolmayan bir kadınlığın bütün özelliklerini kendinde birleştirmişti" diye yazmıştı.

Liszt’den sonra hastalık daha da ilerledi.

Genç kadın en iyi doktorlara gitti, en ünlü kaplıcaları dolaştı ama çare yoktu.

Günden güne çöküyordu.

Ölüm döşeğindeyken başucunda ona aşık olan iki kont gözyaşlarıyla bekliyordu.

Paris’in en büyük kilisesinde muhteşem bir cenaze töreni yapıldı.

Cenazeden sonra bütün eşyaları Paris sosyetesinin katıldığı bir açık artırmada satıldı.

O açık artırmayı izleyenler arasında genç Alexandre da vardı.

Kitapları, serveti, şöhreti, "yardımcı yazarları", gösterişi, parası gösterişine yetmediği için sürekli büyüyen borçları, inanılmaz iştahı, iri gövdesi, sevgilileri, kahkahaları, gürültülü konuşmaları ile Fransız edebiyatını tek başına doldurmak ister gibi gözüken, "ben, Victor Hugo ve Vigni güçlü üç yazarız, aralarında Balzac’ın da bulunduğu diğerleri bizimle yeni kuşak arasındaki geçiş bölgesidir" diyecek kadar kendine hayran olan, "Monte Kristo Şatosu" adı verilen şatosunda büyük bir kalabalıkla yaşayan görkemli bir babanın, kazanacağı ünden henüz habersiz olan sessiz ve sakin oğlu asla unutamadığı kadını anlatacağı romana bu satış sahnesiyle başlayacaktı.

Asında edebi değeri çok büyük olmasa da satırlarına kendi ruhunda yanan gerçek bir acıyı üflediği ve edebiyat tarihinin en güzel aşk romanlarından biri sayılan "Kamelyalı Kadın"ı kısa zamanda yazdı.

Kitap yayınlandığında yirmi dört yaşındaydı.

Roman birkaç baskı yaptı.

Alexandre, romanını üç yıl sonra piyes olarak yeniden yazdı.

Piyes, eşine az rastlanır bir başarı kazandı.

İlk gece piyesi izlemeye baba Alexandre Dumas da arkadaşlarıyla gelmişti, piyes başlamadan önce arkadaşlarına "Bizim oğlanın piyesi tutmayacak gibi geliyor bana" demişti, birinci perdeden sonra, "Piyes fena değil, ben de bir iki yerine dokundum zaten" diyerek yaklaşan başarıyı hissettiğini göstermişti. Piyes, ayağa fırlayan seyircilerin dinmeyen alkışlarıyla bittiğinde ise baba Alexandre da ayağa kalkıp arkadaşlarına sarılarak "Aslında bu piyesi ben yazdım" diye bağırmıştı.

Oğul Alexandre, "19. yüzyılın en iyi üç piyes yazarından biri" olarak anılacağı parlak kariyerine delicesine aşık olup delicesine kıskandığı genç bir orospunun hayatını anlatarak başlamıştı.

Hikaye, genç Alexandre’ın satırlarında biraz değişmişti.

Onun kitabının kahramanı, "aşık olduğu genç yazar" için mutluluğundan da hayatından da vazgeçiyordu.

Piyes bütün dünyada defalarca oynandı, Verdi onu "la Traviata" adıyla opera yaptı, dünyanın neredeyse her ülkesinde filmleri çekildi.

İnsanlar "aşık ve fedakar orospu" karakterini sevmişlerdi.

Aşkı, bulunması en zor yerde, hayatını bir erkekten bir erkeğe dolaşarak kazanan bir orospunun kalbinde bulmak insanlara aşkın erişilmez gücünü gösteriyor, asla değişmeyecek gibi gözüken hayatın kurallarını aşkın değiştirebileceğine inanmalarını sağlıyordu.

Marie Duplesis, Alexandre’ın piyesinde Marguerite Gautier adını almıştı, gerçek hayatında da çiçekleri çok seven Marie’nin oyundaki yansıması da göğsüne sürekli "kamelya" takıyordu.

Paris piyesten sonra kamelyalı kadınlarla dolmuştu.

Neredeyse bütün kadınlar "aşık bir orospu" olmak istiyorlardı.

Kadınlık dehlizlerinin en esrarengiz durağı olan orospulukta, o dehlizlerin en parlak meşalesi olan aşk alevleri yanıyordu.

Herkes böyle bir aşk yaşamayı özlüyordu.

Günah ve masumiyet bütün çekicilikleriyle, göğsüne taktığı kamelyayla dolaşan tek bir kadında biraraya gelmişti.

Ve, kadınlar günaha ve masumiyete aynı anda sahip olmayı arzuluyorlardı.

Alexandre, aşık bir kadını kendi aşkından yaratmıştı.

Daha sonra yazdığı on bir oyunda da hep aynı temayı "yasak aşkı" anlattı, buna rağmen hayatı boyunca kendini hep "ahlakçı" bir yazar olarak gördü, piyeslerine "ahlaksızlığı yeren" önsözler yazdı.

Bir eleştirmenin dediği gibi, "Allahtan ahlaki öğütlerini eserlerine yansıtmayacak kadar akıllıydı" ve ahlakçı görüşler sadece önsözlerde kaldı.

Belki de bu "akıllılığı" sayesinde büyük bir ün ve servet kazandı.

Ünü çok genç yaşta bulmasına rağmen hiçbir zaman babası gibi yaşamadı, sürekli olarak kendisini "eğlenceli bir hayat" yaşaması için kışkırtan babasına uymadı, servetini gösteriş için harcamadı.

Zekice ve esprili konuşmaları nedeniyle toplantıların en çok aranan adamı oldu ama kalabalıklardan hep uzak durmayı tercih etti.

