Ahmet Altan

Kendini öldürmek

22 Nisan 2007
Doğaya bakarsanız birbirini öldüren hayvanlar görürsünüz. Tarihe bakarsanız birbirini öldüren insanlar görürsünüz.

Daha yaradılışlarında bu iki farklı canlı türü, cinayeti ve vahşeti kendi ortak kaderleri olarak getirmişlerdir dünyaya.

Binlerce hatta milyonlarca yıldan beri bu cinayetlerini sürdürürler.

Hayvanlar hiç değişmemiştir, binlerce yıl önce ne yapıyorlarsa bugün de onu yaparlar.

Birbirlerini yok ederek doğanın hayat çemberini çevirirler.

İnsanlar ise bir yandan doğayı kullanarak doğaya bir şeyler katarlar, bir yandan da bu vahşetten arınmaya uğraşırlar.

Hiçbir toplum vahşetten tümüyle arınamamıştır.

Ama toplumların vahşetten arınma çabaları, şiddeti hayatın içinden çıkarma uğraşları, öldürmeyi yüceltilecek değil de kınanacak bir eylem olarak görme eğilimleri toplumlar arasındaki "gelişmişlik" farkını yaratır.

Gelişmişliğin ölçüsünü belirleyen o toplumların zenginlikleri değil onların vahşete yaklaşım biçimleridir.

Savaşlar, cinayetler, suikastlar insan ruhundaki şiddetin en kanlı ve en keskin biçimde ortaya çıktığı noktalardır.

Toplumları, bu konulardaki tavırlarıyla ölçebilirsiniz.

Şimdi ben size, basitliği beni bile utandıracak kadar basit bir soru sorayım izninizle.

Bu basitliğimi bağışlayın, ben gerçekleri ancak böyle sıradan sorularla kavrayabiliyorum.

Ben Kurtuluş Savaşı’yla ilgili bir film çekebilir miyim?

Elbette çekebilirim.

Peki bu filmde ne anlatabilirim?

Türk askerinin kahramanlığını.

Yunan askerlerinin kahramanlığını anlatan bir film çekebilir miyim?

Böyle bir film çekersem beni över ve ödüllere aday gösterir misiniz?

Bunun gerçekçi cevabı "hayır"dır.

Yunanlıların kahramanlıklarını anlatan, tümüyle Yunanca bir film çekip, Türk askerlerinin iki Yunan esirini nasıl acımasızca öldürdüğünü göstermeye kalksam bunu hoşgörüyle karşılamazsınız.

Böyle bir işe kalkışsam çok büyük bir ihtimalle "Türk düşmanı olmakla," "satılmışlıkla," "hainlikle" suçlanırım.

Peki ama niye?

Niye ben Yunanlıların kahramanlıklarını anlatamam?

Hiç mi kahraman, yiğit, cesur Yunan askeri yoktu o savaşta? Hiç mi hayatını tehlikeye atan, ölümün üstüne yürüyen birileri çıkmadı Yunan ordusunda?

Bütün kahramanlıkları Türkler mi yaptı?

Aslında bu soruları sormak bile cesaret istiyor bugün bu ülkede, bunu biliyorum.

Bu soruları sorabiliyorsam, Yunanlıların da kahramanca dövüşmüş olabileceklerini söylüyorsam bu benim cesaretimden kaynaklanmıyor.

Bunu yapabilmiş olan birini görmemden kaynaklanıyor bu cüretim.

Clint Eastwood’un "İwo Jima" filmini gördüm. Tümüyle Japonca çekilmiş.

Japon askerlerinin korkularını da, inanılmaz cesaretlerini de, Amerikalılara karşı nasıl son askerlerine kadar dövüştüklerini de, Amerikalıların Japon esirlerini vurduklarını da bir Amerikalı anlatıyor.

Tarihin en büyük vahşetlerinden birini gerçekleştirerek Japonların üstüne atom bombası atan, Vietnam’da kanlı kıyımlar yapan, Irak’ta ölümcül bir karmaşa yaratan Amerika, bütün bunlara rağmen dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri kabul ediliyorsa, bunu politikacılarına, liderlerine, askerlerine, ordusuna, silahlarına değil Clint Eastwood gibi sanatçılarına borçlu.

Bu filmi yapan adamı Oscar’a aday gösteren o inanılmaz hoşgörüye borçlu.

Amerikan toplumumun bu filmin oynadığı sinemaları yakmamasına, Eastwood hakkında "Amerikalılığa hakaretten" dava açılması için gösteriler düzenlememesine, bu ünlü sinemacıyı "ölümle" tehdit etmemesine borçlu.

Kongre’de "bu adam bizi sırtımızdan bıçaklıyor" diye bağıran politikacılarının olmamasına borçlu.

Amerikan devleti dünyanın bütün devletleri gibi hatta çoğundan daha fazla vahşi ama o vahşetin kaynağı olan toplumda, o vahşeti temizlemeye çalışan, o vahşeti eleştiren başka bir yapı daha var.

Amerika ile Türkiye’yi kıyaslarsak, aramızdaki farkı politik liderler, siyasetçiler, askerler yaratmıyor, aramızdaki fark Clint Eastwood’un yaptığı film.

O filmde Japonlar "düşman" değil.

O filmde Japonlar "insan."

Akılsızları var, korkakları var, cesurları var, akıllıları var.

Amerikalı bir sanatçı yaptığı filmde "düşmanı" "insana" dönüştürüyor.

Biz "düşmanımızı" "insan" olarak anlatabilir miyiz?

İwo Jima filminde yaşananların üzerinden yaklaşık 60 yıl geçti.

Biz ondan çok daha önce olan Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında yaşananları, "düşmanlarımızı" "insan" olarak gösterecek bir biçimde anlatabilir miyiz?

Ermeni tehcirinin filmini, "Ermenileri" korkularıyla, cesaretleriyle, yiğitlikleriyle, başlarına gelen felaketlerle göstererek çekebilir miyiz?

Ya da çok cesur ve akıllı bir Yunan komutanını anlatabilir miyiz?

Anlatamayız.

Niye?

Niye anlatamıyoruz?

Niye böyle bir film yapmaya kalksak büyük bir tepkiyle karşılaşırız?

Eğer biz "Kurtuluş Savaşı’nda topraklarımızı ve özgürlüğümüzü savunuyorduk, bizim davamız kutsal bir davaydı, saldırganları neden cesur insanlar olarak göstermek isteyelim" dersek.

Amerikalılar da "Japonlar topraklarımıza saldırarak yüz binlerce çocuğumuzun öldüğü bir savaşa sürüklediler bizi, biz sadece kendimizi değil bütün dünyanın özgürlüğünü faşizme karşı korumak için savaştık, niye saldırgan faşistlerin insani yanlarını gösterelim ki?" diyebilirler.

Bunu söylediklerinde bizden daha az haklı olmazlar. Ama böyle bir filmi Oscar’a aday gösterebiliyorlar.

Biz o filmde bir Amerikan esirini öldüren Japonları da, bir Japon esirini öldüren Amerikalıları da görüyoruz.

"Hiçbir işe yaramayan bu çorak ada için ölmeye değmez" diyen Japon askerini de.

"Aslında en iyisi bu adayı denizin dibine yollamak, bu adada hiçbir şansımız yok" diyen ve gerçeği görmesine rağmen o adaya gönüllü gelen Olimpiyat şampiyonu bir Japon subayını da görüyoruz.

Amerikalılarla çarpışmak için en doğru, en akıllı stratejiyi oluşturan cesur Japon generalini de.

O generalin akıllıca verdiği emirleri onun "Amerikan sempatizanlığına" bağlayıp, emirlerine itaat etmeyerek birçok askerin ölümüne neden Japon subaylarını da seyrediyoruz.

Yaralı bir Amerikalı esirle dostça sohbet eden Japon subayını da.

O Amerikalı esire annesinin gönderdiği mektubu okuduklarında, "onun annesi de benim annem gibi yazmış" diyen Japon askerini de izliyoruz.

Cesareti akıldan üstün tutan Japon subayları olduğu gibi.

Cesarete aklı da katan Japon subayları olduğunu da anlıyoruz.

Ve, şunu fark ediyoruz.

Bugüne kadar yapılmış bütün Amerikan filmlerinde biz Amerikan askerlerini Japonlara karşı tutarken.

Bu filmde Japonları Amerikalılara karşı tutuyoruz.

Ve, Amerikalılarla Japonlar arasında bir fark olmadığını anlıyoruz.

Hepsi insan.

Zaaflarıyla, cesaretleriyle, korkularıyla, vahşetleriyle insan onlar.

İşte bunu anladığımız anda.

Ruhumuzdaki vahşet siniyor.

Neredeyse yok oluyor.

Çünkü vahşet ancak "düşmanın" insan olduğunu unutmakla ortaya çıkabiliyor.

"Düşmanın" da bir insan olduğunu.

Bir annesi, bir babası.

Sevdiği bir çocuğu.

Kaygıları.

Korkuları.

Aşkları olduğunu fark ettiğimizde artık ona düşman olamıyoruz.

Onu rahatlıkla öldüremiyoruz.

Düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda, içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız başkaldırıyor.

Savaş ve cinayet anlamsızlaşıyor.

Zaten bu yüzden dünyadaki bütün politikacılarla askerler, "düşmanın" da insan olduğunun söylenmesini istemiyor.

