Mevzuat yüzünden vicdan sınıfta kaldı

Deniz sakin sakin dururken, birdenbire insanın başına büyük dertler açabilir.

Yanlış okunan bir harita, dikkatsiz dinlenen bir hava raporu, bakımı iyi yapılmamış bir makine, tekneyi ve insanlarını denizin ortasında çaresiz bırakabilir. Ve o asude su, dönüştüğü kazanda kaynatabilir üzerindekileri.

Denizde yarış, tehlikeyi kat kat arttırır. Kıyı yarışı, okyanus yarışı, yelkenli yarış, motor yarışı; fark etmez. Her ne kadar sudan geldiysek de, suya gitmeyi bünye kaldırmaz.

Son 45 günde izlediğim 3 yelken yarışında yaşanan 3 olay, yalnızca, denizin ve yarış yelkenciliğinin yaratabileceği tehlikeleri değil, Türkiye’de deniz kültürünün sığlığını da açık seçik gösterdi bana.

*

Önceki hafta Cannes’da yapılan Pannerai Klasik Yat Yarışı’nda bir yelkenci öldü. Kıyıya çok yakın seyredilen bir noktada 2 tekne birbirine çarptı ve kırılan direk, teknelerden birinin sahibinin başına düştü. Yelkenci teknesinde anında öldü. Yarış iptal edildi, bütün tekneler siyah bayrak çekti ve yarışa ertesi gün devam edildi.

Avrupa Kültür Başkenti Cap Istanbul Yarışı’nda, Sardinya - Sicilya etabının başında bir sporcu sert havada kendini tekneye bağlamadığı için denize düştü. Yarış durduruldu. Tüm tekneler yarışı bıraktı, denize düşen yelkenciyi aramaya başladı. Kayıp yelkenci 4 saat sonra bulundu. Yarış 2 gün sonra tekrar başladı.

Bodrum’daki bir önemli yarışta ise, rakibin yol hakkını çiğneyip ona çarpan tekne, uzaklaşıp giderken ve sonunda yarışı kazanırken, geride komada bir genç sporcu bıraktı. Yarış durdurulmadı, hatalı tekne Uluslararası Yelken Federasyonu (ISAF) Kuralları’na uygun şekilde hatasını telafi etti ve kutlamasını da gerektiği gibi yaptı.

*

Fransa ve İtalya’da, ISAF’ınkiler dışında denizcilik ve insanlık kuralları uygulandı; Türkiye’de ise uygulama, mevzuat bağımlılılğı yüzünden olsa gerek ISAF ile sınırlı kaldı.

Bu yetmezmiş gibi, olayın ardından yelkenle ilgili tartışma gruplarında, Bodrum’daki kaza ele alınırken, "ISAF’da vicdansız yarışma diye bir madde yoktur" diye yazabilenler bile çıktı.

Bodrum’daki yarış gibi, Türkiye için belki büyük, insanlık için sıfır önem taşıyan bir yarışı geride bir ağır yaralı bırakarak kazanıp, bu başarıyı yarış sonu partisinde kutlayabilen ve kutlanmasına izin veren bir zihniyetin, yelkende başarısızlığımızı açıkladığı söylenebilir.

Belki de bu yüzden, Avrupa Kültür Başkenti Cap Istanbul Yarışı’nda da, Pannerai Klasik Yat Yarışı’nda da tek bir Türk yelkenci yoktu.

Bodrum’daki olayın sergilediği temel denizcilik ve adalet kültürü yoksunluğuna, Yelken Federasyonu Başkanı Nazlı İmre’nin, Naviga Dergisi’nde, olimpiyatlarda Türkiye’nin başarılı olduğunu iddia etmesi, yarışan gençlerin kuşağını ’kayıp’ olarak nitelemesi ve ’Artık dil bilmeyen bir yelkencinin uluslararası başarı sağlaması mümkün değil. Kısacası medeni insan olacak’ demesi eklenince durumumuzun vahameti ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak...

Bir öneri: Nazlı İmre’yi Yabancı Dil Dershaneleri Federasyonu kurup başına geçirelim ve yelkende olimpik başarı sorunumuzu çözelim.

Bir bilgi: Çin’in yelkende ilk altın madalyasını kazanan sporcu Çince’den başka dil konuşmuyor.