Babasına en çok benzeyen yanı kadınlara olan düşkünlüğüydü.

Ama buna rağmen kadınlarla ilişkilerini eserleri için "malzeme" toplayacağı "deneyler" olarak kullanmaktan da kaçınmadı, bir keresinde "kıskanç bir kadının tepkilerini" inceleyebilmek için birlikte olduğu kadının bulunduğu bir toplantıya kolunda başka bir kadınla gidecek kadar da gözü karaydı.

Daha sonra yazdığı "demimonde" isimli piyeste gene bir kibar orospuyu anlattı ve Fransızca’ya o tür kadınları anlatmak için kullanılacak bir sözcük kazandırdı piyesinin adıyla.

Bütün yazdıklarına bakıldığında Marie Duplesis’le yaşadıklarının onun belki de tüm hayatına ve duygularına damgasını vurduğunu ve kadınların "seks hayatlarındaki kırılganlıklarına ve düzenbazlıklarına" her şeyden fazla ilgi duyduğunu görebiliyordunuz.

Ne yazarsa yazsın sanki canının en çok yandığı yere dönüyordu.

Hem bu kadar kırılgan, bu kadar zayıf görünüp hem de nasıl bu kadar oyunbaz olabildiklerini, nasıl bir erkekten bir erkeğe geçebildiklerini anlamaya çalışıyordu.

Asıl anlamaya çalıştığı, zarif manevralarla erkeklerin arasında dolaşan, hepsinde aynı arzuyu ve şefkati uyandırmayı başaran ve bir orospu olduğunu kırılganlığı ve parlak gülümsemesiyle unutturmayı başaran Marie’ydi büyük bir ihtimalle.

Bir de bütün gerçeği bilmesine, diğer erkeklerin nasıl tuzağa düştüğüne şahit olmasına rağmen kendisinin bu "kırılgan düzenbazlığa" nasıl kapıldığını kavramak istiyordu.

Bu nasıl oluyordu?

Herhalde asıl sorduğu soru buydu.

Hayatı boyunca cevabını aradığı soru.

Bir erkeğin bu yumuşacık kasırganın içinde nasıl kaybolduğunu, gördüğü gerçeklerin bile anlamını nasıl kaybettiğini, nasıl güvendiğini, sıkıca tuttuğunu sandığı kadının nasıl o kadar kıvrak ve rahat dönüşler yapabildiğini, bir yanını bütün masumiyetiyle teslim ederken diğer yanının nasıl bu kadar günahkar kalabildiğini anlamak istiyordu.

Çok genç yaşta o kasırganın içinde kaybolmuş, ruhunun bir parçasını da orada bırakmıştı.

Yazdığı karakterlerle, diyaloglarla, o kayıp parçasını geçmişin elinden koparıp almak ister gibiydi.

Sorunun cevabını bulursa, bunu becerebilecekti.

Cevabı bulabildi mi bilmiyorum.

Ama cevabını aradığı soru onu Fransız edebiyatının zirvesi sayılan Fransız Akademisi’nin üyeleri arasına soktu.

Ve, dünyanın hemen hemen her yerinde insanlar, onun bir vakitler içinde kaybolduğu o kasırganın dalgaları arasına istekle atıldılar.

Terzi bir kadının çapkın ve ünlü bir yazardan doğurduğu gayrimeşru çocuk, çağının en önemli yazarları arasına katıldı bu soruyla.

Yirmi üç yaşında ölen güzel bir orospu insanların hafızasına bir "azize" olarak kazındı.

Marie Duplesis’in mezar taşında pembe kamelya kabartmaları var.

Ve, Theophile Gautier’in onun için yazdığı satırlar.

Bugün hálá ziyaretçiler, mezarlık bekçisine "kamelyalı kadının mezarını" soruyorlar.

Her zaman taze kamelyalar duruyor orada.

Alexandre o kadını kendi aşkından yarattı.

İnsanlar, yirmi üç yaşında ölen o kadını hep yaşattılar.

Kamelyalı kadın o.

Bütün kadınların gizlice olmak istedikleri.
Yazının Devamını Oku

Sıradan pencereler

1 Ekim 2006
Erkekler o gerçekleri taşıyamaz.<br><br>Neredeyse hiçbiri kadınların gizledikleri gerçekleri bilerek yaşamayı sürdüremez. Kendilerine duydukları güven, büyük ölçüde kendilerine söylenen yalanlara dayanıyor çünkü.

Kadınların söyledikleri yalanların erkeklere yapılan bir iyilik mi yoksa kötülük mü olduğuna karar vermek çok zor.

Hangisi daha vahşice olurdu?

Gerçeği söylemek mi, saklamak mı?

Havuzun kenarındaki şemsiyelerle şezlongları kaldırmışlar. Yaz günlerinde üç-dört garsonun çalıştığı büfe boş raflarıyla geniş bir oyuk gibi gözüküyor, büyük buzdolabının kapısına bir asma kilit takmışlar.

Ortalıkta kimsecikler yok.

Hafif bir yağmur çiseliyor.

Suyun üstünde bir iki kuru yaprak yüzüyor.

Mevsim kapanmış ama suyun temiz tutulması için çalıştırılan motorun vınıltısı duyuluyor, belki yüzmek isteyen birileri çıkar diye suyu hálá temizliyorlar.

Gökyüzü kapalı ama hava ılık.

Suya girdiğinde önce bir serinlik hissediyorsun, sonra ateşe batmışsın gibi bir yanma yayılıyor her yanına, kuvvetli kulaçlarla ısınmaya çalışıyorsun.

Tek kişilik bir "yaza veda" partisi bu.