Zaten bu yüzden dünyadaki bütün gerçek sanatçılar "düşmanın" da insan olduğunu anlatmaya uğraşıyor.

Bir toplumda, "düşmanın da insan" olduğunu kavrayanların sayısı ne kadar artarsa o toplumun gelişmişliği de o kadar artıyor.

O zaman tarihindeki savaşlarla, cinayetlerle övünmüyorsun.

Tarihteki bütün savaşların ve cinayetlerin kurbanlarının "insanlar" olduğunu, onların da sana benzediklerini, senin gibi acı çektiklerini, senin gibi korktuklarını, senin gibi cesur olduklarını, senin gibi sevdiklerini fark ediyorsun.

Bunu fark ettiğinde bir "düşmanı" öldürmek kendini öldürmek gibi oluyor.

Kendi benzerini öldürmek.

Bunun iyi bir şey olmadığını anlıyorsun.

Biz, işte bu yüzden öldürdüklerimizin insan olduğunu anlatan filmler çekemiyoruz.

Anlatırsak.

Onların da insan olduğunu kavrarsak.

Düşmanlığımızı sürdüremeyiz.

Onlara kinlenemeyiz.

Kendimizi dünyanın diğer insanlarından ayıramayız.

Onlardan daha akıllı, daha cesur, daha kahraman, daha yiğit, daha haklı olduğumuza inanamayız.

"Önce onlar bizim düşman değil insan olduğumuzu kavrasınlar" diyerek kendi gelişmişliğimizin önüne başkalarının "düşmanlığını" bir engel olarak koyamayız.

İçimizdeki vahşeti daha fazla besleyemeyiz.

O zaman yeni cinayetler işlenemez.

Suikastlar düzenlenemez.

Sanatçılara saldırılamaz.

Ve, burası bambaşka bir ülke olur.

Gelişmiş bir ülke.

Şimdi bir yoklayın içinizi bakalım.

Kurtuluş Savaşı’nda öldürülen bir Yunanlıyı, tehcirde öldürülen bir Ermeni’yi, dağda vurulan bir Kürt’ü "insan" olarak görebilecek misiniz?

Onların öldürülen bir Türkt’en hiçbir farkının olmadığını içinize sindirebilecek misiniz?

Eğer görür ve sindirirseniz.

Bu gerçeği anlarsanız.

İşte o zaman ölen herkes için üzülecek.

İşte o zaman içinizdeki gerçek insanla karşılaşacaksınız.
Yazının Devamını Oku

Onları dinleme yapabilirsin

15 Nisan 2007
Hepimizin "kaybetmek, yenilmek, hayatın pençesinde ezilmek" için nedenleri var.

Üstelik bu nedenler, donmakta olan birini uykunun çektiği gibi uyuşturucu bir mutluluğa bile çekebilir insanı.

Mücadeleyi, savaşmayı, dövüşmeyi bırakırsın.

Kendini, kendi mazeretlerinin karanlık derinliğine salarsın.

Hayatla arandaki kavgayı daha başlamadan kaybedersin.

En çok da "yenilmekten korkanlar" sever daha baştan kaybetmeyi, "yenilmemişlerdir", sadece savaşa girmemişlerdir.

Teslim olmak, yenilmekten daha iyi gelir onlara.

Bırakın savaşmayı, yenilmeyi bile beceremeyenlerin yenilgisidir bu.

Biraz zavallı görünür bu adamlar bana.

Ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim.

Mücadelecileri, dirençlileri, dövüşçüleri severim.

Kendi hayalini kendi yaratıp, ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim.

Böyle adamları benim gözümde değerli kılan onların hayalleri değildir, bazılarının hayalleri bana çok yabancıdır ama o hayale yürüyüşteki cesaret, o her şart altında dimdik duran azim, gerilememe kararlılığı çeker ilgimi.

O insanlar başarırlar.

Başarının ölçüsü de ne para, ne şöhret, ne iktidardır benim için.

Basittir benim başarı tarifim.

İnsanın hayallerini gerçekleştirmesine başarı derim ben.

Hayalinle senin arana dikilen bütün engelleri aşabilmeye.

Geçenlerde Chris Gardner’ın hikayesine rastladım.

Bir zenci.

Çocukluğu kötü geçmiş.

Babası onları terk etmiş, üvey babası çok kötü davranmış, onu ve kardeşlerini hırpalamış, annelerini dövmüş.

Daha yedi yaşındayken "çocuklarını asla bırakmayacağına" yemin etmiş.

Akıllı olduğu için arkadaşları buna "koca kafa" adını takmışlar.

Ama okumamış.

Gidip Deniz Kuvvetleri’ne yazılmış.

Sıhhiyeci olmuş.

Orada işleri çabuk öğrenmiş, doktorların ilgisini çekmiş.

Askerden sonra tıp okumayı düşünmüş.

Ordudan ayrılınca bir hastanede çalışmaya başlamış.

İşler iyi gidiyormuş.

Evlenmiş.

Sonra hastanede çalışmaktan vazgeçmiş.

Hastane malzemeleri satarak zengin olacağına karar vermiş.

Bu karar, onun felaketinin başlangıcı olmuş.

Bu arada bir de oğlu doğmuş.

Kapı kapı dolaşıp "tarayıcı" denilen bir alet satmaya uğraşıyormuş doktorlara.

Ama işler iyi gitmiyormuş.

Hayat gittikçe daha zorlaşıyormuş.

Parasızlık, çocuğun yuva masrafı, biriken faturalar, ödenemeyen kira, karısının çift vardiya çalışması, tarayıcıları kimsenin almaması.

Gardner, her yandan sıkışırken bir gün elinde kocaman tarayıcısı, sırtında her zaman taşıdığı ucuz çantasıyla bir doktor randevusuna yetişmek için hızla yürüdüğü sırada kaldırımın kenarında kırmızı bir Ferrari durmuş, içinden fiyakalı genç bir adam inmiş.

Adamı durdurmuş hemen.

- Efendim, izninizle iki sorum var. Bu arabayı alabilmek için ne iş yapıyorsunuz? Bu işi nasıl yapıyorsunuz?

- Borsacıyım. Şu binada borsacı olmak isteyenler için bir kurs veriyorlar.

Gardner o anda borsacı olmaya karar vermiş.

Ve hemen binaya girip kursa katılmak istediğini söylemiş.

Kursa katılabilmek için gerekli sınavı başarmış ve mülakata girmeye hak kazanmış.

Mülakattan bir gün önce eve polisler gelmişler ve ödemediği trafik cezasından dolayı onu tutuklamışlar.

O sırada evini boyadığı için onu atleti ve eline yüzüne bulaşmış boya lekeleriyle nezarethaneye atmışlar.

Ertesi sabah karakoldan çıkıp, o haliyle koşa koşa mülakata gitmiş.

Bir borsa sınavına, atletle ve yüzünde boya lekeleriyle gelen bu genç zenciye, kurulun başkanı:

- Karşıma atletle gelen bir adamı borsacı olması için kursa kabul etsem, ne dersin, demiş.

- Herhalde çok güzel bir pantolonu vardı, derim efendim.

Bu espri üzerine onu kursa kabul etmişler.

Kurs altı ay sürecekmiş, bu sürede hiç ara vermeyeceklermiş ve sonunda aralarından sadece birini işe alacaklarmış.

Bir yandan kursa gidip, bir yandan da para kazanabilmek için "tarayıcılarını" satmaya uğraşıyormuş.

Ama satamıyormuş.

Hayat daha da zorlaşmış.

Sonunda karısı onu terk etmiş..

Chris, bütün zorluklara rağmen çocuğuyla birlikte yaşamaya karar vermiş ve oğluyla ikisi baş başa kalmışlar.

Bir akşamüstü oğlunu mahalledeki basket sahasında oynamaya götürmüş.

Çocuğun bir atışını sertçe eleştirince küçük oğlan "ben bu oyunu beceremeyeceğim," diye oynamaktan vazgeçmiş.

- Kendileri yapamayanlar sana, senin de yapamayacağını söylerler, demiş oğluna. Sana, ben bile yapamazsın dersem beni dinleme.

Birkaç gün sonra kirayı ödeyemedikleri için ev sahibi onları evden atmış.

Bir motele yerleşmişler.

Sabahları oğlunu yuvaya bırakıyor, kursa gidiyor, kursta hisse satabilmek için müşterilerle konuşarak diğer kursiyerleri geçmeye çalışıyor, akşam yuvaya koşup oğlunu aldıktan sonra "tarayıcılarını" satmak için doktor muayenehanelerini dolaşıyormuş.

İşler biraz düzelmiş.

Tarayıcı satışları artmış.

Tam biraz nefes alacakken bu sefer de bir mektup gelmiş vergi dairesinden.

Ve, kazandığı bütün parayı elinden almışlar.

Satabileceği tek bir tarayıcı ve cebinde on iki dolarla kalmış.

Motele de para ödeyemediği için oradan da atılmışlar.

Ne gidebilecekleri bir yer, ne de ceplerinde para varmış.

Bir metro istasyonuna götürmüş oğlunu.

Oğluna, elindeki tarayıcıyı gösterip "bak bu zaman aleti" demiş, "hadi düğmesine bas ve zaman değişsin."

Çocuk düğmeye basmış.

"Ah," demiş, Chris, "işte zaman değişti, bak dinozorlar geliyor, hadi kaçıp bir mağaraya sığınalım."

