Basgitarın Jimi Hendrix'i

'60'ların ortasından 80'lerin sonuna kadar süren ilginç bir müzik hikâyesi...

Haberin Devamı


Meksika kökenli Amerikalı basgitarist Robert Trujillo, 2003 yılında kadrosuna dâhil olduğu Metallica’nın galaksi boyutundaki popülaritesi sayesinde hayatının en “göz önünde” günlerini yaşamaya başlamıştı. Yine de, Metallica gibi bir devde bile sessiz sakin (sahne performansları dışında) kalabilmesiyle bizi şaşırtan bu adam, bu kadar göz önünde bir hayata rağmen şimdi pek kimsenin bilmediği bir tutkusuyla gündemde: film yapımcılığı. Trujillo, yapımına 6 yıl harcadığı ve tüm süreciyle bizzat ilgilendiği “Jaco” adlı belgeseli dünyaya sunmanın gururunu yaşıyor şu sıralar.

“Jaco”, 1987 yılında hayata gözlerini yuman Jaco Pastorius’un hayatını anlatıyor. Bu ismi pek çoğunuzun bilmediğine eminim. Zaten Trujillo da böyle düşünüyor: “Jaco müzik tarihinde hak ettiğini bulamayan isimlerden. Onu kesinlikle çok daha fazla insanın bilmesi gerekiyor. Basgitarda yaptıkları benim bu enstrümana ilgi duymamı sağladı ve dolayısıyla hayatımı değiştirdi.”

Jaco Pastorius aslen bir basgitarist olmasına rağmen pek çok enstrümana virtüöz derecesinde hâkim. Çok iyi derecede davul ve gitar çalabiliyor. Ayrıca saksafon, trompet ve çelloda da oldukça yetkin. Tüm bunların yanında besteci, söz yazarı ve aranjör. Farkı isimlerin albümlerindeki katkılarıyla ve özellikle de Weather Report grubuyla imza attığı albümlerle anılıyor. Ama bu belgesel, Jaco’nun tüm ‘70’ler ve ‘80’ler boyunca hangi süreçlerden geçtiğini gözler önüne seriyor. Ve bu süreçler bizi, Jaco’nun bilinenin çok daha fazlası olduğuna ikna etmeye yetiyor.

Dünyanın en büyük müzisyenlerinden Sting onun için “Hepimiz, tüm basgitaristler bugün hâlâ onun omuzlarında yükseliyoruz.” diyor. Dünyanın en büyük gruplarından Red Hot Chili Peppers’ın basgitaristi Flea onun için “Basgitarın sınırlarını genişletti. Tek başına bir senfoni orkestrası gibiydi. Ondan daha iyisini görmedim.” diyor. Efsane grup Rush’ın basgitaristi Geddy Lee onun için “Yazdığı partisyonlar aklımı kaçırmama sebep oldu.” diyor. Belgeselin bir yerinde “basgitarın Jimi Hendrix’i” olduğu görüşü öne sürülüyor. Sahne tavrı, enstrümanına olan tutkusu, sadece müziği düşünüp müziği yaşaması ve enstrümanını çalarken adeta kendini kaybetmesi belgesel boyunca sık sık vurgulanan sözel ve görsel unsurları Jaco’nun.

Belgeseli izlerken bir yandan da ‘70’ler Amerika’sının müzik piyasasına yakından bakmış oluyoruz. Özellikle de caz, funk ve R&B tarzlarının o yıllarda hangi evrimlerden geçtiğine tanıklık etmek eminim pek çok müzik tutkununu sevindirecektir.

1 saat 50 dakikalık belgesel süresince Jaco’yu hem kendi görüntüleriyle izliyoruz hem de onunla çalışmış müzisyenlerin anlattıkları, kendisini anlamamıza yardımcı oluyor. Ailesiyle; kızı ve oğluyla olan röportajlar ise Jaco’nun müzisyenliği dışındaki özel hayatına dair perdeleri aralıyor. Özel hayat vurgusu önemli. Zira bu konuda doğumundan ölümüne kadar çarpıcı pek çok hikâyeye sahip Jaco. Hele de parkta yaşadığı dönemde, bir gece bir bar kavgası sırasında beynine aldığı darbeler sonucunda komaya girip öldüğü düşünülürse...

Hiçbir zaman popüler olmamış ama bir şekilde kült kalmış ve ‘70’lerin sonu ile ‘80’lerin ilk yıllarında kendi güzel günlerini yaşamış Jaco’nun uyuşturucu ile tanışması sonrası, psikolojik sorunlarla mücadele edemeyip sokakta yaşamaya kadar düşüşe geçen hayat hikâyesine tanıklık etmemizi sağlaması, belgeselin izleyiciyi zorlayan tarafı kesinlikle.

Her ne kadar arkasında dünyanın en popüler basçılarından biri olan Robert Trujillo olsa da, “Jaco” bağımsız bir yapım. Tam da ismini aldığı sanatçının hikâyesine yakışacak cinsten yani. Bu bakımdan, belgeselin büyük bir firmanın işi olmaması, Jaco’nun ruhuna son derece uygun bir durum. Belki müzik içerikli pek çok belgesel arasından sıyrılamayacak ve çok fazla insan üzerinde kalıcı bir etki bırakmayacak ama bir şekilde basgitarın gelişiminde hayati rol oynamış bir dehanın belgeselsiz kalmamış olması hem sinema tarihi hem de müzik tarihi açısından sevindirici. Yapımcı Trujillo ve yönetmenler Stephen Kijak ile Paul Marchand’a bu açıdan ne kadar teşekkür etsek az.

Eğer siz de müziği sadece dinlemekle yetinmeyenlerdenseniz ve müzik hakkında okumayı, müzikle ilgili belgeseller, filmler izlemeyi seviyorsanız “Jaco”nun size katacağı çok şey var. Ve eğer doğaçlama müzikte kendini kaybeden müzisyenlerden biriyseniz, bu belgesel hayatınızı değiştirebilir! Demedi demeyin.

Yazarın Tüm Yazıları