Terk edilmiş havuzda, zaman zaman avucuma takılan kuru yaprakların arasında yüzerken garip bir sevinç de duyuyorum, sonbaharın tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Arada bir sütunların arasından bir görevli şaşkın gözlerle bana bakıyor, eylülün son günlerinde yüzen bir adamın suyun içinde taş kesilip dibe batmasını bekliyor sanırım.

Sırtüstü yüzerken uzaktaki apartmanların üst katlarını görüyorum.

Birbirlerine benziyorlar.

O sıradanlığın içinde nelerin gizlendiğini merak ediyorum.

Mesleki bir çarpılma belki de bu, gördüğüm her şeyde görülmeyen bir şeyler olduğuna inanmak.

O evlerin her birinde de görülmeyen, anlatılmayan, saklanan bir şeyler olduğuna eminim.

Bir şeyler saklıyorlar.

Havuzun bir ucundan bir ucuna gidip gelirken yüzümde bir gülümseme yaratan hınzır bir hayal de dolaşıyor aklımda.

Türlü tuhaf meselelere aklını takan bütün erkeklere, kadınlarının kendilerinden neler gizlediklerini söyleyiverseler mesela.

Kötü kalpli biri, aynı anda bütün erkeklere kadınların onlardan gizli neler yaptığını, neler düşündüğünü, neler hayal ettiğini anlatsa.

Sanırım dehşet filmlerindeki gibi bir sahne yaşanırdı.

Sokaklar, bir yerden bir yere çılgınca koşan erkeklerle, çarpışan arabalarla, çığlıklarla, küfürlerle dolardı.

Hayatın diğer alanlarında olup bitenlere ilgilerini tümüyle yitiren erkekler kadınlarına ait gerçeklerin daha fazlasını, nedenini, ayrıntısını öğrenebilmek için kıyamet kısrakları gibi koşarlardı.

Yaşanan görünür huzuru, belki de söylenmeyen gerçeklere borçluyuz.

Saklananlara.

Kadınların çok büyük kısmının erkeklere asla anlatmadıkları sırları var.

Zihinlerinin özenle kilitlenmiş bölümlerinde erkeklere göstermedikleri duyguları, maceraları, hayalleri, hatıraları duruyor.

Taa çocukluklarından beri babalarına, ağabeylerine, arkadaşlarına yalan söylemek zorunda bırakılan, baskılar sonucunda bir tür yalan eğitiminden geçen kadınlar iki şeyden çok eminler, erkeklerin onların gizlediği bir şeyler olduğunu asla anlayamayacağından ve o koca adamların gerçekleri taşıyacak kadar güçlü olmadıklarından.

Eğer biri, kadınları "ne saklıyorlar" diye dikkatle izlemeye koyulursa, ışıksız bir yeraltı labirentine düşmüş gibi zamanla gözleri karanlığa alışır ve birbirine benzer küçük işaretler görmeye başlar.

Biriktirdiği o işaretleri bir araya getirdiğinde ise bir definenin haritasını ele geçirir.

Kadınlar erkekleri tanıyor ama birbirlerini pek tanımıyorlar.

Ve, sır saklama biçiminin neredeyse hepsinde aynı olduğunu bilmiyorlar.

Hepsi birbirine benzer sırları, zihinlerinin birbirlerine benzeyen bölümlerine, bir cevizi ağaç kovuğuna saklayan sincap gibi aynı mimiklerle ve jestlerle bırakıyor.

Bir erkek, sakladıkları gerçeklerden birinin yanından farkına varmadan geçerse yüzlerinde aynı uçuk pembelik bir anlığına beliriyor.

Aynı kaçamak gülüş.

Konuları değiştirmek için yapılan o aynı muhteşem manevra.

Üstlerine gidildiğinde aynı sinirli tepki.

Birisi, erkeklere o gizli araziye girişin yolunu gösterse...

Bütün erkekler gerçekleri öğrense.

Sanırım, bu konuda kadınlar haklı.

Erkekler o gerçekleri taşıyamaz.

Neredeyse hiçbiri kadınların gizledikleri gerçekleri bilerek yaşamayı sürdüremez.

Kendilerine duydukları güven, büyük ölçüde kendilerine söylenen yalanlara dayanıyor çünkü.

Kadınların söyledikleri yalanların erkeklere yapılan bir iyilik mi yoksa kötülük mü olduğuna karar vermek çok zor.

Hangisi daha vahşice olurdu?

Gerçeği söylemek mi, saklamak mı?

Bazen kadınlar taşıdıkları sırlardan yorulduklarında, kaçmaktan sıkılan bir suçlu gibi yakalanmayı arzularlar.

Ama çok açık, çok berrak bir arzu değildir bu, yakalanma isteği, yakalandığında olacaklardan duyulan korkuyla çatışır.

Onun için açıkça bir şey söylemezler ama yakalanmalarına yol açacak ipuçlarını erkeklere verirler; anlamsız gözüken bir cümleyle, bilmemesi gereken bir konuda sergilediği bir bilgiyle, kuşkulandırıcı kaygan bir gülüşle erkeği soru sormaya kışkırtırlar.

Sanırım çok az erkek karşılaştığı bu "olağandışılıkla" ilgilenip soru sorar.

Bu ilgisizlik, onların işaretler karşısındaki duyarsızlıklarından mı yoksa bilinçaltlarında hep yaşattıkları tuhaf korkudan mı kaynaklanıyor, bunu bilmek çok zor.

Hep öğrenmek ister gibi gözükmelerine rağmen belki de öğrenmek istemiyorlar.

Bütün dünyayı yöneten, savaşlar çıkartan, cinayetler işleyen, bin bir entrika çevirebilen, büyük servetleri idare eden, istihbarat teşkilatları kuran erkeklerin, konu kadınların sırları olduğunda böylesine aptallaşıp saflaşması insanı kuşkuya düşürüyor.

Büyük bir ihtimalle onlar kadınların gizlediklerinin peşine düşmekten korkuyorlar.