Oğluyla metronun tuvaletine girmişler, "burası mağara," demiş Chris, yerlere tuvalet kağıtları serip oğluyla birlikte onların üstüne oturmuş.

Oğlunu uyutmuş ve o uyurken ilk kez ağlamış.

Ertesi sabah kursa elinde "tarayıcısı", bavulu ve bir takım elbisesiyle gitmiş, soranlara "akşam bir yolculuğa çıkacağım da onun için eşyalarım yanımda" diyormuş.

Bir yandan da deli gibi çalışıyormuş kursta.

O akşam bir kilisenin "evsizler" için olan barınağında kalmışlar.

Oğlunu uyuttuktan sonra elindeki son tarayıcının arızasını tamir etmeye uğraşmış.

Artık her sabah kursa gidiyor, bir ara koşarak bir doktor muayenehanesine gidip tarayıcı satmaya çalışıyor, akşamları evsizler için olan barınağın önünde çocuğuyla kuyruğa girip gece yatacakları bir yatak bulmaya uğraşıyormuş.

Bazı geceler barınakta yer bulamayınca metro istasyonunda kalıyorlarmış.

Bir yandan da diğer kursiyerlerin aramaya bile cesaret edemediği zengin yöneticileri arıyor, onlardan randevu alıyor, gerekirse evlerine gidip oğluyla birlikte kapılarını çalıyormuş.

Cebinde beş kuruş parası, yatacak yeri olmayan bu genç zenci bazı günler ülkenin en zengin adamlarıyla tanışıp onlarla dostluk ediyormuş.

Akşam da yeniden evsizler barınağına dönüyormuş.

Bir gün elindeki son "tarayıcıyı" satmayı başarmış.

O gece iyi bir otelde kalmışlar oğluyla birlikte.

Güzel bir hamburger yemişler.

Kurs son günlerine yaklaşıyormuş.

Ama kursun yöneticisi bu zenci öğrenciyi "ayak işlerine" koşturuyor, onun diğerlerine yetişmek için çabalarken bir de bu angaryalar yüzünden zaman kaybetmesine neden oluyormuş.

Bütün bunlara rağmen kursun sonuna kadar dayanmış.

Hisse senetlerini satmış.

Son gün takım elbisesini giyip gitmiş işe.

Onu son mülakata çağırmışlar.

Yönetici ona,

- Bugün burada kursiyer olarak son günün demiş.

Ve, eklemiş:

- Yarın burada bir borsa simsarı olarak işe başlayacaksın çünkü.

O anda Gardner’ın gözleri dolmuş.

- Zor oldu mu Chris, diye sormuş yönetici.

- Çok zor oldu efendim, demiş.

Ertesi sabah iyi bir maaşla işe başlamış.

Altı yıl sonra kendi şirketini kurmuş.

On beş yıl sonra şirketini milyonlarca dolara satmış.

Sonra oturup hayatını yazmış.

Yazdığı kitap bütün dünyada best seller olmuş.

Kitabından yapılan film Oscar’a aday gösterilmiş.

Şimdi artık zengin bir adam.

Bu adamın hikayesini çok sevdim.

Ne borsacı ne de zengin olmasıydı beni etkileyen.

Hayalini gerçekleştirememek için çok geçerli mazeretleri olan, çocuğuyla sokaklarda yatan, aç kalan, bir yandan kendisinden çok daha iyi eğitim görmüş insanlarla yarışırken bir yandan kimsenin almadığı bir "tarayıcıyı" satmaya uğraşan, bir gün bile çocuğunu yalnız bırakmayan ve en zor şartlar altında bile oğluna "yapabilirsin, yapamayanların öğütlerine aldırma" diyen bir adamın mücadele etmesinden, direnmesinden, metro tuvaletlerinde ağlarken bile amacından vazgeçmemesinden etkilendim.

Bu kadar kararlı bir şekilde ne olmak istese olurdu.

Hayattan, sefaletten, açlıktan korkmaması, bir tek gün bile yakınmaması, aç yattığı gecenin sabahında "nasılsın" diyenlere "iyiyim" diye cevap verebilmesi, başaramamak için sahip olduğu mazeretlerin içine saklanmaması, gerektiğinde yirmi dört saat uykusuz kalması, oğluna hep sahip çıkması, insanların ona hayran olmasını sağlıyordu.

Kendi hayat hikayesiyle, oğluna verdiği öğüdü herkese vermiş oluyordu:

- Yapamayanlar sana da yapamayacağını söylerler, onlara inanma.

Herhangi bir şeyi yapamamak için kuvvetli mazeretleri olanlar bu adamın hayatına bir baksınlar.

Onun hayatını izledikten sonra.

Ya yapacak, ya da utanacaklardır.
Yazının Devamını Oku

Erguvanlar...

7 Nisan 2007
Uysal bir bahar yağmuru yağıyor.

Gökyüzü kapalı ama yapraklarında biriken su damlacıklarıyla erguvan ağaçları sanki başka bir hayatın ışıklarıyla güneşli bir gün gibi parlıyor.

Bu şehrin şiirini onlar yazıyor.

Bazen Baki gibi yazıyor:

"Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtar"

Bazen Hilmi Yavuz gibi yazıyor:

"Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı"

Yağmur yağdığında "üzerlerine inciler dökülmüş yakutlar" gibi ışıldayan erguvanlar geçip gidiyor ve geriye sadece erguvanlar kalıyor.

Bütün şiirler gibi onlar da şiirleriyle vahşiler, yerli yerine yerleşmiş bütün düşüncelerimle duygularımı "inci köpüklü yakut bir deniz" gibi kabararak yerlerinden oynatıyorlar.

Onlara bakarken "geriye sadece erguvanların kalacağını" biliyorum, şiirli bir yokluğun yolcuları olduğumuzu, binlerce yıldır onların o sessiz yakut bakışlarıyla izlediği hayatın kendilerini olduğundan daha mühim sanan misafirleri olduğumuzu...

Bu şehrin ev sahibi onlar.

Bizanslıları da, Haçlıları da, Osmanlıları da gördüler.

Değişik diller, değişik kıyafetler, değişik geleneklerle akan bir insan nehrinin sahilinde duruyorlar.

Her şey değişiyor.

Erguvanlarla duygularımız değişmiyor.

Hepimiz yaşamak macerasının acemileriyiz.

Bunu, onlar biliyor.

Harmaniyeleriyle, zırhlarıyla, kaftanları ve peçeleriyle önlerinden geçen onca insan hep aynı hataları yaptılar, "misafir" olduklarını unuttular, duygularını küçümsediler, onları sakladılar, hep bir başka zamana ertelediler, "bir başka zaman" olmadığını hiç bilemediler, hissettikleriyle yaşadıkları arasında uçurumlar oluştu.

Hep bir başkası olmak istediler.

İnsanların bir türlü kendileri olamadıklarını, en çok "kendileri olmaktan" korktuklarını, kendileri olmaktan utandıklarını, saklandıklarını, kendilerini saklayabilmek için gerçek olmayan hayatlar icat ettiklerini, aslında var olmayan "bir başkasını" taklit etmeye çalıştıklarını gördü erguvanlar.

Kuşaktan kuşağa hep aynı hataları tekrarladıklarını...

"İşte tenha her yanımız, hep tenha

ne aradık sözcüklerin kuytularında

ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde"

Hep tenha oldu her yanımız, kalabalıkları aradıkça biz tenhalaştık, kendimizi bırakıp "bir başkası" olmaya gittik.

Başkaları bizi terk ettiği için tenhalaşmadık, kendimizi ilk terk eden bizdik.

Onun için tenhalaştık.

Kendimizi saklamak, kendimizden uzaklaşmak, kendimiz olmamak için ne kadar çok yalan söyledik.

Sanki uğursuz bir ses daha doğduğumuz andan itibaren bize, "Sen kötü bir şeysin, kendinden kaç, başkası ol" diyordu.

Bir "başkası olmak" için kaçanların tenhalığıydı hayatımızda hissettiğimiz.

Kaçarak geçip gidiyorduk hayattan.

Yakut gözlü erguvanlar kalıyordu sadece.

"Nasıl var olduysanız öyle kayboldulardı

bir yazın tiniyle bir güzün bedeni

hem birleşti hem de ayrıldı sizde"

Bizim var olduğumuz gibi kayboldu o insanlar, o harmaniyeliler, o zırhlılar, kaftanlılar, maşlahlılar.

Hiç kaybolmayacaklarını sanarak kayboldular.

Eğer erguvanlar gibi seyredebilseydiniz onları, önünüzden akıp giderken yaptıklarını, yalanlarını, gereksiz korkularını, anlamsız saplantılarını, kendilerinden duydukları utancı ve saklanabilmek için nasıl tenhalaşarak kaçtıklarını, acırdınız insanlara.

Kendinize acırdınız.

"Neyimden utanıyorum en çok" diye sorardınız kendinize.

Neyinizden utanıyorsunuz gerçekten?

Üstelik de bu kadar övünürken kendinizle, böbürlenirken, kimselere benzemediğinizi anlatırken, neyi saklamaya çalışıyorsunuz?

Sizin saklamaya çalıştıklarınızı başkaları da saklamaya çalışıyor.

Karşılıklı yalanlarınız.

Bunu bu kadar acıklı yapan da bu belki.

Uysal bir bahar yağmurunun altında "inci kakmalı yakutlar" gibi ışıldıyor erguvan ağaçları, şehrin sahipleri onlar, sessiz muhafızları, bu şehrin şiirini onlar yazıyor.

