İrlanda’dan bu kadar ünlü yazar çıkmasının viskiyle ilgisi olabilir

İrlanda gibi küçücük bir toplumda bu kadar ünlü edebiyatçıya rastlamak hakikaten ilgi çekici. Bunda İrlanda'nın havasının, birasının ve viskisinin önemli bir payı olmalı.

Doğan Hızlan ise Dublin'deki ünlü Trinity College kütüphanesinin rolünü ön plana çıkartmakta ısrarlı. Yine de bütün bunların yanında İrlandalıların gönüllü veya gönülsüz anadil olarak İngilizce’yi benimsemiş olmalarının rolü hiç inkar edilemez.

İrlanda için yazdıklarım asla yeterli olamaz. Üç günlük bir geziden uzun bir yazı çıkartmayı doğrusu umut etmiyordum. Yine de sözü, belki de gevezelikten, geçen hafta noktalayamayacağımı gördüm. Zaten İrlanda da bir yazıdan çok daha fazlasını hak ediyor.

İrlanda her şeyden önce bir ada. Üstelik Kuzey Atlantik'te kaybolmuş, eski coğrafyacıların tabiriyle bir terra incognita, yani bilinmeyen topraklardasınız sanki. Nitekim Dublin Havaalanı'na inildiğinde Kıta Avrupası ile bağlantının koptuğu hemen hissediliyor.

Ada'nın tipik bir başka özelliği ise hiç eksilmeyen puslu havası. Yola çıkmadan önce İrlandalı ev sahiplerimiz mutlaka yağmurluk ve şemsiye getirmemizi önermişti. Çünkü puslu hava ile yağmur el ele gitmekteymiş. İrlanda'nın, bir iddiaya göre, Cennet'ten sonra en yeşil çayırlara sahip olmasının nedeni bu sürekli yağışlara bağlanmalı.

Şansa bakın ki, Dublin'e vardığımızda gökyüzü açıktı. Buna şaşırmadım, çünkü istatistiklere göre, mayıs ve haziran aylarında Ada'da en güneşli günler yaşanıyor. Güneş her gün altı saat parlıyor! Bizim gibi Akdenizliler için bir bakıma gülünecek, bir bakıma ağlanacak bir durum. Aynı istatistikler, aralık ve ocak aylarında güneşli zamanların günde sadece iki saatten ibaret olduğunu kaydetmekte.

Hava sıcaklıklarına gelince... Bizim gittiğimiz günlerde, yani haziranın başında, hava sıcaklığı sürpriz yaptı. Üç gün boyunca, öngörüldüğü üzere 13 değil, 20'ye yakın seyretti. Rehberimiz sürekli, ‘‘Bu bir mucize’’ deyip durdu. Bir de İrlanda'da kaldığımız süre içinde yalnız bir kere yağmur yağdı, hepsi o kadar. Bu da, neredeyse yılın her gününün yağışlı olduğu bu yerde ikinci mucizeydi.

Bu kadar hava sohbeti Mehmet Yaşin'in, ‘‘Böylesine önemli edebiyatçılar nasıl olup da bu Ada'dan çıkabilmiş?’’ sorusuna aradığı cevabın bir kısmına ilişkin ipuçlarını taşıyabilir.

İrlanda gibi küçücük bir toplumda bu kadar çok adı ünlenmiş edebiyatçıya rastlamak hakikaten ilgi çekici. Bunda İrlanda'nın havasının, birasının ve viskisinin önemli bir payı olmalı. (Doğan Hızlan ise Dublin'deki ünlü Trinity College kütüphanesinin rolünü ön plana çıkartmakta ısrarlı.) Yine de bütün bunların yanında İrlandalıların -gönüllü veya gönülsüz- zaman içinde anadil olarak İngilizce’yi benimsemiş olmalarının rolü hiç inkar edilemez.

Kral Leinster 1169 yılında Richard de Clare önderliğindeki Anglo-Norman soyluları Ada'ya davet etmiş. Sonra da olan olmuş. İngiltere Kralı II. Henry de kendini İrlanda'nın hükümdarı ilan edivermiş...

Asıl anadil olan Keltçe, bugünlerde okullarda zoraki okutuluyor. Üniversiteye girmek için bu dili bilmek şart koşulmakta. Yine de Keltçe anlayıp konuşabilenlerin sayısı nüfusun yüzde onu civarında. Geri kalanlar aralarında İngilizce konuşup anlaşmakta.