Bu, sadece karşılaşacaklarını taşıyamama endişesinden değil.

Daha ürkütücü bir başka tehlike var onlar için.

Bir kadının sırrını çözmeye çalışan erkek, o kadında kaybolur.

Yakalamaya uğraştığı sırrın kölesi olur.

Bütün hayatı, bir kadının karanlığı içinde kör bir yarasa gibi duvarlara çarpa çarpa parçalara bölünür.

Her bir sır için zamanını, ruhunu, varlığını feda eder ve her sırrın arkasından yeni bir sır çıkar önüne.

Bu, öylesine dehşet verici bir kısır döngüdür ki, kadının sırrının peşine düşen erkek bulduğu her ipucuyla ulaşmaya çalıştığı gerçeğin ve o gerçeği içinde saklayan kadının esiri haline gelip bir daha kolay kolay uzaklaşamaz.

Bağımlılık yaratan, hiç çözülmeyen sonsuz bir bilmeceye dönüşür kadın.

Bu duruma düşen erkeğe, gerçeği bir eroinmana eroin verir gibi parça parça verir kadın.

O gerçeğin o erkeği çökertişini izler.

Her çöküşte erkek kadına bağlanırken, kadın erkekten uzaklaşır.

Belki de, kadınların zaman zaman yakalanmak istemelerinde bu oyunu oynama arzusu da vardır, gerçeği ilk gördüğünde silkinip kaçamayan ya da bu gerçeği sağlam bir biçimde taşıyamayan erkeğin köleleşeceğini sezerler.

Bir jileti etine sürmek gibidir bu.

Ürpertici, korkutucu, tehlikeli ve heyecan verici.

Erkek gerçeğe yaklaştığında belki sadece korkudan değil bu tuhaf heyecandan kızarır kadınların yüzü.

Kadınların sakladıkları gerçekleri öğrenmek tehlikelidir.

Çok iyi tanıdığınızı sandığınız birini hiç tanımadığınızı anlayabilirsiniz.

Bir yanıyla size çok yakın olan birinin bir yanıyla çok uzak olduğunu görmek şaşırtır sizi.

Ve, bir erkek aradaki o mesafeyi nasıl dolduracağını hiç bilemez.

O mesafenin neden oluştuğunu da...

Belki de birçok kadının o mesafeye, kendilerine ait gizli bir hayata ihtiyacı vardır.

Yalnız başlarına, sadece kendilerine ait maceralarla ve hayallerle dolaşacakları bir alana.

Erkeklerin pek tanımadığı bir bahçedir orası.

Bir erkeğin kolayca sahip olamayacağı bir bahçe.

Kadını o gizli bahçesinin varlığını bilerek kabul edebilir mi bir erkek?

Kadınlar, kabul edemeyeceğine inanır.

O bahçeyi saklarlar onun için.

Serin bir sonbahar havuzunda avuçlarıma kuru yapraklar değdiğini hissederek yüzerken gördüğüm o sıradan evlerin içlerinde gizli bahçeler var.

Pencereleri ne kadar da birbirine benziyor...

Ne kadar da sıradan görünüyorlar.

Birisi, erkeklere bütün gerçekleri söylese...

Kadınların aklından geçenleri...

Hepsini...

O sakin kadınların rüyalarında gördüklerini...

Bir erkeğin giremeyeceği, sahip olamayacağı karanlık bölgeler.

Bütün bunları bilerek bir erkek bir kadınla mutlu olabilir mi?

Tek hecelik bir değişiklik herkesi mutlu edebilir belki de, "benim olsun" yerine "benimle olsun" diyebilmek...

Aradaki o küçük "le" hecesi...

Bir hece...

Birçok hayatı mutsuz kılan küçük bir hece.

O hecenin üstesinden gelmek zor, değil mi?

"Senin söylediğinden fazlasını sana sormam, benim söylediğimden fazlasını bana sorma" diyen, herkesi kendi gizli bahçesinde özgür bırakan, gerçekleri korkulacak tehlikeler olmaktan çıkaran bir anlaşma...

Bu yapılabilseydi eğer birçok hayat ne kadar farklı yaşanırdı.

Erkekler gerçeklerden bu kadar korkmaz, kadınlar gizli bahçelerinde bu kadar ürpererek dolaşmazlardı.

Yağmur çiseliyor.

Kimse yok.

Şezlongları çoktan kaldırmışlar.

Yağmurla titreyen bir havuzda yüzüyorum.

Uzaktan evler gözüküyor.

Sıradan evler.

İçleri tene değen jilet gibi ürpertici gerçeklerle dolu.

Kimsenin bilmediği, kimsenin sormaya cesaret edemediği gerçekler.

Hayatı böylesine eğlenceli kılan da belki bu.

Yağmurda yüzmek gibi...

Havuzda yağmurdan ıslanıyorsun...
Yazının Devamını Oku

Türk olmak ve ihanet...

25 Eylül 2006
Bizi kötürümleştiren, bizi korkutan bir sır var. O sırrı açığa çıkartamadığımız sürece de yürüyemeyeceğiz. Günler, sel suları gibi, değerli değersiz ayrımı yapmadan önüne kattığı her şeyi sürükleyerek zamanın boşluğuna akıtır.

Yazarlar da bir dalyanın girişinde ağlarıyla bekleyen balıkçılar gibi, günlerin içinde sürüklenip giden değerlileri yakalayıp onları zamana ve insanlığa yeniden kazandırırlar.

İşleri budur./images/100/0x0/55eb52bdf018fbb8f8b9debf

Günle birlikte kaybolmayacak olanı cümleleriyle yakalamak.

Kimi şanssızdır, ağlarına sadece değersiz olan takılır...

Kimi şanslıdır, hep yaşayacak olanı cümleleriyle yakalar.