Onun için çiçeklerini açtıklarında içim dalgalanıyor.

O yakuttan şiir temizliyor içimi.

Her şey anlamını yitiriyor.

Yeni anlamlar geliyor kaybolanların yerine.

Ben kendimi saklamaya çalışacak kadar önemli biri değilim.

Siz de önemli biri değilsiniz.

Sadece acemiyiz biraz, cahiliz.

Ne kendimizi biliyoruz, ne başkalarını.

Ruhumuzdaki şu zaaflar sadece bize ait sanıyoruz, mükemmel insanlar arasındaki tek zavallı biziz sanki, başkalarının zaafları yok, bir biziz zaaflarıyla lekeli olanlar.

Herkes bizim gibi.

Hepimizde aynı yaralar var.

O yaralarla doğduk biz.

Hiçbir yalan iyileştiremedi onları.

Binlerce yıldan beri utanıyoruz kendimizden.

"Zaman’ın sırı hálá duruyor olmalı ki üzerimizde

biz bakınca görünen aynalardı"

Kendinize bakınca kimi görüyorsunuz?

Bir başkası olmak isteyen birini.

Bir başkasını taklit eden birini.

Bir başkası olduğuna herkesi inandırmak isteyen birini.

Şehrin tepelerine doğru yayılan erguvan ağaçlarına bakmalı insan.

Çiçeklerine asılı kalan yağmur damlalarına.

O "inci damlalarının" içindeki ışıklı gölgelere, geçmiş zamanın orada kalan izlerine, söylenememiş nice duyguya, yaşanamamış nice hayata, dilleri, dinleri, kıyafetleri değişse de hep aynı korkuyu derinlerinde besleyenlere bakın.

Onlar yoklar şimdi...

Bizim var olduğumuz gibi yok oldular.

"Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı"

Var olmanın utancı ve yok olmanın ıstırabıyla yürüyoruz hayatın içinden.

Dostça, ılık bir yağmur yağıyor.

Her şey anlamını değiştiriyor.

Hiçbir şeyin önemi yok şu anda.

Dallarına sıralanmış yağmur damlalarıyla bir erguvan ağacı bana her şeyi anlatıyor.

Yağmurdan, yakut çiçeklerden ve şiirden başka gerçek yok.

Ben gerçek değilim.

Siz de değilsiniz.

Başkası olmaya çalışırken tenhalaşmışız ve aynalara baktığımızda sadece aynaları görüyoruz.

Bu şehir binalarını değiştiriyor, insanlarını değiştiriyor, çehresini değiştiriyor, savaşlar, çatışmalar, kıyamlar, aşklar, ihtiraslı kavgalar yaşıyor, geriye boş aynalar ve erguvanlar kalıyor.

Bunca zamanda "olduğu gibi olan" kimseye rastlamıyor.

Kimse duygularına sahip çıkmıyor.

Sahipsiz, terk edilmiş duyguların hayaletleri dolaşıyor şehrin sokaklarında, binlerce yıldan beri söylenmeyen, saklanan, utanılan duygular.

Sahipleri çoktan gitti.

Yeni gelenler eskilerin duygularını alıp onları aynı onlar gibi terk ediyorlar.

"kuytulardı, geçip gittiler sözlerimizden

geriye sadece kuytular kaldı"

Sözlerimizden de, hayatlarımızdan da, şehrimizden de gittiler.

Kuytular kaldı.

Karanlık, koyu kuytular.

Bir gün gelecek ve insanlar kendileri gibi olacaklar mı, hiçbir duygularını saklamadan, duygularından utanmadan, korkmadan, gerçek kendileri olacaklar mı?

Yoksa "gerçek kendimiz" bu mu, bu yalanlar, içimizdekileri utançla saklamalar mı bizim aslımız?

Hiç değişmeyecek miyiz?

Hep, geriye "kuytular" mı kalacak?

Bu şehrin ışığı bizi, içimizi hiç aydınlatmayacak mı?

Erguvanlar açtılar.

Şehrin sahipleri.

"Dürr ü yakut ile nahl-i murassa sandım

Erguvan üzre dökülmüş katarat-ı emtar"

Hiçbir kelimesini bile anlamadığımız şiirinde Baki yağmurda erguvanları anlatıyor, incilerle yakutlarla işlenmiş bir fidanı.

Yağmur yağıyor.

"İncilerle donatıyor yakuttan çiçekleri."

Bütün duygularım değişiyor.

Bir ağaç gibi gerçek olabilmeye ne kadar yaklaşabilirim acaba diye merak ediyorum, siz ne kadar yaklaşabilirsiniz?

Gerçeği insan ancak yok olacağını sezdiğinde bu kadar kuvvetli istiyor...

Ve binlerce yıldır burada duran erguvan ağaçları kaybolmuş bir geçmişi hatırlatırken, kaybolacağımız bir gelecek olduğunu da söylüyor.

Bir kalabalığın içindeyiz.

Erguvanların önünden akıp giden bir kalabalığın.

Hiçbirimiz kendimizle ilgili gerçekleri söyleyemedik.

Ne Bizans imparatorları, ne Haçlı komutanları, ne Osmanlı padişahları, ne de tahtsız ve taçsız yaşayanlar.

Yağmurlar hep yağdı.

Erguvanlar hep açtı.

Biz yaşadık.

Biz öldük.

"Erguvanlar geçip gittiler bahçelerden

geriye sadece erguvanlar kaldı"
Yazının Devamını Oku

Dünyanın en tehlikeli konusu

1 Nisan 2007

Yazı yazmak tehlikelidir. Ne yazarsan yaz, kaçınılmaz olarak iyi bir yazı insana ve hayata ait bir gerçeğe doğru yol alacaktır ve gerçeğin her zaman düşmanları vardır.

Gerçeğe değdikçe düşmanların artar.

Ama yazının hiç değişmeyen tanrısal bir dengesi de bulunur.

Düşmanların arttıkça dostların da artacaktır.

Yazının Devamını Oku

Günlük...

25 Mart 2007
Sabah kalktım. Bahar gelmiş. Maviler, sarılar, beyazlar, yeşiller, altından bir ırmağın içinde yüzen balıklar gibi parlayarak neşeli ışık kırılmalarıyla doluyorlar odama.

Bütün pencereleri açtım.

Balkondaki hercai menekşeler, gardenyalar, açelyalar, sarı sulu meyveleriyle limon ağacı, sihirli turuncu meyveleriyle kumkuatlar, kısacık boyuyla annesinin rujunu sürmüş küçük bir kıza benzeyen minik mandalina, bahar ayininin peri kızları gibi gizli bir müzikle kımıldanıyorlar.

Çayımı koydum.

Gazeteleri okudum.

Ülke, bir yaz günü cıvıltılı bir plajda koyu takım elbisesiyle oturan asık suratlı bir adama benziyordu, sıkıcıydı.

Bir çay daha koyup balkona çıktım.

Deniz, gökyüzü...

Mavilik...

Güneş.

Çevre bahçelerdeki çiçekli ağaçlar.

Hayatın neşesini fark etmeyen bir bizim ülkeydi, bir de ağrıyıp duran midem, ikisi de canımı sıkıyordu.

Doktoru aradım.

Mideme bir boru sokacaklardı.

Nedense böyle durumlarda Kanat Atkaya’nın o çok eğlenceli ve genç üslubu gelir aklıma, hiçbir şeyi çok fazla ciddiye almayan hayat dolu dalgacılığı.

Kanat’ın anlatım biçimiyle, "işler çirkinleşiyor eleman," dedim kendime.

Doktorlar, hastaneler.

Neyse, bunun sık sık yapılan kolay bir iş olduğunu da öğrendim.

Yürüyüşe çıktım.

Sokakların sesi bile değişmişti sanki.

Birbirlerine seslenen inşaat işçilerinin, şakalaşan genç oğlanlarla kızların, araba kornalarının, köşebaşlarındaki çingene çiçekçilerin, çocuklarını çağıran genç annelerin, simitçilerin seslerinde, bütün şehri saran büyük bir müzikalin ortak şarkısı duyuluyordu.

Parlak sarı susamlı, fırın ateşiyle kızıllaşmış simitlerden aldım.

Bir çıtırtıyla ikiye böldüm onları.

Yiye yiye deniz kıyısına doğru yürüdüm.

Dünyanın hiçbir yerinde bu simitlerden görmedim, bir gün buralardan uzak kalsam herhalde özleyeceğim şeylerin başında bu simitler gelirdi.

"Türklüğün en fazla nesini seviyorsun" diye sorsalar ve ben de o anda "simitlerini" diye cevap versem acaba bu da 301’inci maddeye girer mi diye geçti aklımdan.

Deniz kıyısındaki kayalıklarda genç aşıklar oturuyorlardı.

Birbirlerine sarılmışlardı, bazıları öpüşüyordu, büyükannelerle büyükbabalar torunlarının pusetlerini iterek yürüyorlardı, eşofmanlarının üstünü çıkartmış gençler terli tişörtleriyle koşuyorlardı.

Bir zamanlar maşlahlı hanımların, redingotlu beylerin bahçelerinde dolaştığı eski köşkler sır vermeyen ketumiyetleriyle yeni insanlarını izliyordu.

Öğlen olmuştu.

Güneş yakıyordu.

Ceketimi çıkardım.

