Sisifos ve adalet tanrıçası...

Haberin Devamı

İnsanların en "hünerlisine" hiç unutulmayacak bir ceza vermişlerdi.

Bir kayayı dik bir tepenin zirvesine çıkarmaya mahkum edilmişti.

Kayayı tam tepeye çıkardığında kaya yeniden aşağıya düşecek, Sisifos onu bir daha çıkaracak, kaya bir daha düşecekti.

Sonsuza kadar böyle devam edecekti bu.

Sisifos asla tepeye ulaşamayacaktı.

Her seferinde zirveye yaklaşacak, tam "vardım işte" derken kaya yeniden aşağıya yuvarlanacaktı.

Son zamanlarda yaşadıklarımıza bakarken sürekli olarak Sisifos’u hatırlıyorum.

İnsanların en hünerlisiydi Sisifos.

Homeros onu öyle anlatmıştı.

Ama övünülecek bir hüner miydi onun hüneri, pek emin değilim.

Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş, tanrıların en tanrısı ve en zamparası Zeus’un nehir tanrısının kızına tecavüz ettiğini öğrenmişti.

Zeus’u ele geçirdiği bu "sırla" rahatsız edince cehenneme gönderilip zincire vurulmaya mahkum edilmişti.

Ama kurnaz ve "hünerli" Sisifos, kendini zincirleyecek cehennem "görevlisini" de kandırıp zinciri onun bileklerine takmış, cehennem tanrısını da tehdit etmişti.

Cehennemde işler karışmış, cehennem tanrısı Hades’in şaşkınlığından insanlar ölemez olmuştu.

Savaşlar oluyor ama kimse ölmüyordu.

Bu sefer de savaş tanrısının canı sıkılmıştı, çünkü kimselerin ölmediği savaşlar onun keyfini kaçırıyordu.

Savaş tanrısı işe müdahale etmiş, cehennemde Sisifos tarafından kandırılıp zincirlenen "görevliyi" kurtarmış, cehennemin düzenini yeniden sağlamış, Sisifos’u da "yeraltı dünyasına" sürgün etmişti.

Ama kurnaz Sisifos "yeraltına" girmeden önce karısına, kendisi gittikten sonra tanrılara kurban sunmamasını tembihlemişti.

Sonra da yeraltı tanrıçasına gidip, karısının kendisine karşı görevlerini yerine getirmediğini söyleyerek, dünyaya geri dönüp bu durumu düzeltmesi için izin istemişti.

Tanrıçadan izin alıp yeniden yeryüzüne dönünce de, "Ben gersin geriye yeraltına gitmeyeceğim" demişti.

Her seferinde tanrıları kandırıp kazıklaması, sonunda bütün tanrıları kızdırmasına neden olmuştu.

İnsanların en "hünerlisine" hiç unutulmayacak bir ceza vermişlerdi.

Bir kayayı dik bir tepenin zirvesine çıkarmaya mahkum edilmişti.

Kayayı tam tepeye çıkardığında kaya yeniden aşağıya düşecek, Sisifos onu bir daha çıkaracak, kaya bir daha düşecekti.

Sonsuza kadar böyle devam edecekti bu.

Sisifos asla tepeye ulaşamayacaktı.

Her seferinde zirveye yaklaşacak, tam "vardım işte" derken kaya yeniden aşağıya yuvarlanacaktı.

Son zamanlarda yaşadıklarımıza bakarken sürekli olarak Sisifos’u hatırlıyorum.

Tam tepenin kıyısına ulaştığını sandığı anda kayanın yuvarlandığını görünce neler hissettiğini, birçoklarımız gibi ben de iyi anlıyorum şimdi.

Her ne yaptıysak geçmişte, bize de aynı cezayı vermişler.

Kayayı çıkartıyoruz, çıkartıyoruz.

Tam tepeye varınca kaya aşağıya düşüyor.

Başta adalet tanrıçası olmak üzere birçok tanrıyı kızdırmış olmalıyız ki bu cezaya çarptırıldık.

Huzura bir türlü kavuşamıyor, bir türlü güvenli bir sükunet içinde yaşayamıyoruz.

Biz güçlü bir nehir olmak isterken, hayatımız sürekli olarak bir sel taşkınına dönüşüyor.

Şimdi ise tarihimizin belki de en tehlikeli çatışmalarından birinin içine düştük.

Toplum "kültürel bir bölünmeye" uğradı.

İdeoloji, ırk, din çatışması değil bu.

Zevklerin, yaşamı algılayış biçimlerinin, giyim tarzının, sofra adabının, konuşma usulünün, müzik seçiminin farklılaşmasının yarattığı çatışma.