Şanslı da olsalar, şanssız da olsalar ortak amaçları hep aynıdır, zamanın içinde kaybolmayacak olanı bulmak, onu yeniden insanlara ulaştırmak.

Zamanın kapısında durup, kalemlerini hayatın içine daldırarak sabırla ararlar.

Ne yazık ki Türk olan her yazarı bir ihanet bekler.

Mesleklerinin kutsal kuralına ihanet etmeye zorlanırlar.

Bazen ağlarına takılan değerli satırları sulara atıp, değersiz olanları satırlarına taşımaya mecbur kalırlar.

Bundan on ya da yirmi yıl sonra kimsenin umurunda olmayacak olayların içinde hayatları tükenenlere hiç olmazsa bir iki satırla yardım edebilmek için mesleklerine ihanete gönüllü katılırlar.

Ben de diğer birçok yazar gibi haftalardır kendi ülkemde aynı ihanete itildiğimi hissediyorum.

Bütün yazarlar gibi ben de insanın kalıcı kısmını, duygularını, ihtiraslarını, kararsızlıklarını, zaaflarını, iç çatışmalarını yazmayı severim, oralardan bir iki kalıcı satır çıkartabilmeyi umarım.

Bunun için uğraşırım.

Son zamanlarda ne zaman bunları yazabilmek için otursam kalem duruyor.

Canımı yakan içimdeki bir ses, "şimdi bunları yazma" diyor.

"Gelecekte hiçbir kıymeti olmayacak, tarih ve edebiyat için önemsiz olayların içinde kaybolan insanlar var, onları yaz," diyor.

"Sen bir Türksün ve şimdi mesleğine ihanet etmelisin."

Doğrusu insan merak ediyor, neden değersiz olan bu kadar önemli burada?

Neden bu toplum ergenlik çağındaki zavallı, ürkek, kırılgan ve alıngan bir çocuk gibi bitmeyen bir huzursuzlukla kıvranıyor?

Niye hep alay edileceğinden korkuyor?

Niye hep aşağılandığını sanıyor?

Tarihinde bir tek gün bile "sömürge" olmamış, Birinci Dünya Savaşı’ndaki olağanüstü yeteneksiz ve basiretsiz bir kadronun hataları sonucunda yaşanan kısa süreli bir işgal dışında işgal görmemiş bir geçmişin çocukları, neden bir türlü gerekli zihinsel gücü biriktiremiyor toplumsal hafızasında?

Birbirinden kuşkulanan, birbirine düşman insanların hiç bıkmadan hep aynı konuları tartıştığı bir ülkeyi bir imparatorluğun mirasından yaratmayı nasıl başarmışız?

Niye her sorunun çaresinin öldürmek, yok etmek, zindana atmak olduğunu sanıyoruz?

Düşünen, değişik fikirler söyleyen herkes neden bu toplumu ölesiye korkutuyor?

Gerçekler neden bizim düşmanımız?

Hukuka ve demokrasiye duyduğumuz kuşkunun bizi nasıl zavallılaştırdığını görmemizi önleyen körlüğün kaynağı nerede?

İktidara kim gelirse gelsin, hangi meşrepten olursa olsun, sonunda neden yasakları ve cezalandırmaları tek yönetim biçimi olarak kabul ediyor?

Bunların bir cevabı olmalı.

Bu toplumun geçmişinde bir yerde gömülü bir lanet var herhalde.

Bir şey bu toplumu çok korkutmuş.

O ne?

Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadığımız o korkunç yenilgi mi?

Bu mu bizi bu kadar kırılgan ve ürkek yapıyor?

Eğer öyleyse, zihnimizin karanlıklarına çakılan korku buysa, neden Birinci Dünya Savaşı’nı enine boyuna tartışmıyor, hataları tek tek ortaya çıkartmıyor, bunlardan alacağımız derslerle yolumuza güvenle devam edecek bir hale gelemiyoruz?

Niye Birinci Dünya Savaşı’nı ve o dönemde yaşananları, "müttefiklerimiz harbi kaybettiği için biz de kaybetmiş sayıldık" türünden saçmalıkların arkasına saklıyoruz?

İttihatçıların tarihte eşine az rastlanır ölçüde yeteneksiz ve zalim olduğunu görmekten mi korkuyoruz?

İttihatçılarla aramızdaki bu kopmaz bağ nereden geliyor?

Onların günahlarını bu kadar istekle sırtlanmamızı sağlayan nedir?

Biliyorsunuz, psikiyatri, huzursuz ruhların yaşadıkları acılardan kurtulabilmesi için "bilinçaltlarına" sakladıkları gerçeklerle yüzleşmesi gerektiğini söyler.

Kendinden sakladığın gerçek ne kadar büyükse yaşadığın acı ve korku da o kadar büyük olur.

Toplumsal bir psikanalizden geçmemiz mi gerekiyor acaba?

Gerçekleri görme ihtiyacımızla, gerçekleri görme ihtimalinin ruhumuzda yarattığı o korkunç ürküntü arasındaki ikilem mi bizi bu kadar rahatsız, huzursuz yapıyor?

"Başkalarından", "diğerlerinden","ötekilerden" duyduğumuz kuşkular, hep bize kötülük yapacaklarına dair endişelerimiz, aslında onların gerçekleri bulacakları ya da buldukları o gerçekleri söyleyecekleri korkusundan mı besleniyor?

Nedir bu toplumu bu kadar korkak ve huzursuz kılan gerçek?

Romanlardan, romancılardan geçtik artık "roman kahramanlarını" bile düşman sayacak kadar bizi hastalandıran bu "gerçek" ne?

Nedir bu dehşet verici gerçek?