Yazı yazmam gerekiyordu.

Yazı yazmadan önce bir film seyretmek bana iyi gelir.

Tahir’le Neşe’nin çok övdükleri "Başkalarının Hayatı"nı seyretmeye karar verdim.

Sinemaya girerken çok sevdiğim bir doktor arkadaşımla konuştum.

- Mutlaka baktırmalısın, dedi.

Midemle aramdaki "saygıya dayalı seviyeli" ilişki dillere düşmek üzereydi, ne olduğunu doktorlar öğreneceklerdi, acaba sır olarak saklasam da midemi kimseye göstermesem mi diye geçirdim aklımdan.

Evet, ta çocuklumdan beri aramızda bazı sorunlar vardı, o sık sık huysuzlanıp ağrırdı, ben de onu kızdıracak ne varsa yer intikamımı alırdım ama gene de severdik birbirimizi.

Film başladı.

Berlin Duvarı yıkılmadan önce Doğu Almanya’da bir yazarla tiyatrocu sevgilisini izleyen istihbaratçının hikáyesini anlatıyordu.

Yazar, devletin olumlu gözlerle baktığı belki de tek "iyi" yazardı, onun için "ülkemiz aleyhine yazmadığı halde Batı’da okunan tek yazar" diyordu yetkililer.

Ama bir sorun vardı.

Yazarın sevgilisini Kültür Bakanı da beğeniyordu ve "kariyerini" herkesten fazla seven kadını tehdit ederek onunla sevişiyordu.

Ama kadının bundan hoşlanmadığını da hissediyordu.

Yazarı aradan çıkartabilmek için onun aleyhinde bir şeyler bulsun diye onu izletmeye karar veriyordu.

Komünizme sıkı sıkıya bağlı, devletini ve işini çok seven bir istihbarat yüzbaşısı yazarın evini dinlemeye başlıyordu.

Onların konuşmalarını, sevişmelerini dinliyordu.

Bu arada, kültür bakanının kadına yaptıklarını da fark ediyordu.

Yapayalnız bir adamdı yüzbaşı, arada bir partinin "resmi" orospusu geliyordu evine.

Ve, dinlediği insanların hayatlarının parçası olmaya başlıyordu.

Yazarın çok sevdiği çok parlak bir rejisör, "parti" tarafından dışlanmıştı, adama iş vermiyorlardı.

Hiçbir piyesi sahnelemesine izin verilmeyen bir rejisör.

Yazar arkadaşı onu teselli ediyordu, "Sen çok büyük bir rejisörsün, herkes sana hayran."

"Oyun sahneleyemeyen bir rejisör nedir ki," diyordu arkadaşı, yakında bana hayran olacak bir neden bulamayacaklar."

Sonra bir gün asıyordu kendini.

Onun öldüğünü duyduğunda yazar, eski dostunun kendisine hediye etmiş olduğu bir müzik partisyonunu çalmaya başlıyordu piyanoda, istihbaratçı yüzbaşı çatıdaki gizli yerinde dinliyordu bir ölünün arkasından çalınan müziği.

İnsanları sorgulardan, işkencelerden geçiren yüzbaşı ağlıyordu.

O güne kadar devletle iyi geçinmeye gayret eden yazar, arkadaşının ölümü üzerine "Doğu Almanya’daki intiharları" anlatan bir eleştiri yazısı yazarak Batı’ya gönderiyordu yazısını.

İstihbaratçı bunu öğrendiği halde raporuna yazmıyordu.

Yazarı koruyordu.

Ama yöneticiler seziyorlardı yazının kimin tarafından yazıldığını.

Uyuşturucu kullanan tiyatrocu sevgilisini tutuklayıp baskı yapıyorlardı.

Kadın sevgilisini ele veriyordu.

Yalan raporlar yazmış olan yüzbaşı hem onları hem de kendisini koruyabilmek için uğraşıyordu.

Baskıcı devletlerin insanlara neler yaptığını anlatıyordu film ama bence daha da önemli bir şeyi anlatıyordu.

"Rejime" inanmış en katı devlet görevlisinin bile "şüphelilerin" hayatlarına sokulduğunda, onların gerçek duygularını, korkularını, kaygılarını, acılarını gördüğünde, onlara yapılan haksızlıklara şahit olduğunda nasıl değişebileceğini...

Bir insanı bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle gören birinin düşmanlığını sürdürmesinin ne kadar zor olduğunu...

Başkalarının hayatlarına girdiğinde bir süre sonra kaçınılmaz olarak onun bir parçası haline geldiğini...

Bizim ülkemizdeki yazarları, sanatçıları, aydınları izleyen istihbaratçıları düşündüm, acaba onlar izledikleri insanların gerçeklerini gördüklerinde, onların acılarına o kadar yakından baktıklarında ne hissediyorlardı, üzülüyorlar mıydı, bir şeylerin yanlış olduğundan kuşkulanıyorlar mıydı?

İnsanca bir temas, herkese insanlığı hatırlatıyor muydu?

Bizde de aydınları koruyan istihbaratçılar var mıydı?

"Vardır" dedim.

Dünyanın en korkunç sistemi bile insanlardan oluşur ve insanlar insandır, ne yaparsan yap kötülükleri kadar iyilikleri de bulunur.

Eve geldim.

Biraz sonra kapı çalındı, kapıcı genç bir çocukla gelmişti.

Nüfus sayımı yapılıyormuş.

Çocuk "mesleğimi" sordu, "Yazı yazarım" dedim, meslek hanelerine baktı, orada öyle bir madde bulamadı ve "tüccar" maddesini işaretledi.

Öyle gürültülü bir kahkaha atmışım ki çocuk irkildi, açıklama yapmak zorunda hissetti kendini.

- Yazar diye bir madde yazmıyor burada...

- Boşver, dedim çocuğa, nasıl olsa ikisinin arasındaki farkı anlamazlar seni gönderenler...

Akşama doğru duş aldım, giyindim, kravatımı taktım.

Çetin Altan’ın (övünmek gibi olacak ama söylemeden geçemeyeceğim o benim babam) Devlet Tiyatrosu’nun Taksim sahnesinde oynanan "Yedinci Köpek" isimli piyesini seyretmeye gittim.

Kırk iki yıl önce bu piyesi Üsküdar Tiyatrosu’nda seyretmiştim.

Sahneleri hálá aklımdaydı.

Bu kez çok değişik, çok sarsıcı bir yorumla konulmuştu sahneye.

Bir toplumun, kendisine benzemeyen bir bilim adamını nasıl yok ettiğini anlatıyordu.

Kendisine benzemeyene duyulan öfke, gizli bir hayranlıktan beslenen düşmanlık, kendisinden daha değerli olan her şeyi ortadan kaldırma güdüsü, "toplumuna benzemeyenleri" cezalandırmak için hukukun nasıl bir araç olarak kullanıldığı tek tek beliriyordu sahnede.

İnsanlar, kendilerinden daha değerli olanı vahşi bir kurt sürüsü gibi kuşatıyorlardı.

Ve suçlamak için ellerindeki en büyük kanıt, "herkes öyle söylüyor" cümlesiydi.

"Herkes öyle söylüyor."

İşin aslı, adamın ne dediği, ne yaptığı, amacının ne olduğu önemli değildi, başkalarından farklıydı, bu, cezalandırılması için de yeterliydi.

Birisi için bir söylenti çıkarılıyordu ve gerisi geliyordu.

Kırk yıl önce yazılan piyes sanki bugünü anlatıyordu.

Aynı linçleri biz gerçek hayatta da görmüştük.

Hálá görüyorduk da.

Acıyla ve hayranlıkla seyrettim.

Çıkışta aydınlık yüzlü bir çift "babanızın kalemine sağlık" dedi.

Piyesten sonra "yazarını" kutladım ama rejisörle oyuncuları kutlamaya vaktim olmadı.

Yazıyı yazmak için hızla eve dönmem gerekiyordu.

Yazıyı yazdım.

Yattığımda midem ağrıyordu.

"Ağrı," dedim, "sana bir boru sokturayım da gör."

Sabah kalktığımda yağmur yağıyordu.

Yazının Devamını Oku

Kaderin çatlattığı tohum...

18 Mart 2007
İnsan, geniş bir toprak gibi, içine atılan tohumun ne olduğunu, ne zaman hasat vereceğini bilemez. İçimizde taşıdıklarımız bize bile sırdır.

Bazı tohumlar, sahibine bile sezdirmeden, hiçbir filiz vermeden toprağın derinlerinde kabuğunu bir gün dahi çatlatmadan yaşar, gün yüzüne çıkmadan sahibiyle birlikte ölür.

Bazen de, uygun mevsim, uygun iklim, uygun yağmurlar çıkar ortaya, tohum canlanır, filizlenir, toprağı yarıp büyür ve birdenbire o güne kadar tanıdığımızı sandığımız insan bambaşka biri haline gelir.

Kendisini bile şaşırtacak işler yapar.

Belki de hepimizin içinde, bizi olduğumuzdan daha iyi ya da olduğumuzdan daha kötü yapacak tohumlar vardır.

Bunu "uygun" bir iklimle karşılaşana kadar bilemeyiz.

Tarih, genellikle kendi olağanüstü kaderlerini oluşturan olağanüstü insanlarla örülmüştür, öyle biri "farkında olmadan kendine olağanüstü bir yazgı arar; kahramanca ya da tehlikeli yaşamak, onun olağanüstü boyuttaki doğasına uyar, içinde varolan devasa iddiasıyla dünyaya meydan okur."