Dans edenlerle etmeyenlerin, şarap içenlerle içmeyenlerin, lokantaya gidenlerle gitmeyenlerin, şehirlilikle köylülüğün çarpışması.

"Küçük burjuva darbesiyle", "köylülük ihtilalinin" bir arada yaşanmasının korkutucu karmaşası.

Aynı büyük ağacı besleyen köklerin birbirinden nefret etmesi, birbirini yok etmeye uğraşması.

Hangi kökü keserseniz kesin, ağacın kuruyacağı tuhaf bir kavga.

İki kök de birbirini yok edemeyecek elbette.

Aynı topraklarda bir arada yaşamak zorunda olduklarını keşfedene kadar kayayı tepeye çıkarıp aşağıya yuvarlanmasını seyredecekler.

Şehirli küçük burjuvalar, Cumhuriyet tarihi boyunca hayatın bir köşesine sıkıştırılan köylülerin şimdi siyaseten güçlenerek ortaya çıkmalarına tahammül edemiyor.

Bunca yıl ezilmiş köylülük, kendini dönüştürmeye çabalarken elde ettiği iktidarın şehirliler tarafından küçümsenip aşağılanmasından nefret ediyor.

Sanırım aralarındaki bütün bu farklara rağmen tek ortak noktaları "birbirlerine gününü göstermek" konusundaki dizginsiz istekleri.

Küçük burjuvalarımız, şehrin yeni misafirlerine "Siz de kimsiniz" demek istiyor, "dans etmiyorsunuz, kitap okumuyorsunuz, şaraptan anlamıyorsunuz, aşktan söz edemiyorsunuz, yaşamayı bilmiyorsunuz."

Şehrin yeni sakinleri ise "Ya siz kimsiniz" diye cevap veriyorlar, "azınlıksınız, üretmeyi beceremiyorsunuz, ekonomiden anlamıyorsunuz, sadece devletten besleniyorsunuz ve iktidarı zorla elinizde tutmak istiyorsunuz."

İşin en tehlikeli yanı ise;

Bu savaşın neredeyse tamamen psikolojik nedenlere dayanması.

Her ne kadar küçük burjuvalarımız devletten beslenme alışkanlıklarının değişmesinden ürkseler de, aslında iki tarafın ekonomik çıkarları ortak çünkü, refaha ulaşmaları için aynı ekonomik sistemi uygulamak zorundalar.

Ama özellikle küçük burjuvalar, kendi iktidarlarını sürdürebilmek, eski köylülerin "efendisi" olmaya devam edebilmek için ekonomik refahlarından bile vazgeçmeye razılar.

Köylülerin iktidardan gitmesinin bedeli daha fakir olmaksa, daha fakir olmayı kabul ediyorlar.

Ki, böyle zorlamaya devam ederlerse olacaklar da.

Yeni şehirliler ise, iktidarlarını barış içinde sürdürmektense, küçük burjuvaları tehdit etmeyi tercih ediyorlar, "canımız isterse sizin hayat tarzınızı değiştiririz," imalarını cümlelerinin arasına yerleştirmekten zevk alıyorlar.

Ve, kaya tam tepeye ulaşacakken aşağıya düşüyor.

Huzura, güvene, zenginliğe ulaşamıyoruz.

Üstelik, batı ülkelerindeki dini kültürün yarattığı ortak estetik ve kültür zemini, gerek Müslümanlığın yapısından gerekse devletin dine karşı fazlaca kuşkulu ve mesafeli yaklaşımından dolayı burada gelişmemiş.

Hıristiyan dünyada, en zengini de, en fakiri de, en okumuşu da en cahili de, Beethoven’ı seven de, Madonna’yı tercih eden de, rap dinleyen de, köy folkloruna düşkün olan da Ave Maria’yı söyler.

Aralarındaki büyük kültürel farklılığı, Ave Maria, değişik taneleri birbirine bağlayan tespih ipi gibi birbirine bağlar.

Hepsi İncil’in hikáyelerini bilir.

Edebiyatlarında, en büyük yazarları bile İncil’e atıfta bulunur.

Sinemalarda İncil’in anlattıklarının görselleştirilmiş halini seyreder.

Bizim, bütün kesimleri kendi içinde toplayacak ortak bir çanağımız yok.

Tespihimiz kopuk.

Arabesk dinleyenle caz sevenin birlikte ıslıkla çalacakları ortak bir şarkıları da, ilahileri de bulunmuyor.

Tam aksine, din burada ayrılığın ve nefretin aracı haline getiriliyor.

Küçük burjuvalar, Allah’tan başka sığınacak yer bulamayan ezilmişleri "şeriatçılıkla" suçluyor, sahipsiz kaldıkları bu dünyada dinine sığınmış köylüler küçük burjuvaları din düşmanı ilan ediyor.