İngilizce’nin anadil yerine geçmesinden ötürü, İngilizce’ye ait edebiyat dünyasında kimin İrlandalı olup kimin olmadığı kolay anlaşılır bir durum olmaktan çıkmış. Mesela Güliver'in Seyahatleri'nin yazarı Jonathan Swift 1667 yılında Dublin'de, İngiliz ana-babadan oluşan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve hayatının önemli bir kısmını İrlanda'da geçirmiş.

Oscar Wilde bir başka İrlandalı. Eğitimini ise Oxford'da yapmış ve burayı mekan tutmuş.

Benzer bir durum George Bernard Shaw için de geçerli. Bu İrlandalı usta da hayatını Londra'da sürdürmüş.

Büyük şair WB Yeats, köklerine hep bağlı kalmakla birlikte, ömrünün yarısını İrlanda dışında geçirmiş.

James Joyce, İrlanda'nın ve daha çok Dublin'in yazarı sayılmalı. O da zamanın çoğunu Avrupa kentlerinde sürdürmeyi tercih edenlerden. ‘‘Dublinliler’’, ‘‘Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’’ ve ‘‘Ulysses’’in yazarının tualinde hep Dublin'in bulunmuş olunması kayda değer. Ancak İrlandalıların 'pornografik' diyerek 1960'lara kadar bu kitabı yasaklamış olmaları da affedilir değil. Bu da kayda geçmeli. Ben bu yobaz tutumu Katolik Kilisesi'nin hoşgörüsüzlüğüne bağlıyorum. Günahı papazların boynuna!

KÖPÜKLÜ SİYAH NEFİS GUINNESS BİRASI

Daha Dublin'e ayak basar basmaz, viskici ev sahiplerimiz bizi ayağımızın tozuyla bir bira imalathanesine götürdü. Bunda şaşılacak bir yan yok, zira Guinness birası bütün İrlandalılar için, bence çok haklı, bir gurur kaynağı.

Hep aynı tip biralarla avutulan Türk milleti için biraz anlaşılmaz gelebilir ama, bu bir 'siyah' bira. Teknik deyimiyle, bir 'stout'. Kavrulmuş arpanın verdiği benzersiz tadı ancak böyle bir birada bulmak mümkün.

Guinness birası ayrıca, bardağa konduğunda, üzerinde oluşan yoğun kremamsı köpüğü ile ayrı bir lezzet kazanıyor. Sanki bira değil, Avusturya'daki gibi bir 'mélange' (üstü kremalı kahve) içiyorsunuz. Bira bardağa daima iki kerede dolduruluyor. Birinci defada bardağın çoğunun ağır ağır doldurulmasını köpüğün alttan dalga dalga üste çıkışı izliyor ve bunun için de bayağı beklemek gerekiyor. Sonra bardak ikinci dolduruşta tamamlanıyor. Köpük bardakla bir hizada oluyor.

Stout biraları bizdeki gibi çok soğuk içilirse, tadı tam anlaşılmıyor. Onun için biraz ılık içilmelerinde yarar var.

Bir Guinness içmeden 'Ben bu dünyada bira tattım' diyebilmek imkansız. Aynı şeyi Belçika -özellikle Trappist- ve Japon biraları için de rahatlıkla söyleyebilirim.


İRLANDA VE TÜRKİYE


Avrupa'nın kuzeybatı ucundaki İrlanda ile güney doğu ucundaki Türkiye arasında ilginç bazı bağlantılar mevcut. İrlanda küçük bir ada ama burada iki devlet mevcut. Kuzey'de Birleşik Krallığa bağlı bir bölge, güneyde ise bağımsız bir cumhuriyet var. Her iki bölgede de Kelt asıllı İrlandalılar oturuyor. Sadece kuzeyde bir zamanlar İngilizler ile birlikte gelmiş ve buraya yerleşmiş İngiliz asıllı bir azınlık yaşamakta. Bu azınlık birkaç yüzylı aşkın bu ikametin kendilerinde bazı haklar doğurduğuna inanıyor. Kavga da bundan kopuyor.