Bir de tarihin çok karmaşık, fırtınalı günlerinde, içindeki "tohumun çatlamasıyla" kişilik değiştirip bambaşka bir insan olarak hayatın önüne çıkanlar vardır.

Bunların en ilginçlerinden biri herhalde Fransız Devrimi’nde başı giyotinle kesilen Marie Antoinette’dir.

Öldüğünde otuz sekiz yaşındaydı.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Kraliçesi Maria-Theresia’nın kızı, Habsburg Hanedanı’nın prensesi olarak doğmuştu.

Neşeli, çekici ama avare bir çocuktu.

Daha on iki yaşındayken "siyasi nedenlerle" Fransız Sarayı’na gelin gönderilmesine karar verilmişti.

Ama bu kararla birlikte "müstakbel Fransa kraliçesinin" ne Almancayı ne Fransızcayı doğru dürüst konuşamadığı, en büyük müzisyenlerden ders almasına rağmen piyano çalmayı beceremediği, her konuda bilgilerinin çok sığ olduğu "dehşetle" fark edildi.

Ne o yıllarda ne de daha sonra Fransa Sarayı’nda kraliçe olarak yaşadığı acıklı günlerde bu Habsburglu prensesi tarihin önemli simaları arasına katacak olağanüstü bir özelliği görülüyordu.

Onunla ilgili en güzel kitabı yazmış Stefan Zweig’ın dediği gibi, o "Hiçbir zaman iyide ya da kötüde orta kararlılıktan ayrılmamıştır: Yavan bir ruh, vasat bir karakter ve tarih açısından bakıldığında başlangıçta yalnızca bir figüran."

Her şeyiyle, evliliklerinin ilk yıllarında iktidarsız olan kocası, daha sonra kocasının iyileşmesiyle birlikte doğurduğu çocukları, açık bir sır olarak bir kontla yaşadığı aşkı, saray eğlenceleri, dedikodularıyla Marie, tarihin kalabalığı arasında kaybolup gidecek ve belki bir daha da asla hatırlanmayacak bir kadındı.

Eğer Fransız Devrimi onun bu sıradan kraliçe yaşamına bir şahmerdan gibi vurup parçalamasaydı, Marie Antoinette bile aslında nasıl biri olduğunu bilemeyecekti, çünkü "vasat bir insanın talihinin ya da talihsizliğinin bir parçası da, kendi kendisiyle boy ölçüşme gibi bir zorunluluğu kendiliğinden hissetmemesi, kendini sorgulamaya merak duymamasıdır" ve o "vasat" insan bir kraliçe bile olsa kendi sınırlarını zorlamaya cesaret edemez.

Ama onu bir sarayda dünyaya getirip, bir sarayda yaşatan, soylulukla, zenginlikle, iktidarla, eğlenceyle şımartan kader, ona öylesine trajik bir son hazırlamıştı ki, hayatının son dönemlerinde yaşadığı acılar ruhundaki "tohumu" çatlatmış, onu ölümle sınayarak "olağanüstülerin" arasına katmıştı.

Antoinette de bunu hissetmiş, "İnsan ancak felakete uğradığında biliyor kendinin gerçekten ne olduğunu" demişti.

Tarihi, biliyorsunuz, galipler yazar.

Devrim sırasında yazılan tarihe göre o, aç insanlar için "Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" diyen bir kalpsiz, sefahate dalmış bir "fahişe"ydi.

Devrimden yirmi yıl kadar sonra iktidara gelen XVIII. Louis zamanında yazılan kraliyet yanlısı tarihe göre ise bir "azizeydi."

Zweig’a göre ise ne oydu ne de öteki, "hayatının son, en son saatinde nihayet trajedilere uyan bir büyüklüğe ulaşan ve bir kader gibi büyüyen" bir kadındı.

Bütün devrimlerin, insanlık tarihini değiştiren en "kutsallarının" bile, utanılacak çirkin bir yüzü, hızla giden bir arabanın tekerleklerinden sıçrayan çamurlar gibi etrafa dağılan bayağılıkları, kalabalıklara karışarak zirvelere kadar ulaşabilmeyi becermiş aşağılık kalleşleri vardır.

Fransız Devrimi de neredeyse bütün kirini bu kraliçenin üstüne dökmüştü.

Hebert adında bir devrimci, kraliçenin sekiz yaşındaki oğlundan, "annesiyle halasının onu yataklarına alarak ensest ilişki kurduklarına" dair bir "itirafname" almayı "başarmıştı."

Zweig’ın deyimiyle Devrim’in "en korkunç ve en alçakça" belgesiydi bu.

Onu yetmiş gün boyunca tutulduğu zindandan çıkarıp mahkeme salonuna getirdiklerinde, kendisinden önce giyotine gönderilen kocasının anısına siyah matem elbiseleri giymişti, son haftalarda yaşadığı kanamalardan dolayı yüzü solgundu, gözleri iltihaplanmıştı ama "yalnızca iki şey vardır Marie Antoinette’in yeryüzünde yapacağı: başı dik olarak kendini savunmak ve başı dik olarak ölmek."

Savcı bu "belgeyi" okuduğunda hiç sesini çıkarmadı.

Yargıç, bu iddiayla ilgili cevabını sormamak akıllığını gösterdi ama "jüridekileden" biri yargıca "Bu konuyu sanığa sormadığını" hatırlatınca mecburen "Bu iddiaya cevap vermediniz" demek zorunda kaldı.

Habsburg hanedanının avare prensesi, Fransa Sarayı’nın eğlence düşkünü "fahişesi" ve trajik bir sonun başı dik kadını, "Eğer cevap vermediysem, tabiat, bir anneye karşı böyle bir ithama herhangi bir cevap vermemek yolunda direndiği içindir," dedi kılını bile kıpırdatmadan.

Dinleyicilerin arasından "anne"yi destekleyen bir uğultu yükseldi, oradaki bütün kadınlar bir anda kendilerini onun yerine koymuşlar, suçlamanın alçaklığıyla yaralanmışlardı.

Devrimin liderlerinden olan Robespierre bu yaşananları öğrendiğinde, "kraliçeyi bir kahraman" haline getiren bu sahnenin gerçekleşmesini sağlayan "devrimci" için öfkeyle "ahmak" diye söylenmiş ve iki ay sonra onu giyotine göndermişti. Ama o devrimci, suçladığı kraliçe kadar sağlam durmayı becerememişti giyotin yolculuğunda.

Antoinette, duruşma boyunca aleyhindeki şahitleri hiçbir tepki vermeden dinlemiş, oturduğu sandalyenin koluna "piyano çalar" gibi parmaklarıyla vurmuştu.

Ne yaparsa yapsın ölüme mahkum olacağını biliyordu.

Duruşmanın sonunda, kısa bir süre sonra kendisinin de giyotine gideceğini bilmeyen savcı jüriye, kraliçenin "düşmanlara askeri sırları vererek vatana ihanet edip etmediğini" sormuştu.

Jüri içeri çekilmişti.

Hukuk ve tarih açısından ilginç bir durum vardı ortada.

Antoinette, "kocasını kurtarabilmek," ona tahtını ve özgürlüğünü yeniden kazandırabilmek için askeri sırları Avusturya elçisine vermiş, Fransa’nın yenilmesini sağlamaya uğraşmış ve "vatana ihanet" etmişti ama o sırada bunun "kanıtı" yoktu ortada, o kanıtlar yıllar sonra Avusturya İmparatorluğu’nun arşivlerinde ortaya çıkacaktı.

Jüri üyeleri, "cumhuriyetçi olarak Kraliçeyi suçlu görebilirlerdi, yemin etmiş jüri üyeleri olarak ise kanıtlanmış suç dışında bir suç tanımayan kanunu saymak zorunda kalacaklardı." Fakat "ne mutlu ki, küçük vatandaşların bu vicdan çatışmasına düşmesi hiç gerekmedi."

Çünkü onlar devrim liderlerinin ne istediğini biliyorlardı ve aksine bir karar kendi kellerini de tehlikeye düşürecekti.

Antoinette, jürinin kararını ve idam hükmünü hiç kımıldamadan, sakin bir şekilde dinledi, ne korku, ne öfke, ne bir zayıflık işareti, yüzünde bunlardan hiç birinin gölgesi görünmedi.

Söyleyeceği "son bir söz" olup olmadığını soran yargıca "hayır" anlamında başını salladı ve kimseye bakmadan, dimdik yürüyerek çıktı salondan.

Karanlık koridora girdiğinde zaten zayıflamış olan gözleri basamağı seçemediği için bir an tökezledi, duruşma sırasında ona bir bardak su verme "cesaretini" gösteren tek insan olan Teğmen de Busne destek vermek için kolunu uzattı. Kraliçenin gösterdiği tek zayıflık anında insani bir içgüdüyle kolunu uzattığı ve ona eşlik ederken şapkasını elinde taşıdığı için bir arkadaşı tarafından ihbar edilen teğmen daha sonra kendini savcı karşısında savunmak zorunda kalacaktı.

Kraliçenin avukatları da gözaltına alındılar.

Hücresine döndüğünde, oradaki küçük tahta masanın üstünde iki mum yanıyordu, bu ölüm mahkumuna sunulan son bir lütuftu.

Marie, gardiyandan son bir mektup yazmak için kağıt kalem istedi.