Gizli ya da açık iktidarların bu toplumu "korkular yaratarak" yönetmeyi tercih ettiklerini biliyorum, benim söylediğim onların yarattığı yapay korkular değil, benim söylediğim bu toplumun kendi içinde beslediği, sık sık hortlayan, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan o köklü korku.

Bütün bir toplumu böylesine kırılgan ve alıngan yapan sırdan söz ediyorum ben.

O sır ne?

Allah rızası için, bu toplumda kendine Türk diyenlerin düşman görmediği kim var?

Kürtler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Araplar, Amerikalılar, Avrupalılar hep düşmanımız.

Birbirlerine düşman olanları bile biz kendi karşımızda olduğuna inandığımız "düşman kampın" içinde birleştiriyoruz. Bizden başka bu kadar çok düşmanı olan birileri yaşıyor mu yeryüzünde?

Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda bu tuhaf "içe kapanmayı" haklı gösterecek bir tablo yok.

Özelikle son yirmi beş yılda inanılmaz bir yol almışız.

Üretimimizi artırmışız, ihracatı patlatmışız, yaratıcı kadrolar yetiştirmeyi becermişiz, ekonomiyi yoluna koyabilecek hale gelmişiz, Avrupa bize kapılarını açmış.

Yürümekten korkmasak yürüyeceğiz.

Önümüz açık.

Biz ise yürürsek başımıza bir felaket geleceğine inanarak duruyoruz.

"Sahte kötürümlük" diye bir hastalık vardır, ortada "hastanın" yürümesine engel olacak fiziksel bir sorun yoktur, sadece hasta bir nedenden dolayı yürümekten korkar ve kötürüm olmadığı halde kötürüm olduğuna inanır.

Biz de böyle sahte bir kötürümlük yaşıyoruz.

Korkudan yürüyemiyoruz.

Bizi korkutan ne?

Ne o söyleyemediğimiz sır?

Bunu bulmak zorundayız bence.

Kürt meselesini bir türlü çözemememizin, kapılarını bize açan dünyayla bütünleşemememizin, yazarlardan bile korkmamızın, fikirleri yasak etmeye kalkmamızın, gelişip çağdaşlaşamamamızın, hırsızlıkları bir türlü önleyemememizin dibinde hep aynı korkunç sır yatıyor.

Bizi kötürümleştiren, bizi korkutan bir sır var.

O sırrı açığa çıkartamadığımız sürece de yürüyemeyeceğiz.

Yazarları yargılayacağız, roman kahramanlarını yargılayacağız, fikirleri yasaklayacağız, toplumsal sorunlarımızı silahla halletmeye kalkışacağız, bütün dünyanın bize düşman olduğuna inanacağız, dünyanın en yüksek bayrak direklerini dikmekten medet umacağız.

Ve, günler içinde değerli bir şey barındıramadan akıp gidecek.

Günlerle birlikte hayatlarımız da...

Doktora gitmekten korkan bir hasta gibi biz de asıl sorunu bir türlü açıkça konuşamayacağız.

Bence konuşmaya Birinci Dünya Savaşı’ndan ve İttihatçılardan başlamalıyız.

Tarihin bir yerinde o sırla karşılaşacağız.

Önce çok canımız acıyacak belki.

Ama sonra rahatlayacağız.

Korkacak bir şey olmadığını anlayabilmek için önce korkumuzu görmemiz, bu korkunun gerçek olmadığını kavramamız gerekiyor belki de.

Böylesine büyük bir tarihi olan, yeryüzünün en güzel topraklarından birine sahip, bütün dünyanın büyük bir patlama yapmasını beklediği bir toplumun hep aynı yerde durmasının nedenini "dışarıda" aramanın bir sonuç vereceğini hiç sanmıyorum.

Bizi durduran her neyse, o içimizde saklı.

Aramaya kendi içimizden başlamalıyız.

İnanın yürümek, kötürümlükten çok daha güzel ve özgür bir duygu yaratır.

Korkudan kurtulmayı başardığımızda anlayacağız ne ağır bir yükü yıllarca sırtımızda taşıdığımızı.

Belki de, kendi kendimizi korkuyla sakatladığımız için "ihanet" ve "hain" kavramlarını bu kadar sık telaffuz ediyoruz.

Böyle bir toplumda yazarların, gazetecilerin, hukukçuların, tarihçilerin, askerlerin, doktorların, politikacıların ve daha birçok mesleğin kendi kutsal değerlerine ihanet etmek zorunda kaldığını hissediyoruz.

Mesleğine ihanet, ihanetlerin en kötüsüdür bence.

Kendimize bunu niye reva görüyoruz?

Günler akıp gidiyor.

Hayatlar da öyle.

Hayatlarımızı böylesine değersizleştirmeye değer mi sizce?

Konuşmak bizi kurtarır.

O sihirli konuşma basit iki kelimeyle başlayacak:

"Korkuyoruz, çünkü..."

Bu cümleyi tamamladığımız gün, özgürlüğün ve mutluluğun nasıl bir şey olduğunu anlamaya başladığımız gün olacak sanırım.
Yazının Devamını Oku

Umut

17 Eylül 2006
Ve, ulaşabildiğim her insanın kulağına bağırmak istediğim bir cümle: "Önce ümitlerinizi öldürmek isteyecekler."

İlk hedefleri her zaman budur çünkü.

Ümitlerimize saldırır onlar.

Kurşuni mavi bulutlar denizin üstünde birikmiş. Tek başına bir kuş adaların üstünde eğlenceli taklalar atarak uçuyor, pikeler yapıyor, aniden yükseliyor, burgularla denize doğru inişe geçiyor.

O mesafeden kuşu bu kadar rahat görmemin nedeni, bulutların arasındaki bir çatlaktan sızan ışığın kanatlarına çarparak onu gümüşi bir nokta gibi parlatması.