200 milyon Euro yan yana dizilmişti

Yan yana bağlanmış tekneler. Küçükten büyüğe sıralanıyor. Bu teknelerin toplam tahmini değerini tahmin etmeye çalışıyorum: En azından 200 milyon Euro. Mariette, Mariquita, Veronique, Kipawa... Ve Shamrock. Benim bayıldığım J Sınıfı teknelerden biri. Cannes’da bu yıl 30. kez düzenlenen Cannes Kraliyet Regattası’ndayım. İnatçı Cumhuriyet Fransa’da Kraliyet Regattası, çünkü geçmişte birçok taçlı baş yarışlara katılıp ödüller almış. Bu yıl ise İtalyan saat markası Panerai’ın düzenlediği bir dizi klasik yat yarışının sonuncusuna ev sahipliği yapıyor.

Cannes bir tekne şehri. Tamam; film festivali, çok süslü ve çok yaşlı kadınları, çok zengin ve çok yaşlı adamları, otellerin önüne park edilmiş Ferrari’leri, Bentley’leri, Rolls Royce’ları ile meşhur olabilir ama yine de bir tekne şehri. Sıralı marinalar, en büyüğünden en küçüğüne binlerce tekneye ev sahipliği yapıyor.

Kraliyet Regattası’na katılan 3 tip klasik tekne var. En baba tekneler 31 Aralık 1949 öncesinde denize indirilmiş olanlar; efsaneler burada Herreshoff, Fife tasarımları... Eski ama bugüne kalmamış paranın, bugünün paralıları tarafından restore edilip kullanılan tekneleri.

İkinci grup, 31 Ekim 1975 öncesinde denize indirilenler. Son grup ise, Geleneğin Ruhu tekneleri. Klasik teknelerin 1970 sonrasında modern yöntemlerle yapılanları.

Pirinç aksamları parıldayan, üzerlerinde küçücük bir plastiğin bile görünmediği, boyları 15 metre ile 56 metre arasında tekneler, yan yana dizilmişler. Hepsini tek tek elime alıp okşamak, oynamak, yelkenlerine üflemek, denizde yüzdürmek istiyorum. Hafif bir kıskançlık; teknelere davetli olmadığım için içlerine giremiyorum. Olsun; çok memnunum halimden.

Mariquita; birkaç yıl önce İtalya’da restore edilmişti. Uluslararası bir yelken dergisinin kapağındaydı; kaç sayfa ayırmışlardı ona.

Mariette, Kipawa... Ve Shamrock.

J sınıfı büyük teknelerden biri. 1930 yılında yapılan, 1967’de yenilenen ve sürekli bakımlı tutulan Shamrock tam karşımda. Ördek yeşili gövdesi ile kıyıda çok görkemli durmuyor. Yüksek değil ama çok çok güzel.

Baştan sona, sondan başa yürüyorum. Bağlı teknelerin fiyatlarını tahmin etmeye çalışarak, kafamdaki hesap makinesini çalıştırıyorum. 200 milyon Euro’dan az değil buradaki teknelerin değeri; tabii, yaşadığımız büyük krizden önce. İsim vermiyorlar ama buradaki teknelerden birinin sahibinin en az 20 milyon Euro zarara uğradığını öğreniyorum. Yarışmaya devam ediyormuş.

Bu tekneler denizde güzelleşiyor. Mariette 7. yelkenini basıyor yanımızdan geçerken; tepede bir direkçi, karışmış halatları çözüyor. Teknenin hızı 13 - 14 knot o sırada.

Ardından Shamrock geliyor. O kadar sakin bir tekne ki, hızla uzaklaşıyor birden.

Top patlıyor; küçük tekneler başlıyor. 10 dakika sonra diğer grup, 10 dakika sonra en büyükler. Olağanüstü bir manzara. 180 - 190 tekne yelken açmış, Cannes açıklarını paylaşmış, yarışıyorlar.

İlerde, Doğu’da Dragonlar’ın yarışı var. Tam 79 Dragon... Yanlarına ulaştığımızda pupa seyrine başlıyorlar. Balonlar basılıyor; İngiliz, Fransız, Alman, İspanyol, Rus, Birleşik Arap Emirlikleri, Amerika... Türkiye yok, yok.

Denizde harika bir gün. Bir deniz kentinin nasıl olması gerektiğini bir kez daha yaşayarak anlıyorum. Kıyıda, Cannes biraz sıkıcı geliyor. Yemekler iyi gerçi ama.

Ertesi gün... Bir latte, biraz makaron ve uzun bir yolculuktan sonra fırtınalı İstanbul.

Keyifli bir geziydi. Hele Shamrock; çok güzeldi çok.
Yazarın Tüm Yazıları