Bölücülük, şiddete başvurma Ada'nın kuzeyinde gündemden düşemeyen meseleler. Sık sorulan 'terörizm mi yoksa siyasal eylem mi?' sorusu burada da tartışılmakta. İrlanda yakın zamana kadar Avrupa'nın en yoksul ülkelerinden biriydi. On dokuzuncu yüzyıldaki Endüstri Devrimi'nin buralara uğramadığı söylenir. Halbuki söz konusu olay burunlarının dibindeki İngiltere'de başlamıştı. Köylülük ve tarımla geçinme İrlanda'nın tipik özellikleriydi.

Ülkenin bir başka bize benzer özelliği ise yüksek doğurganlık ve buna bağlı genç nüfus fazlası. Çünkü halk Katolik ve bu Hıristiyan mezhebi doğum kontrolünü şiddetle reddediyor. Bu yüzden Ada nüfusunun yüzde 40'ı 25 yaşın altında. Avrupa Birliği'ne katılımdan önce felaket senaryolarının yazıldığı ülkede katılımdan sonra yabancı sermayeye gösterilen kolaylık ve vergi düzenlemeleri ile enflasyonun AB desteği ile düşürülmesi İrlanda'ya ekonomik bir canlılık kazandırmış.

Hemen 'Bizde niye böyle gelişmeler olmuyor?' sorusu akla gelmesin. İrlanda'nın toplam nüfusu 5 milyon kadar. Üstelik iyi eğitim görmüş bir gençlik var. Küçük ölçeklerde ve alt-yapı uygunsa çözüm daha kolay oluyor.


Petrus şaraplarında 3 bin dolara kadar çıkan fiyatlar uçuk değil


Geçen hafta bir bankacının Petrus şarabı içilen masada milyarlık fatura ödemesi üzerine gazeteler veryansın etti. Bu arada televizyonlar görüş sordu. Ben de apaçık düşündüklerimi söyledim.

Galiba beklenen cevap ile benim söylediklerim zıt düştü. Beklenen cevap, ‘‘Bunlar uçuk fiyatlar, olmaz böyle şey’’ türündenmiş. Bunu televizyonların haber saatindeki konuşmamı dinleyenlerin bir kısmının tepkisinden çıkarsıyorum. Ama maalesef böyle bir cevap doğru ve dürüst olmazdı. Çünkü Petrus gerçekten bu fiyatları hak ediyor. Hem de fazlasıyla!

Cháteau Petrus üzerine birkaç ay önce uzun bir yazı kaleme aldığım için söylediklerimi tekrarlamayacağım. Sadece bazı satırbaşlarını aktarayım. Burası bağcılık açısından çok özel, çok değerli ve küçücük bir alan. İçindeki üzümler neredeyse tek tek büyük bir özen, ustalık ve beceriyle yetiştiriliyor. Verim düşük, kalite ise zirvede. Bu üzümlerden yapılan şarapta ise zenaati aşan müthiş sanatkarlığı şaraptan anlayan herkes ayakta alkışlıyor. Zaten Petrus'ü imal edenler Fransa'nın -ve dünyanın- en ünlü ustaları.

Yine de her yıl, özellikle iklim koşullarından ötürü, üzümün kalitesi aynı olmadığından, yapılan şaraplar da farklılıklar sergiliyor. Fiyatlar da bu nedenle yıldan yıla değişmekte. Fikir versin diye, tümü alışageldiğimiz 750 ml'lik şişelerde satılan değişik yıllara ait rekoltelerin internette yayınlanan satış fiyatlarını aktarayım.

1981 rekoltesi 750 dolar

1982 rekoltesi 3 bin 500 dolar

1986 rekoltesi bin dolar

1989 rekoltesi 2 bin 300 dolar

1990 rekoltesi 2 bin 500 dolar

1994 rekoltesi 700 dolar.

Eskilere gidildiğinde ise 1897 yılına ait bir Cháteau Petrus şarabı 6 bin 788 dolar. 1930'lara kadar bu fiyat devam ediyor. Merak edip doğum yılım olan 1951'e baktım. O yılın Petrus'ü 2 bin dolar civarında idi.

Aslında tartışılması gereken iki nokta var. Birincisi, bir şişe düzgün şarabın 10 dolar civarında seyrettiği bir dünyada, yukarıda anılan fiyatları hak eden bir şarabın nasıl yapıldığı. İkincisi ise bu şaraplara harcanan paranın nereden ve nasıl kazanıldığı. Tartışılmaması gereken ise Petrus'ün fiyatı!
Yazarın Tüm Yazıları