Ve, birbirlerini yenmek, yok etmek istiyorlar.

Bu savaşta her şey mübah.

Adalet, hakkaniyet, kural, düzen alabildiğine çiğneniyor.

Hiçbir konuda anlaşamayan bu iki grup bazen şaşırtıcı biçimde adalet tanrıçasının ırzına geçmekte anlaşıyorlar.

Belki de bizim Sisifos işkencesine mahkum edilmemizin temelinde, adalet tanrıçasına karşı işlenmiş bu ortak suç yatıyor.

İki gruptan da olmayanlara karşı yapılan haksızlıklarda, iki taraf da sessizce gülümseyip susuyor.

Bu konuda Sisifos’unkine benzer bir kurnazlıkları, utandırıcı bir "hünerleri" var.

Kayanın bu yüzden aşağıya düştüğünü belki de hiç kavramıyorlar.

O kayanın o tepeye çıkması için adalet tanrıçasının şefaatine ihtiyaç duyuluyor ama onlar bunu bilmiyor.

Birbirlerine benzemeyen yanları yüzünden savaşırken, asıl felaketi "benzerliklerinin" yarattığının farkında bile değiller.

Albert Camus, hayatın saçmalığını anlatmak için Sisifos üzerine bir kitap yazmıştı.

Bu ünlü yazara göre, Sisifos’un cezasını bir trajediye çeviren, onun her seferinde düşeceğini bile bile kayayı tepeye taşımaya çalışmasıydı.

Hayata benzeyen bir "beyhudeliği" vardı bu çabanın.

Ve, Sisifos bu "beyhudeliğin" bilincindeydi.

Buna rağmen gösterdiği kararlılık ve direnç "onu mutlu görmemizi gerektiriyordu" çünkü her şeyi bilmesine rağmen gösterdiği direnç "saçmalığın" gücünü geriletiyordu.

"Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter," diyordu Camus ve insanlara hayatın saçmalığına direnmelerini öğütlüyordu.

Biz de beyhude bir saçmalık yaşıyoruz.

Sisifos gibi.

Ama bizim bir farkımız var.

Biz bu kaderi, bu cezayı değiştirecek güce sahibiz.

Bizim durumumuzu Sisifos’tan daha trajik kılan, bu cezanın bize kendimiz tarafından verilmesi.

Bizim bu cezayı çekmek için diretmemiz.

Bir insanın tanrılar tarafından cezalandırılmasından daha korkunç olanı, kendisi tarafından cezalandırılması.

Kendine hiç değişmeyecek bir ceza biçmesi, bu cezanın bitmemesi için uğraşması.

Adalet tanrıçasına hakkaniyetle davranmadıkça bu cezayı çekeceğimizi içten içe de olsa biliyoruz.

Buna rağmen aynı suçu işliyoruz.

Kaya düşüyor.

Onu yüklenip yukarı taşıyoruz.

Tam tepeye yaklaşırken yeniden tanrıçaya saldırıyoruz.

Belki de bizim asıl cezamız bundan vazgeçmemeye mahkum edilmemiz, bu konuda kendimizi durduramamamız.

Parçası olduğumuz ağacın kuruyacağını bilmemize rağmen diğer kökü kesmeye uğraşmamız, bunu yapabilmek için adalet tanrıçasına yerlerde sürüklememiz.

Hayatı kendi isteğimizle "beyhudeleştirmemiz."

Kendi "saçmalığımızı" kendimizin yaratması.

Belki de bu cezaya alıştık, belki de kayayı tepeye ulaştırdığımızda başlayacak yeni bir hayattan, o hayatın bugünkünden daha anlamlı olacağını bilsek de korkuyoruz.

Onun için bile isteye düşürüyoruz o kayayı.

Camus’nün Sisifos’u "kayayı tepeye taşıdığında" kendi trajedisine dayanmanın mutluluğunu yaşarken, biz kayayı düşürdüğümüzde "kendi trajedimizi" yaratmanın mutluluğunu duyuyoruz.

Köylülerle küçük burjuvaların bir ortaklığı da belki bu "düşüş" mutluluğu.

Biz bu "beyhudeliğin" saçmalığını yaşayacağız.

Ta ki aynı ağacın kökleri birbirleriyle yaşamak zorunda olduklarını anlayıncaya kadar...

Biz güçlü bir nehir olmak isterken, hayatımız sürekli olarak bir sel taşkınına dönüşüyor.

İdeoloji, ırk, din çatışması değil bu. Dans edenlerle etmeyenlerin, şarap içenlerle içmeyenlerin, lokantaya gidenlerle gitmeyenlerin, şehirlilikle köylülüğün çarpışması.

Yazarın Tüm Yazıları