Tüy bir kalemle katlanmış kağıt getirdi gardiyan.

Ve, sabahın kızıllığı parmaklıklar arasından son günün başladığını haber verirken biraz sonra ölüme gidecek olan kraliçe, çocuklarını emanet edeceği yakın dostu ve görümcesi Madam Elisabeth’e bir mektup yazmaya koyuldu.

Yazı yazmayı aslında pek beceremezdi, duygularını ve düşüncelerini yazıyla anlatmakta mahir biri olamamıştı ama yazdığı son mektupta "sağlam, açık, emin" bir anlatım vardı.

Zweig bu mektubu anlatırken Goethe’nin bir sözünü hatırlatır: "Hayatın sonunda toparlanmış olan zihinde şimdiye kadar düşünülmemiş düşünceler belirir, bunlar mesut ecinniler gibidir, geçmişin zirveleri üzerine pırıl pırıl kurulurlar."

Mektup, "Sevgili kardeşim sana son defa yazıyorum," diye başlıyordu, "az önce mahkum edildim, yalnızca cürüm işlemişler için olan rezilane bir cezaya değil, aynı zamanda ağabeyini yeniden bulmaya," diye devam ediyordu.

Ölmeden birkaç saat önce bir yakınına son mektubunu yazan bir kraliçe, bunun yalnızca kişisel bir mektup olmadığını, tarihin kayıtlarına da geçeceğini bilir ne yazık ki, belki de en çok söylemek istediklerini "dul bir kraliçenin" vakarına uygun söylemek zorundadır bunun için.

Antoinette, gerçekten sevdiği, güvendiği erkeğe, Kont Fenser’e duygularını açıkça iletme imkanına sahip değildi ama son dakikalarında bile onu düşündüğünü, ölümün karanlık bir sonsuzluğa açılan kapısının önünde beklerken duyulacak korkunun bile onun hayalini zihninden silemediğini onun da bilmesini istiyordu.

Daha önce yazdığı hiçbir notta ulaşamadığı bir zarafetle yaptı bunu: "Benim dostlarım vardı. Onlardan ilelebet ayrıldığımı bilmek ve onların acısının farkında olmak, ölürken yanımda götürdüğüm en büyük ıstıraplar arasındadır. Hiç değilse son anıma kadar onları düşündüğümü bilsinler."

Başını biraz sonra giyotine uzatacak bir kadının oğlu için duyduğu endişe ise çaresiz vasiyette beliriyordu: "Oğlum, babasının burada ihtiyaten tekrarladığım son sözlerini asla unutmasın: Asla bizim ölümümüzün intikamını almaya gayret etmesin."

Oğlunun tehlikeden uzak yaşayabilmesi için kendi öfkesinden, intikam arzusundan vazgeçiyordu.

Muhafızlar gelmeden önce, gardiyanın aşçısı olan kadın, kraliçeye bir tabak çorba verdi, kraliçe aşçı kadını memnun edebilmek için bir iki kaşık aldı çorbadan.

Haftalardan beri kanaması vardı ve ölümün karşısına temiz elbiselerle çıkmak istiyordu ama nöbetçi subay onu yalnız bırakmayı kabul etmedi, hücrenin bir köşesine çömelerek beyaz bir gömlek giydi üstüne, aşçı kadın o sırada onun önünde durarak, kraliçenin hissettiği aşağılanmayı kadınca bir anlayışla azaltmaya uğraştı.

Kanla lekelenmiş çamaşırları arkasından eşyalarını toplayacak olanların eline geçmesin diye onları duvardaki bir kovuğa sokuşturdu.

Sonra cellat Samson geldi.

Saçlarını ensesinden kesti.

Ellerini arkasından bağladı.

İpin ucunu eline aldı.

Onu kağnıya benzeyen idam arabasına bindirdiler.

Kendisini seyretmek için toplanmış kalabalıkların arasından yüzünde en küçük bir korku olmadan geçti.

Giyotinin merdivenlerini kendisi tırmandı.

İkiye ayrılmış bedenini bir toplu mezara attılar.

Habsburg sarayında doğdu, Fransız sarayında yaşadı.

Eğer devrim onun hayatına rastlamasaydı bu görkemli hayata rağmen kimse tarafından hatırlanmayacak, bazen nefretle bazen sevgiyle anılmasına bir neden olmayacak, hakkında kitaplar yazılmayacaktı.

Sıradan bir prenses, sıradan bir kraliçe olarak tarihin gölgelerine karışacaktı.

Kendisi bile kendi cesaretinden, vakarından, dik durabilme gücünden haberdar olmayacaktı.

Hepimizin toprağında gizli kalmış tohumlar bulunur.

Bazen çatlar o tohumlar, bazen kurur giderler.

Onun toprağının en değerli tohumu, kanla sulandığında çiçeklendi.

O "toprak" unutulsa bile o çiçek bir daha unutulmadı.
Yazının Devamını Oku

Hain

11 Mart 2007

Eh, sıkıldım işte hain olmaktan... Çok uzun yıllardan beri hainlik ediyorum. Kendi hainlik kadromu boşaltıyorum. Herhalde, Truvalılar’a "kapıya bırakılan o tahta atı içeri almayın, o bir tuzak" diyen adamın da "hain" olmaktan sıkıldığı zamanlar olmuştur.

Biliyorsunuz değil mi, bu "hainleri" anlatan bir kitap var.

Bana da Yalçın Doğan söylemişti.

Tarih boyunca toplumlarını tehlikelere karşı uyardıkları için "hain" ilan edilmiş adamların hikayelerini bir kitapta toplamışlar.

Yazının Devamını Oku

Bir köyde bin yıl

4 Mart 2007
Tepelerin arasındaki derin vadiye yerleşmiş köye yukardan bakan evin sofasındaki tahta masada oturuyoruz.

Derinden derine, evin kirişlerini kemiren tahta kurtlarının ince çıtırtıları duyuluyor.

Kapı açık, Şubat sonu olmasına rağmen hava üşütmüyor.

Gece basmış, tepeler kararmış.

Koyu karartılı tepelerin siyahlığı içinde, oralara yerleşmiş bir iki münzevinin ağaçlar arasındaki evlerinin pencerelerinden sızan ışık noktacıkları seçiliyor.

Köy ise bir avuç kor gibi parlayan sarı, kırmızı, turuncu ışıltılarla, kış günlerinde bir unutulmuşluğun hüznü içine çekilse de yazın nasıl şaşaalı bir hayatın dekoru olduğunu hatırlatıyor.

Işık yansımaları, koyu tepelerle köyün arasına sıralanmış mevzun kavakların üstüne çarpıyor.

Arada bir alt yoldan geçen gençlerin neşeli seslerini, ağılında huzursuzlanan bir keçinin çıngırağını, baharın yaklaştığını fark eden kedilerin huysuz bağırışlarını, uzaktan uzağa köpek havlamalarını duyuyoruz.

Hayatımda gördüğüm en bilgili insanlardan biriyle konuşuyorum.

Bildiklerini de çok eğlenceli anlatıyor.

On dört dil biliyor, her dili öğrenmesinin ayrı bir macerası var, evde öğrendikleri var, aşık olduğu kızlar için öğrendikleri var, iddiaya girdiği için öğrendikleri var, "bunu mutlaka öğrenmek gerek" diye öğrendikleri var.

Aramice ve Latince bildiği diller arasında.

Dile ve tarihe meraklı.

Çile çekmiş bir ırktan, bir Ermeni ve bana Türklerin tarihiyle ilgili çok ilginç, bugünü yeniden yorumlamama yardımcı olacak bilgiler veriyor.

Pek de kalabalık olmayan bir orduyla Anadolu’ya gelip Malazgirt savaşında Bizanslıları yenen Türklerin, sayılarının azlığına karşın nasıl olup da Anadolu’da egemen olduklarını konuşuyoruz.

Nasıl oldu da dillerini ve dinlerini bütün Anadolu’ya kabul ettirdiler.

"Türklerin tarihteki rolünü önemsemek gerekir," diyor.

Ve bugüne dek hiç duymadığım bir şey söylüyor.

"Türkler çok iyi örgütçüdür."

Sürekli olarak bir dağınıklık yaşayan bir ırkın çocuğu olarak biraz şaşkınlıkla bakıyorum.

"Bir siyasi yapıyı ele geçirdikten sonra her mesleğin en iyilerini bir araya getirir ve bir kültür oluştururlar, yeni ve parlak eserler yaratırlar."

Ve, Türklerin Anadolu’ya yerleştiği ilk dönemleri anlatıyor.

"İlk yirmi otuz yıl hakkında çok fazla bir şey bilmiyoruz, bilgi açısından o dönem karanlıktır. O dönemde Orta Asya’dan yeni Türk göçleri gelir. Ve, o otuz yılın sonunda Anadolu’da büyük bir kültür patlaması yaşanır."

Taze demlenmiş koyu çaylar içiyoruz ve ben onu dikkatle dinliyorum.

"Bugün Selçuklu eserleri dediğimiz eserlerin çoğu o dönemde yapılmıştır."

Gülümsüyor.

"Siyasi açıdan bir tür anarşizm olan bir dönemdir o ve büyük kültür patlamasını da o anarşiye borçludur."

"Nasıl?"