Sanki bulutların arasından yakaladığı bir ışık ipliğini denizin üstünde gezdiriyor.

Parlak kanatlarıyla uzaklardan izlenebiliyor.

Başka bir ülkede başka bir adam, kararmakta olan bir gökyüzünün altında bir perinin sihirli sopası gibi peşinde ışıktan izler bırakarak uçan bu kuşu izlerken büyük bir ihtimalle hayata dair hoş şeyler düşünecek, gecesini aydınlatacak bir sevinç yakalayacaktı gördüklerinden.

Ama buradaki birçok insan gibi benim de içim kararmış.

Aklımda Hamlet’in ünlü satırı.

"Çürümüş bir şeyler var Danimarka’da."

Ve, ulaşabildiğim her insanın kulağına bağırmak istediğim bir cümle:

"Önce ümitlerinizi öldürmek isteyecekler."

İlk hedefleri her zaman budur çünkü.

Ümitlerimize saldırır onlar.

Bizi geleceğe taşıyacak, gelecek denen belirsizliğe güvenle uzanmamızı sağlayacak olan aydınlık köprü ümitlerimizden oluşur zira.

O köprüyü yıkmak, gelecekle bağlarımızı koparmak, bizi bugünün ağır yükü altında hapsetmek isterler.

Bugüne hapsolmak demek, bu umutsuzluk zindanından bizi kurtaracak birilerini aramak demektir.

Bombalardan, çocuklarımızın ölümünden, linçlerden, cinayetlerden, ürkütücü ilişkilerden, ezilip hırpalanmaktan, yoksulluktan kurtaracak birilerini.

Korkunç gerçek ise şudur:

Bizi kurtarmaya gelecek olanlar genellikle ümitlerimizi yok edenler, ümitlerimize saldıranlardır, ümitlerimizin katilleri olanlardır.

Geleceğimizi kurtarmak için, gelecekle aramızdaki köprüleri yıkanları çağırmamızı beklerler.

Tanrının lanetlileridir bunlar ve istisnasız her ırkın içine dağılmışlardır.

Daha geniş bir bölgeye sahip olmak isteyen sırtlan sürüleri gibi bazen birbirleriyle dalaşsalar da, zor zamanlarda işbirliği yapmaktan hiç kaçınmazlar.

Ümitleri yok edebilmek için kendi ırklarının çocuklarını ölüme göndermekten asla çekinmezler.

Hatta zaman zaman birlikte cinayetler işlerler, bombaları birlikte koyarlar.

Onlar birbirlerinin düşmanları değildir, onlar ümitlerin düşmanlarıdır.

Ümitler öldüğünde canlanırlar ancak.

Tam "ateşkes" istendiğinde minicik çocukları öldürecek bombaları patlatırlar ki kimse ümitlenmesin.

"Ümit yok" derler.

"Ancak sizi ben yönetirsem ümit olur."

Ve elbirliği ile insanları da, ümitleri de öldürürler.

Türk Kürt hiç fark etmez her ırkta bulunan bu lanetlilerin düşmanı ümittir ve onlar ümidin düşmanıdır.

Onlar ümitleri öldürmek için inlerinden çıktıklarında, mavi çakıntılı bir sonbahar göğünde bir ışık huzmesi gibi uçan kuşlardan kendinize bir sevinç yaratamazsınız.

Akşam rüzgarıyla ürperen deniz, bir sonsuzluk kervanı gibi ard arda dizilmiş yeşil tepeli adalar, bulutların arasından süzülen ışık serpintisi, sokaklarda yürüyen insanlar, kaldırımlardaki ağaçlar bir mateme bürünür.

Ruhunuza bir neşe sızmaz.

Gelecek kararır...

Onlara teslim olmayın.

Onların neye saldırdığını bilmek, bize neyi korumamız gerektiğini de gösteriyor.

Ümitlerimizi savunmalıyız.

Biliyorum, hayat bir orman yangını gibi üstümüze saldırırken ümitlerimizi korumak çok kolay değil.

Ama ümitlerimizi kaybetmek geleceğimizi kaybetmek anlamına gelecek.

Gelecek...

Ne kadar ışıklı bir sözcük.

O geleceğin içinde bizi bekleyen neler var; mutluluklar, acılar, unutulmayacak anlar, sürprizler, bir şehrayin gibi parlayacak yeni ümitler, huzurlu günler, içimizi hayallerle yakacak ihtiraslar.

Gelecek, bir define sandığı gibi karanlığın içinde kendisini bulmamızı bekliyor.

Bizi ümitlerimiz götürecek ona...

Biz nelerden geçtik, ne kalleş tuzaklardan, ne alçakça pusulardan, ne "puşt zulalarından" geçtik.

Şimdi mi teslim olacaksınız?

Hayat, yelkenlerini şişirmiş büyük bir gemi gibi sizi o umutlarla dolu kıyılara götürmek için limanda hazır beklerken, bugüne dek rastlamadığınız büyük bir zenginliğe ve mutluluğa doğru yola çıkmaya hazırlanırken, tam da bu son anda teslim mi olacaksınız?

Asırlardır beklediğimiz "geleceğe" ilk kez bu kadar yaklaşmışken, bilgisayarları, internetleri, uzay yolculukları, robotları, rengarenk oyuncaklarıyla yepyeni bir çağ, yepyeni bir hayat bizi çağırırken vaz mı geçeceksiniz?

Bütün dünya sizinken, kendi ümitsizliğinizle kör mü olacaksınız?

Onların istedikleri de bu.

Bombaları, cinayetleri, alçakça tuzaklarıyla bazen Türk bazen Kürt kılığında karşınıza çıkan bu ümit katillerine geleceğinizi öldürtecek misiniz?

Size hep aynı şeyi fısıldıyorlar, "onlar düşmanımız".