"O dönemde değişik Türk beylikleri çıkıyor ortaya, ortak bir siyasi iktidar yok, her beylik kendi bölgesinde egemen. Beylikler, kendi bölgelerinin gelirini, topladıkları ustalarla büyük mimari yapıtlara harcamışlardır."

Türklerin yarattığı bu büyük kültür patlaması sonradan niye kesiliyor?

"Çünkü daha sonra Osmanlı çıkıyor, mutlak iktidar kuruluyor ve beyliklerin egemen olduğu toprakların gelirleri İstanbul’a, saraya akmaya başlıyor. İnsanların kazandıkları, bulundukları topraklara harcanmıyor. Onlar da bakıyorlar ki Saray paraları alıyor ve kendilerine bir şey vermiyor, bu sefer daha az, ancak kendilerine yetecek kadar üretmeye başlıyorlar. Anadolu’nun fakirleşmesi böyle oluyor."

Birden, bin yıl önceden değil de sanki bugünden bahsediyormuşuz duygusuna kapılıyorum. Bütün paraları toplayan merkez ve fakir Anadolu.

Bir sineması bile olmayan karanlık şehirler.

"Selçuklu" eserlerini bir daha asla yaratamamış bir kültürel çöküş.

Binlerce insanı işkencelerden geçiren, Kürtlerin şarkı söylemesini bile yasaklayarak otuz bin kişinin ölümüne yol açan bir iç savaşı başlatan, küçük çocukları bile astıran bir darbecinin doksan yaşına geldiğinde "eyaletler kurulmalı" demesi aklıma geliyor.

Onun iktidarında bunu bir başkası söyleseydi herhalde o insanı gözünü kırpmadan astırırdı.

Eğer kendisi darbeci bir general olmasaydı, bu sözleri de ona pahalıya ödetirlerdi.

Ama burada özgürlük darbecilerindir.

Bizim önemli önerileri dile getirme hakkını sadece generallere tanımamız utanç verici olsa da söylediklerinin ilginçliği ve geçmişte "beylikler" döneminde yaşanan "kültür patlamasıyla" bugünkü önerinin paralelliliği, Anadolu’yu canlandırmanın yolu bu mu acaba sorusunu yaratıyor aklımda.

Acaba "eyalet" sistemi Anadolu’da yeni bir "kültür patlaması" yaratır, biz de üçüncü bin yılda "neo-Selçuklu" dönemini Anadolu’da bu sistemle başlatabilir miyiz?

Selçuklu eserleriyle, Kenan Evren’in adının zihnimin bir köşesinde bir araya gelmesi bile ancak benim ırkımın yaşayabileceği trajik bir eğlence.

Son zamanlarda zenginleşen ve Ankara’daki "merkezi" pas geçerek dünyayla ilişki kuran şehirleri de düşünüyorum.

Türkiye’deki yapıyı zorlayan, dünyalaşma yolunda adımlar atılmasını sağlayan acaba bu yeni "beylikler" mi?

Dostumun tarihle ilgili söyledikleri bugünle ilgili birçok soru doğuruyor.

Ve ben köyün yaz özlemiyle kıpırdaşan ışıklarına bakarak onun anlattıklarını dinliyorum.

"Fırat çok önemlidir," diyor.

"Bizans Fırat’ın doğusunu ele geçirdi ama Bizans kültürü Fırat’ın doğusuna yerleştiremedi. Osmanlı da kendi kültürünü Fıat’ın doğusuna kabul ettiremedi. Osmanlının kültürel egemenliği aynı Bizans gibi Fırat sınırında durdu. Fırat’ın doğusu kendi kültürünü hep korudu."

Anadolu’ya "siyasi bir yapı olarak değil de "kültürel" bir yapı olarak bakınca değişik yorumlar çıkıyordu ortaya.

Siyasi sınırlar değişse de değişmeyen "kültürel bir sınırla", Fırat’la karşılaşıyorduk.

Bu arada, laf sınır tanımadan dolaşıyordu.

"Türkler," diyordu dostum, "Orta Asya’dan değil de daha kuzeydeki ormanlık bölgeden gelmiş olmalılar çünkü Türkçe’de o bölgenin ağaçlarının ve hayvanlarının isimleri bulunuyor."

Bugünkü Türkçe’nin ise yüzde on altı ya da on yedisi o zamanki Türkçe’den kaynaklanıyormuş, gerisi başka dillerden bizim dilimize geçmiş kelimelerden oluşuyormuş.

Kelimelere hayrandı.

"En basit kelimenin bile iki bin yıllık, üç bin yıllık saçakları vardır, araştırdığında binlerce yıl öteye uzanır her kelime. En sıradan kelimeyle bile binlerce yıllık bir macera yaşarsın."

Her dilin bir matematik yapısı olduğunu söylüyordu.

"Eğer dille çok ilgilenirsen sonunda bunun insanlar tarafından değil de Tanrı tarafından yaratıldığını düşünürsün, öylesine mükemmeldir dillerin yapısı. Birbirinden farklı dillerde bile hep aynı matematik tutarlılıkla karşılaşırsın."

Bunun nasıl böyle olduğunu kimse anlayamıyormuş.

Kelimelerin birbiriyle ilişkileri, ortak kökleri, bir dilden bir dile geçişleri, zaman içinde söylenme biçimlerinin değişmesi...

"Neredeyse her on yılda bir," diyordu, "insanların kelimeleri söylerkenki dudak ve çene yapıları farklılık gösterir, aynı kelimeyi başka bir vurguyla söylerler. Eski resimlere bakarsan, her dönemin yüz ifadesi farklıdır, bu farklılık onların kelimeleri söyleme biçiminden ve kelimeyi söylerken ağız yapılarının değişmesinden kaynaklanır."

Köydeki lokantaların bahçelerinde, vitrinlerinde yanan renkli ışıklar parlaklığını sürdürürken evlerin daha mütevazı ışıkları birer birer sönüyordu.

Tahta kurtları ise kirişleri aynı biteviyelikle kemiriyorlardı.

Tepeler simsiyahtı.

Bir ara Osmanlı Rus savaşlarından açıldı laf, "yanılmıyorsam" dedi, "Osmanlıyla Ruslar sekiz kere savaştı. Skor, yedi birdir. Yedi savaşı Ruslar kazandı, birini Osmanlı. Osmanlı’nın kazandığı Kırım savaşına da İngilizlerle Fransızlar bizzat katıldı."

Çayından bir yudum alıyor.

"Biliyor musun böyle bir skor tarihte yoktur. Bir sıfır olur, iki bir olur, iki sıfır olur, bilemedin üç sıfır olur. Kimse yedi kere yenileceği bir rakiple bu kadar inatla savaşmaz."

Osmanlı Rus savaşlarından köy hayatına geçiyorduk, küçük köylerde bile hayatın bir "diplomasisi" olduğunu, dengeler bulunduğunu anlatıyordu.

Bir ara tuhaf bir davadan hapse düşmüştü.

En çok da hapishane hikayelerini anlatırken gülüyordu.

Hapisten çıktıktan sonra köyün "aşırı sağcılarından" biri arayıp "geçmiş olsun" demiş.

Şaşırmış.

"Bana geçmiş olsun deyeceğini sanmazdım" demiş.

Aşırı sağcının cevabı, bu ülkeden bu kadar şikayet ederken neden buradan başka hiçbir yerde yaşayamayacağımızı, buradan başka hiçbir yerde kendimizi mutlu hissedemeyeceğimizi gösteren bir doğallıkta gelmiş.

Adam, "hanım ısrar etti," demiş.

Hapiste, "devlet çetelerinin" ünlü tetikçileriyle de bir arada yatmış.

Benim "katil" olarak gördüklerimi o "insan" olarak görmüş.

Onlarla hapishane arkadaşlığı etmiş, aralarından biri daha sonra öldüğünde üzülmüş.

"Hapishane arkadaşlarının" anılarına ihanet etmiyordu konuşurken, onlardan bahsederken sesinde ne bir kızgınlık, ne bir küçümseme, ne bir öfke, ne bir alay vardı.

Tek bir kelimeye bile binlerce yıllık bir pencereden bakan zihni, o insanları da insanlık aleminin karanlığa mahkum edilen kurbanları olarak görüyordu.

Onun bu konudaki duygularını paylaşmasam da dostluğa olan "sadakatinden" hoşlandığımı itiraf etmeliyim.

Sakızlı bir yetim olarak köle pazarında üç yaşında satıldıktan sonra Fransa’da maden mühendisliği okuyan, daha sonra nafıa nazırlığı, sadrazamlık yapan İbrahim Etem Paşa’dan, onun soyunun Osmanlı ve Türk kültürüne katkılarından, halkın kendisine "basmacı" dediği İbrahim Müteferrika’nın kendini ve yaptığı işi savunup saygıdeğer bir hale getirebilmek için "matbaa" kelimesini Osmanlıcaya sokmasından bahsediyordu.

Ege’nin bir köyünde tuhaf bir geceydi.

Kelimelerin ve insanların macerasını dinledim.

Binlerce yılı birkaç saat içinde yaşadım.

Tahtalarda, tahta kurtçuklarının sesi vardı.

Hafif bir rüzgarla birlikte kavak hışırtıları duyuluyordu.

Zaman, neşeli bir dansçı gibi her adımında yüzlerce yıl atlayarak eski masanın üstünde dans ediyordu.

Ve, ben zamanı seyrediyordum.

Tepeler arasındaki bir köyde bir gece yarısında.
Yazının Devamını Oku