"Onlar" değil düşmanınız, size "onların düşman" olduğunu söyleyenler asıl düşmanlarınız.

"Onlar düşman" diyen Kürtler var.

"Onlar düşman" diyen Türkler var.

Bunu diyenlere bir sorsanıza, "senin dost olduğun nerden belli?"

Sorsanıza onlara, "niye ümitlerimi öldürmek, beni bir düşmanlığa ve intikamın ateşine gömmek istiyorsun?"

Sorsanıza onlara, "ilk kez insanca yaşama imkanı kapımıza gelmişken, çocuklarımıza mutlu bir gelecek sağlayabilecekken neden bombalarınızla, silahlarınızla, düşmanlık saçan konuşmalarınızla önümüze dikiliyorsunuz?"

Sizin hayatlarınızın üstüne yerleştirecekleri kadifeden bir iktidar koltuğu için sizin bütün geleceğinizi yok etmek isteyenler var, Türklerden de var, Kürtlerden de var.

Tek korktukları sizin sorular sormanız.

Siz soru soracak gibi olduğunuzda, siz yaşananlara itiraz etmeye hazırlandığınızda sizi korkutmak için birlikte kampanyalar hazırlıyorlar.

Hayata sadece "silahla" biçim verilebileceğini söylüyorlar size.

Bunu söyleyenlerin hepsinin silahı var.

Hayata silahla biçim verilecekse, o biçimi verecek, tepenize çıkıp oturacak olanlar onlar.

"Hayata artık silahla değil, akılla biçim veriliyor," deyin onlara.

Aklımız var bizim, ümitlerimiz var, geleceğimiz var, bizi bekleyen yeni bir hayat, yeni bir dönem var.

Hem de öyle çok ümidimiz var ki...

Özgür olacağız, kimseden korkmadan konuşabileceğiz, herkes hakkında şaka yapabileceğiz, çocuklarımızı iyi yetiştireceğiz, dünyanın en gelişmiş yörelerinde çocuklar nelere sahip oluyorsa bizim çocuklarımız da onlara sahip olacak, depremde yıkılmayacak evlerimiz, bizi ezmeyecek bir düzenimiz, güzel okullarımız, temiz hastanelerimiz, mafyayla iç içe geçmeyen görevlilerimiz olacak.

Böyle bir hayata hazırlanıyoruz biz.

Güçlü bir ağaç gibi hayatımıza köklerini salacak gürbüz ümitler besliyoruz.

Öldürtmeyin ümitlerinizi.

Geleceğinizi öldürtmeyin.

Biliyor musunuz, siz ümitlerinize ve geleceğinize sahip çıktığınızda onlar ümitlerini kaybedecekler ve onlar ümitlerini kaybettiğinde bitecek bu cinayetler.

Ümitsiz kaldıklarında insanları öldürmeyecekler.

Bizim ümitsizliğimiz onları ümitlendiriyor.

Ümitlendikçe de daha çok cinayet işliyorlar.

Bir sonbahar göğünün altında oyunbaz bir ışık huzmesi gibi kuyruğunda gümüşten bir ibrişimle uçan bir kuş gördüğümüzde huzurla sevineceğimiz, bir kuşun uçuşuyla bile eğlenebileceğimiz zamanlar da olacak.

Çocuklarımız için endişelenmeyeceğiz.

Irkımız, dinimiz, dilimiz, cinsimiz değil, aklımız, yeteneğimiz, çalışkanlığımız önemli olacak.

İçinde insanların huşu içinde ibadet ettiği misk kokulu camilerimiz, gençlerin semah yaptığı cemevlerimiz, dünyanın dört bir yanından insanların eğlenmek için geldiği barlarımız, kulaklıklarından sevdikleri müzikleri dinleyen çocukların kitapları okuduğu kütüphanelerimiz, hastalarımızı güvenle emanet edeceğimiz hastanelerimiz, öğretmenlerin çocuklara sevgiyle davrandığı okullarımız olacak, her dilden şarkılar söylenecek, sevdiğimiz işlerde çalışacağız, isteyen istediği gibi giyinecek.

İmkansız gibi mi gözüküyor size?

Ama anlattığım gibi ülkeler var.

Niye onlar gibi olamayalım?

Oluruz.

Bu ihtimal kapımızda.

Olamayacağımıza sizi inandırmak isteyenler sizin ümitlerinizi öldürmek, sizi ümitsizliğe hapsetmek ve sizin başınıza geçip bir ömür orada hüküm sürmek isteyenler.

Biz, Kürdüz, Türküz, Lazız, Çerkeziz, Abhazayız, Ermeniyiz, Yahudiyiz, Rumuz, biz Ortodoksuz, Müslümanız, Sünniyiz, Aleviyiz, dinsiziz, sofuyuz.

Biz biraz tuhafız.

Dalgacıyız, öfkeliyiz, tembeliz ama biz en zor zamanda bile gülmeyi beceririz, bir büyük deprem bizi vurduğunda evdeki tek tencere yemeği paylaşırız, işler sıkıştığında deliler gibi çalışırız.

Bize insan olduğumuzu unutturmak isteseler, dinin, cinsin, ırkın insanlıktan önemli olduğunu söyleseler de insan olduğumuzu biliriz.

Ortak ümitlerimiz var bizim.

Boşverin siz ölümü hayattan çok sevenlere.

"Danimarka’da çürümüş bir şeyler olsa" da çürümeyenini de yaparız bir gün biz.

Işıktan bir kuş uçuyor denizin üstünde.

Onu huzurla seyredip sevineceğimiz zamanlar olacak.

Bunu ümit etmek, bu ümidi gerçekleştirecek.

Bir kuş uçuyor.

Ümitlerimizi hatırlayınca, ışıklı bir ümit gibi uçuyor işte.
Yazının Devamını Oku